Tarih ve felsefe farklı biçimler altında incelenebilmeleri bakımından çok anlamlılık taşırlar. Tarih hem insani varoluşun belirlenmesi hem de insani olup bitmeleri ortaya çıkarmaya çalışan bir uğraşı anlamında kullanılır. Bu durumda tarih felsefesi hem tarihe yönelik felsefi bir üst bakış hem de insani olup bitmelerin felsefi anlamda eleştirel yoldan çözümlenmesi şeklinde tanımlanabilir.[1]

Alman idealizmine kadar Almanya’da Immanuel Kant (M.S.1724-1804)’ın çağdaşı ve etkilendiği tarih yazarı ve yorumcularından Louis Frederic Ancillon (M.S.1767-1837)’a göre tarih felsefesi, tüm insani olup bitmeler hakkında ‘akılcı’ bir yanıt arama girişimidir. Bu haliyle tarih felsefesi, insanlığın ulaşacağı son aşamayı ‘özgürlük’ olarak görür ve tarihe ‘özgürlük idesi’ altında bakar. Böyle olduğu içindir ki aslında tarih felsefesi, geçmişin reel bilgisine ulaşmaktan çok, bir ‘gelecek araştırması’dır. [2]

Ancak tarihte özgürlük arayışı ile yola çıkılan aydınlanma hareketinin akla inancını, hiçbir şey 14 Temmuz 1789’da gerçekleşen dehşet verici olay ve bu olayın ardından gelişen hadiseler kadar sarsmamıştır; Fransız Devrimi. Pek çok kişi için Fransız Devrimi, aydınlanmanın en üst mertebesi olarak görülmekteydi. Aydınlanmanın büyük vaadi, eğer toplumsal ve siyasal yaşamda aklın yolunu izlersek, yeryüzünün bir cennet olacağı idi. Yeryüzü cennet yerine cehennem olmuştu. Philosophes, Fransa’ya ne kadar rasyonel bir anayasa dayatmışsa, Fransa o kadar çok kan, kaos ve korkuya bulanmıştı. Aklın ürünü olan yasaların değeri sadece kâğıt üstündeydi. Peki, ters giden neydi? Aydınlanma’ya yönelik gelişen eleştirilerin bazıları 1790’larda Almanya’da teori-pratik tartışması adı verilen ünlü tartışmada dillendirilmişti. Teori-pratik tartışması politikada aklın rolü konusunda iki karşıt konumu açığa vurmuştur. Kant ve Fichte (M.S.1782-1814) sol-cenah rasyonalizmi temsil ediyorlardı. Siyasette pratiğin teoriyi izlemesi gerektiğini, çünkü saf akıl tarafından belirlenen ahlâk ilkelerinin siyasette bağlayıcı olduğunu iddia ediyorlardı. Onları eleştiren sağ-cenah ise ampirizmi temsil ediyordu. Onlara göre siyasette teori pratiği izlemeliydi. Çünkü akıl ilkelerinin anayasa ya da politika üzerinde herhangi bir etkide bulunamayacak kadar biçimsel olduğunu ve politikada yapılması gereken şeyi belirlemek için deneyime, ataların birikmiş bilgeliğine başvurulması gerektiğini iddia ediyorlardı. Hegel (M.S. 1770-1831), teori-pratik tartışması kapsamında felsefesinde rasyonalistler ve ampiristler arasında orta yolu bulma girişiminde bulunmuştur.[3]

Hegel, teori ve pratik aklın birliğinin mevcudiyetini kasteder. Hegel’in felsefi sisteminin merkezi motifi, temelde tarihsel ve kültürel anlam taşıyan, ‘tin’ fikriydi. Hegel’e göre tin sadece yaşam değildir, yaşamdan da fazlasıdır. Yaşamın ‘öz-bilinci’dir. Yaşam kavramı, doğanın bütün farklı düzeyleri veya güçlerinde ortaya çıkarken, tin idesi kendini toplumda, tarih ve devlette dışa vurur. Hegel’in tezinin altında yatan öncül, “Gerçekte sadece bir düşünme vardır,” dediğinde en açık biçimde ortaya çıkar.[4]

Tin, kendisini seyrettiğimiz tiyatro sahnesinin üzerindedir yani dünya tarihindedir, kendisinin en somut gerçekliğindedir.[5]

“Tarihte Akıl”, Hegel’in Berlin Üniversitesi’nde 1822/23 kış sömestrinden başlayarak 1831’e kadar dört kez yinelediği ve her defasında yeni malzeme ile zenginleştirdiği tarih felsefesi derslerinin notlarından oluşturulan bir eserdir. Bu derslerin konusu felsefi tarihtir. Tarihin kendisinin izlendiği, konusu tarihten çekip çıkarılan ve içeriğine örnekler gösterilen genel düşünceler değil, tarihinin kendisinin içeriğidir.[6]

Nesneler, onlar üzerinde düşünmek için uyarıdırlar. Ayrıca onları dünyada ele aldığımız gibi buluyoruz. Dünyaya yalnız öznellik açısından bakarsa insan, orada her şeyi kendi yaradılışına göre bulacaktır, her yerde her şey nasıl yapılması, nasıl olması gerekiyorsa öyle bilecek, öyle görecektir. Fakat dünya tarihinin büyük içeriği akılsaldır, akılsal olmalıdır. Dünyaya tanrısal bir istenç egemendir, bu istenç de büyük içeriği belirleyemeyecek denli güçsüz değildir. Bu tözselliği tanımak bizim ereğimiz olmalıdır. Tanımak için de aklın bilinciyle işe başlamalıyız. Bedendeki gözleri değil,sonlu anlağı değil, derindeki, verilenlerin renkli çokluğunun altındakini gören kavram ve akıl gözünü gereksiyoruz.[7]

Akıl kendisinde durur ve ereği kendindedir. Kendini var kılar, gerçekleştirir. Düşünme, aklın bu ereğinin bilincine sahip olmaktır. Felsefi düşünüş başlangıçta olağandışı gelebilir. Tasarımlarla düşünme kötü alışkanlığından ötürü rastlantısal bir şey, bir esin sanılabilir. Düşüncenin tek doğru ve en yüksek şey olduğunu anlamayan kimse, felsefi düşünüşü asla yargılayamaz.[8]

Felsefe tarihçileri 19.yy’ı tarih yüzyılı olarak anarlar. Bu yüzyıla tarih yüzyılı dedirten filozofların başında Hegel gelir. Hegel için “akıl, asıl gerçeği düşünebilir” ve bunu hiçbir ampirik desteğe ihtiyaç duymadan sadece düşünme yoluyla, yani spekülatif olarak yapabilir. Çünkü özne ve nesne, türdeştirler. Onlar aynı aklın iki yüzünden başka bir şey değildirler. Felsefe, kavramları birbirinden türeterek bir kavramlar sistemi kurma girişimidir. Bu kavramlar sistemi aynı zamanda bir Varlık Sistemi’dir. Özne ve nesne özdeş olduklarından, felsefe, aslında varlığın kendi kendini düşünmesinden başka bir şey değildir. Varlık ile akıl aynı özden oluştukları için bu anlamda felsefe, varlığın özünün bilgisi olur. Tüm sürecin temelinde ise, düşünme ile varlığın türdeşliğini ifade eden ide, akıl, töz ya da tin vardır. Tinin ereği, kendi bilinç ve özgürlüğüne erişmektir.[9]

Akıl tözdür, sonsuz güçtür, her türlü doğal ve tinsel yaşamın sonsuz maddesidir. Aynı zamandasonsuz biçimidir, içeriğinin edimselleşmesidir. O, tözdür ve sonsuz güçtür. O, sonsuz içeriktir. Her türlü öznellik ve hakikattir. Yoğurup işlemek üzere kendi etkinliğine aktardığı kendi öz maddesidir. Kendi kendisi ile beslenir. Kendi kendisi için üzerinde çalıştığı maddedir. Kendi kendisi için kendi konutudur ve ereği mutlak erektir. Yine bunun gibi, o kendi öz edimselleşmesidir. Yalnız maddesel evreni değil, aynı zamanda tinsel evreni de içten dışa çıkışa getirir. Ve bu da tarihte olur. Tarih aklın imgesi ve edimidir. Tarihin ilk kategorisi bir an var olan, dikkatimizi çeken ve sonra kaybolan bireylerin, halkların ve devletlerin değişmesini görmekte yatar. Bu, oluş kategorisidir. Tin yalnız gençleşmiş olarak değil, aynı zamanda aşılmış ve daha açık olarak yeniden ortaya çıkar. Gerçi kendi kendisine karşı çalışır, kendine vermiş olduğu biçimi yakıp kül eder ve böylece yeni bir biçime yükselir. Önceki biçimin küllerinden daha arı bir tin çıkar, bu bir arınma ve kendini dönüştürmedir. İçinde doyumunu bulmuş olduğu her yaratma, yeni bir madde olarak ona karşı çıkar ve işlenmek ister. Evren fiziksel doğa ile ruhsal doğayı kapsar. Doğanın yaratılmasından sonra insan ortaya çıkar ve doğal dünya ile karşılaşır. İnsan, başka evrende yükselen varlıktır. İnsan, tinin kendisinde gerçekleştiği varlıktır. Üstelik tin ancak öz bilinç olarak bilince sahiptir. Tin kendi kendisindedir, kendi başınadır. Maddenin tözü kendi dışındadır. Doğal şeyler kendi kendileri için değillerdir, o nedenle özgür değillerdir. Ben nesneyi ancak onda kendimi tanıyabilmem bakımından bilirim. Benim ne olduğum benim için nesnedir, ben sadece şu ya da bu değilim, bildiğim şeyim. Ben kendimi ve nesnemi bilirim. Bu ikisi birbirinden ayrılmamalıdır. Tin içeriğe böyle erişir, içeriği önünde bulmakla değil, kendi kendisini içeriği ve nesnesi yapmakla. Tinin özgürlüğü devinimsiz bir var oluşta değil, özgürlüğü tehdit eden her şeyin durmadan yadsınmasında yatar. Bilme, onun biçimi ve davranışıdır. Demek ki doğası gereği tin kendi başınadır, başka deyişle özgürdür. Tinin doğası tıpatıp karşıtı ile bilinebilir. Biz tini maddeye karşı koyuyoruz. Nasıl ağırlık maddenin tözü ise özgürlük de tinin tözüdür.[10]

Hegel burada maddesi ifadesinde duyusal anlamda bir şey söylemiyor. Maddesi demek, içeriği demek. Madde kelimesi yayılan demek, yani doğurulmuş.  Materya, mother’dan geliyor. Lex Naturalis dediğimiz zaman, lex, yasa demek naturalis ise doğurmak demek. Doğa, doğmuş anlamındadır.  Arkada bir anne var, biz çocuklarıyla ilgileniyoruz. Materya çocukların ismi. Annenin değil. Ama annedendirler, demiş oluyoruz. Hegel, madde kelimesini içerik olarak kullanıyor. Aklın içeriği düşüncelerdir. Kavramlardır. Dolayısıyla aklın malzemesi hiçbir zaman duyu malzemesi olamaz.[11]

Doğadaki yeniden diriliş yinelenmeden ibarettir. Bu, hep özdeş bir çevrimle giden tekdüze bir öyküdür. Güneşin altında yeni bir şey yok! Tinin güneşinde ise iş başka türlüdür. Onun gidişi devinimi bir yinelenme değildir. Tin dediğimiz değişken görünüş, hep yeni olan biçimler alır ve özünden bir ilerlemedir. Tinin belirlenmiş biçimi, yalnız doğal olarak zamanın içine geçmekle kalmaz, öz bilincin kendiliğinden ve bilinçli etkinliği içinde açılır, yükseltilir.[12]

Tin, yani öz bilinç ve onun gelişim süreci tözseldir. Bu önermeyi aklımızda tutalım. Olmazsa olmazdır. Bu, kendinde yapılandırılması gereken bir potansiyel olarak bizde duruyor, ona ‘bilkuvve’ diyoruz. Ama bu edimsel olmalıdır. Edimsel olunca, bir nesne ile ilişkiye giren düşünce anlamına gelir. Bir düşünce nesne ile ilişkisine girdiğinde edimselleşti demektir. Ama bir düşünce başka bir kavramla ilişkiye girerse de yine edimselleşti demektir. Kavram da edimseldir ki bu teorik felsefenin içinde kavramların ilişkisi bakımından da edimsel olmak, belirleyici olmak demektir; akıl, bir kavramı başka bir kavrama uygularken de belirleyicidir. Bir nesneye uygularken de belirleyicidir. Kendini ispat eder, akıl her durumda kendini tanıtlar ve kanıtlar. Tin ve onun gelişim süreci tözseldir. Tüm gelişimi o tözde içerilir demektir. O töz ise akıldır.[13]

Edim, devinimsiz olanı devinime geçirmek, saf olanaklılık halinde kapanık olanı gün ışığına çıkarmak demektir. Demek ki o, bilinçsizi bilinçliyle, var olmayanı var olanla birleştirir. Şu halde edim, hakikat içinde açıklığa varır. Onda bilinçli bir öğe bilinçsiz bir öğe ile, özgü bir öğe yabancı bir öğe ile birleşiktir. O, ikiye bölünmüş bir özdür ki bilinç bunun başka görünümünü deneyimle yaşar ve bu görünümü yine kendi görünümü diye tanır, ama onun zedelediği ve düşmanlığa kışkırtılmış güç olarak.[14]

Hegel’in düşüncesine göre, aslında biz diğerlerine ve dünyaya bağımlıyızdır ve sadece bu bağımlılık aracılığıyla aslında olduğumuz kişi oluruz. Bununla birlikte bu çeşit fiilî bağımlılığı tanımakla bağımsızlık idealini terk ettiğini düşünmez. Bunun yerine bu ideali sahiplenir. Zira gerçek özgürlüğün ötekinden ve dünyadan soyutlanmakla ya da ondan kaçmakla değil, onu kendimin parçası yapmamla gerçekleşeceğini iddia eder. Çünkü eğer ötekini ve dünyayı parçam haline getirerek doğru bir şekilde içselleştirirsem, o zaman ötekine olan bağımlılığım kendime-bağımlılığın bir biçimine dönüşür.[15]

Aslolan hakikat, içtekinin dışa muazzam aktarılışı, aklın gerçek dünyanın içinde kuruluşudur. Ve bu, kendi tarihinin tüm seyri boyunca dünyanın hedefi olmuştur. Bu hedef için çabalaması sayesinde, uygarlaşmış insan edimsel olarak aklın yasa ve yönetimde ete kemiğe bürünmesini sağlamış ve olgunun bilincine varmıştır.[16]

Tin ilk gerçekleşmesini doğada bulur. Ama tin doğada kendi başınalığından kopmuş, kendine yabancılaşmıştır. Bu çelişki tinin kültür ve tarih dünyasında kendini yeniden bulmasıyla ama bu kez bilinç ve özgürlük yoluyla kendisine dönmesiyle ortadan kalkar. Doğada bir zorunluluk, bir determinizm olarak işleyen tin, kültür ve tarih dünyasında yani bu özgürlük alanında kendini bulur. İnsan burada bir doğa varlığı değil, bir bilinç varlığıdır.[17]

Aklın sonsuz güç olması demek, kendi içeriğini yalnızca ideal ve gerekirlik alanına getirebilecek olması ve gerçekliğin dışında, kim bilir belki de bazı insanların zihinlerinde özel bir şey gibi var olacak derecede güçsüz olmaması demektir. Sonsuz içerik deyince, tüm öz ve doğru anlaşılır. Bu sonsuz içerik kendi kendisinin maddesi olup bu maddeyi işlenmek üzere kendi etkinliğine verir. Aklın, sonlu eylem gibi, dış malzemenin koşullarına, kendilerinden besleneceği ve etkinliği için nesneler alacağı, hazır araçlara gereksemesi yoktur. O, kendisinden beslenir, kendi kendisi için malzemedir ve bu malzemeyi işler. Hem kendisi kendisinin ön koşulu ve varmak istediği erek, mutlak son erektir hem de yalnız doğal evrenin değil, aynı zamanda tinsel evrenin içten çıkıp görünüş alanında dışlaşmasıdır. Bu da dünya tarihinde olur. İşte bu idenin doğru, sonsuz ve kesinlikle güçlü ide olduğu, dünyaya kendisini açtığı ve bu açtığı şeyin kendi ululuğundan başka bir şey olmadığı felsefede kanıtlanır, kanıtlandığı biçimde de burada varsayılmaktadır.[18]

Felsefe kültürle ilgili bir şey değildir, uygarlığa aittir. Sanat ve din kültüre aittir. Felsefe bir yargı, bir değerlendirme, bir bilinç işi olduğu için düşüncesi kültür üzerine olmalıdır. Felsefe devreye girdiğinde kendinden önceki kültürü değerlendirmiş, bir yargıya vardırmış olmalıdır. Bu nedenle uygarlığı kuran, felsefedir. Bunlar Hegel’in düşüncesidir. Bütün insanlık doğa yasasına, düşünce yasasına ama haklı çıkarılmış olmak kaydıyla, uymak zorundadır. Uymadığı takdirde de zarar göreceği düşünülür. Hegel akıl için töz demiştir. İnsan edimlerinin içinde olduğu her türlü oluşuma akıl egemendir, akıl tözdür ve aklın kullanım gücü yani düşünce, sonsuz güçtür. Bunun anlamı aklın sonsuzca düşünme olanağını içermesidir. Hegel, “Tarihin oturduğu zemin aklın kendisidir.” der. Tarih bir coğrafyaya oturmaz. Bir toplumun sosyal ilişkilerine oturmaz. Zemin dediğimiz zaman, mekânı anlamalıyız. Buradaki mekân aklın kendisidir. Hegel, düşünceyi o mekânın içindeki oluşumlar olarak düşünüyor. Tarih sahnesi dediğimiz şey aslında, tarihin üzerinde üretip üzerinde oturduğu mekân aklın bizzat kendisidir, diyor. Tikel, tekil akıl değil. Akıl. Külli akıl, tümel akıl. Tümel akıl, zorunluluğun kavranmış biçimidir. Dinlerde Cebrail olarak adlandırılır. Yani fenomenler çoktur, zemin tektir. Yalın düşünceden kasıt şu, tüm düşünceler nereden doğar? Akıldan. Nerede dururlar? Akılda. Tüm düşünme görünüşleri, fenomenleri, düşüncenin kendi kavramları, betimlemeleri, tasvirleri, tasarımları, bunların tümü akılda doğar ve akılda dururlar. Dış dünyadan insana bilgi gelmez. Dış dünyadan insana data gelir, veri gelir. Kavram dış dünyadan gelmez. Data gelir ve dataları birbirine ilişkilendirerek, hani şu alâmetleri ilmik ilmik ilişkilendirmek diye söyledikleri, bir harita oluşturarak kavramı tanımlı kavranır hale getirmek. Hegel,kavramların etkileşmesine, ilişkilendirilmesine akıl diyor. Akıl, sonsuz ilişkiler olanağını taşıdığı için sonsuz formdur.[19]

Hegel’in tarih felsefesi tarihin içeriğinde aklın gelişim basamaklarını ve kendisini gösterme tarzlarını izleyecektir. Çünkü tarih, tinin kendi eylemi olarak tarihte kendi öz bilgisine doğru ilerlemesi sürecinden başka bir şey değildir. Bu ise özgürlüktür ve özgürlük bilinci içinde ilerleme sürecidir. Tarih, tinin kendi özünü açtığı, kendini dışa vurduğu yer olarak asla bir doğal oluş da değildir. Çünkü bu kendini açan öz, özgürlükten başka bir şey değildir. Doğa da ise tin kendini bir zorunluluk olarak açar. Bu yüzden tarihin özü insanın özgürlük bilinci ile yaptığı eylemdir. Çünkü o ancak eylediği şeydir. Kendisi için eyler. Kuşkusuz burada tin kendini kendi bilincinin nesnesi yapmakta, kendini bizzat kendi için açımlayarak kavramaktadır.[20]

Immanuel Kant, ‘Algısız kavramlar boştur. Kavramsız algılar kördür,’ demiştir. Kavramı tanımlarken Kant’ın bu cümlesinden ne anlamalıyız?İster din ister felsefe ister bilim vb. kavramlarla kavranır, bunlar aklın işleridir. Akılda bunlar inşa edilmelidir. Haberler veya datalar ancak inşa edildiklerinde kavrama dönüşürler. Ve o kavramlar görür. Onlar yoksa körüz. Nesnemize körüz. Kant diyor ki, duyumsama, algılama ve imgeleme, ki Kant’ın felsefesinin esas malzemesi imgedir. Algısız kavramlar boştur. Peki, bir boş kavram söylersek, örneğin ‘nitelik’. Nitelik bir kavramdır, aklın kavramıdır. Bana soracaksın neyin niteliği töz arıyorsun örneğin bardağın ya da gülün niteliği. Gülün ne nitelikleri var? Kırmızıdır, biçimi şöyledir vb. bunlar onun niceliğine ait değil. Bunları algılayıp nitelik kavramının akılsal kategorinin altına koyduğum zaman kavram dolmuş oldu. Demek ki kavramlar duyularla doluyor. Duyu yoksa kavramlar hiçbir şey görmezler. Kavramlar kör olmazlar, çünkü kendileri görüdürler. İdeadırlar. İdea, görü demektir. Kavramlar gören olduğu için göz gibidirler. Ama bir şey görecek ki onu görmüş olsun. Bir duyu verisi olması gerekir. Bu bakımdan ikinci önermenin tersini söylerken Kant, bilim adına, felsefe adına bu ikincisi önemli; Kavramsız algılar kördür. Gören kavramdır. Kavram akla aittir, duyuda bulunmaz. Dış dünyada yoktur. Dışarıdan gelmez. Kavramlar aklın kendisinde kurgulanırlar. Ve o zaman görmeye başlarlar.Birincisinde herkes çocukluktan itibaren bir biçimde duyularıyla dış dünyadan data alır. Onun için diyoruz ki, dünya bize verilidir. Ne yolla verilidir? Duyu yoluyla verilidir. Ama bu verili olanı görmek için kavramların olması lazım. Yasası, tanıtlanır kavramı oluştuğu zaman o zaman biz ona dâhil oluyoruz. Aklın dışında iken akla girdiğimiz zaman görmeye başlıyoruz. Çünkü ancak aklın kendisi görür.[21]

Tözseli tanımak isteyen, onu bilincine kendi getirmelidir. Nasıl el renge dokunamazsa, duyulara da tözün ne olduğu gizli kalır. Sonluyu kavrayan anlak da tözü görmez. Bütün oluşum ve görünüşlerin renkli kargaşası kendinde doğruyu saklar, örtüyü kaldırıp doğruyu tanıyacak bilincin gözüdür. Anlağı böyle öznel açıkgözlülüklerden kurtaracak şey felsefeden başkası değildir.[22]

Akılsal olan aynı zamanda gerçektir. Gerçek olan aynı zamanda akılsaldır.[23]

Hegel’in gerçeklik tanımı, kavramla algının birliği ama Kant’da bu birlik mutlak bir birliktir, Hegel’de ise bu, tamamlanmamış, giderek kemale giden, giderek tamamlanmaya giden bir süreç olarak tanımlanır. Hegel, hep eksik görürüz, der. Kavram kendi tamlığına, klasikte varır. Klasik kavramı budur. Klasik olduğu zaman bütünlüğü görmek; yani bütünlüğe klasik der. Bütünlüğe varmadığı zaman eksiktir. Buna kendi örneklerinden biri de şöyledir. Tüm felsefesine yayılacak bir şey olduğu için bunun üzerinde ısrarla duruyorum. Ay gibi düşünüyor. Örtükten açığa doğru bir tabiri var. Kavramlar örtükten açığa doğru gider. Bu bir süreçtir. Yani nasıl? Ay hilal biçiminde iken arkasındaki gölgeyi de görebiliyoruz. Ay, ertesi gün biraz daha aydınlık, ertesi gün daha da aydınlık olur. Dolunay olduğu zaman tam uygun haldedir. Tam uygun yani klasiktir. Klasik olan dolunaydır. Peki, hilal nedir? Hilalin kendisi sembol, nesne olarak ayın görünür kavranılır olmasının aracı ışık olduğu için ışıkta hilalde yuvarlaklığı gösteriyor. Fakat arkadaki gölgeyi de işaret ediyor. O gölge ile bu bütünleşiyorsa tamamlanacak olduğunu önceden sezdiriyor. Bakın sembol oluyor. Sembolik düşünce değimiz bu örnek üzerinden anlaşılabilir. Tamamlandığında ise sembol bitmiş olur. Artık o sembol değildir. Mehtap, mahitap, yani bütünlendi. Klasik, bütünlenmiş demek. Tam uygun demek. Hegel, klasikte kavram tamamlanmıştır, der. Tamamlanmış olan kavramın kendisi, yani aklın kendisidir.Gerçek kavranır olduğu zaman yasalı ve zorunlu olarak kavranılan şeyin ortaya çıkışı anlamında, bir nevi kavradığınızda orada vardır.Yasa ile koşullar bir araya geldiğinde gerçeklik ortaya çıkıyor. Yasa akılda, koşullar ise nesnelerdedir.[24]

Tinsel içerikle ilgili bu muazzam esirgemezliğin bir son ereği olmalı. Bütün bu kuru gürültünün ardında içerde, sessiz, gizli bir yapıt bulunup bulunmadığı sorusu kafamızı kurcalıyor, öyle bir yapıt ki bütün görünüşlerin gücünü kendinde taşısın. Bizi şaşırtabilecek nokta, bu içeriğin büyük çeşitliliği, hatta kendi kendine karşıt olması. Karşıtlığın kutsallık derecesinde saygı gördüğünü, zamanların, halkların ilgisini kendine çektiğini gözlüyoruz. Bu türlü karşıtların birbirine yerini bırakmasının haklı nedenini ‘ide’de bulma isteği içimizde kıpırdıyor.  Bu kendinde ve kendi için olan bir son erek soruş, bizi üçüncü kategoriye vardırıyor. Akıl kategorisidir bu. Dünyaya egemen olan aklın varlığına inanma bu görüşün bilinçli biçimidir. Kanıtı dünya tarihinin kendi gidişidir. Bu gidiş aklın tasarladığı ve eylediği gibidir.[25]

Hegel, insanın özgürleşmesinin tarih içinde tamamlanacağını, başlangıçtaki bir birlik, özdeşlik olarak tinin aynı zamanda tanrısal akıl olduğunu, diyalektik oluş sürecinin bitiminde tüm evren ve tarihin yine bu birliğe, bu özdeşliğe, bu tanrısal akla varacağını söyler. Kendini tarihte açan tin, tanrısal akıldan başka bir şey değildir ve tarihe Tanrı’nın aklı egemendir. İnsanlığın hedefi, özgürlük hedefine ve tanrısal birliğe bir arada yönelme hedefidir. Bu hedef aynı zamanda tinin tüm görünüşlerinin (sanat, din, bilim vb.) anımsaması yoluyla insanın kendi toplumsal varoluşu içinde erişebileceği bir hedeftir. Bu anlamda tarih, aklın içkin yasaları ile belirlenen bir süreçtir ve felsefe, tarihteki bu akılsallığı, aklın kendisini dışa vurduğu şekillenmeler içinde, felsefe, sanat ve din tarihlerini izleyip aklın kendisini anımsaması yoluyla kavrar.[26]

İlkin tarihte yapıtaşları olarak kavramdan uzaklaşan doğa koşullarını, çeşitli insan kaprisini, dış zorunluluğu görüyoruz. Öbür yandan bütün bunların karşısına daha yüksek bir zorunluluk olarak, ölümsüz bir adillik ve sevgi düşüncesini, kendinde ve kendisi için doğruluk olan saltık son-ereği koyuyoruz. Bu  koyduğumuz şey, doğal varlığın karşıtı olarak soyut öğelere, kavramın özgürlük ve zorunluluğuna dayanmaktadır. Bizi çeşitli biçimleriyle, dünya tarihinin idesi bağlamında da ilgilendiren bir  karşıtlıktır bu. Bu karşıtlığı kendinde ve kendisi için olan dünya tarihinde çözülmüş göstermek amacımızdır.[27]

Zorunluluk ve özgürlük kavramı felsefenin en temel karşıt kavramlarıdır. Tarih felsefesinde de hakeza bu geçerlidir. Zorunluluk ve özgürlük kavramları hem insanın kendisi için hem de var oluşu için çok önemli bir ayırımdır. Bu ayırım insanın biyolojik varlığında da vardır. Biyolojik varlığında temellenen gayri iradi sinir sistemi ile iradi sinir sistemi vardır, biyolojik olarak bedenimizdedirler. Bir tanesi otonom sinir sistemi dediğimiz gayri iradi sinir sistemi ki irademize bağlı değildir. Bunlar otomatik olarak vücudun kendi içindeki varoluşsal işleri kendiliklerinden işlerler, bizim irademiz oraya karışmaz. Ne yapacağız diye bize sormazlar. Yani bir böbreğin çalışması ya da karaciğerin çalışması bize sorulmuş değildir. Bedenin birçok organı otonom sinir sisteminin otomatik iradesine bağlıdır. Şimdi burada bir irade var mı? Var. Çünkü organlar bir işlev yapıyorlar. Ve organizmanın fizik doğa, şimik (kimyasal) doğa ve organik doğa üçlemesinde, organizmanın farkı, her örgen her organ, hem kendisi için çalışır hem de bütün için çalışır. Bu çok önemli bir kavram, ne için? Felsefe için. Felsefe doğadan kendine ontolojik ilkeler devşirir. Bunlardan bir tanesi de bu doğanın otonom yapısının iradesinin doğada içkin olmasıdır. Eğer doğaya aşkınsa dindir, dini bir tavırdır. Ve doğaya aşkın irade ise Tanrı’dır. Tanrı kavramı ile eşleşir. Yani özne, aşkınsal öznedir. Evet, bir iradem var özne olarak, şunu yapmak istiyorum, bunu yapmak istiyorum. Ama bütün bu dileklerime, isteklerime rağmen her istediğimi yapamıyorum. Bunun karşısında bir determinasyon, bir sınır var. Nedir bu? Doğa. Dış doğada, kendi doğamda, hatta Kant’a geldiğimiz zaman düşünmenin doğası da engel olarak devreye giriyor. Düşünme kendi karşısında önce dış doğayı, toplumu bulurken dış doğayı yenerek onu aşarak düşüncesini özgürleştirmek isterken ya da toplumla öteki ile olan ilişkisinde bunu yapmak isterken, giderek kendine doğru refleksiyon, giderek öznede derinleşme, düşünce dünyasının içlerini, zihin, iç duyular gibi imgelem yetisi, duyarlılık yetisi, kavrama yetisi gibi tahayyül, vehim gücü vb. iç dünyamızın enstrümanlarını da sorgulamaya başladığında, mantıki, mantığın değişmesiyle düşüncenin etkilenmesi vb. Kant’a kadar bu kendine doğru seyahat devam ediyor ve Kant’ın felsefesinde doğrudan doğruya insan aklı merkeze oturuyor. Sokrates (M.Ö.469-399)’in istediğini modern dönemde Rene Descartes (M.S.1596-1650)’da buluyoruz yani Descartes’da töz felsefesinden özne felsefesine geçiş yapıyor. Cogito’yu bize gösteriyor. Sonra Kant bu cogito’nun eleştirisini yapıyor. Bilme enstrümanı olarak akıl, imgelem yetisi olarak duyarlılık ve diğer düşünme yetilerimizin hepsini sorgulamaya başlıyor. Demek ki düşünce ilk olarak dış doğayı engel görüyor, sonra üretilmiş kültürü engel görüyor, onu nasıl aşabilirim, onun kilidinden, baskısından nasıl kurtulabilirim diyor ve daha sonra düşünme kendisini kendi iç mekanizmalarını engel olarak görüyor. Mantığı engel görüyor. Farklı mantık kurabilir miyim? Hatta şimdi günümüzde genetik biliminin getirdiği olanaklar kök hücre meseleleri gibi bazı olanaklardan hareketle beynin kapasitesini de yeterli görmüyor. Beynin kapasitesini artırarak acaba düşüncemi özgürlük adına daha olumlu kullanabilir miyim gibi tasarımlarımız var. Bu dıştan içe doğru bir seyahat gibidir. Sonra içeride Kant’a rastladık. Aklımızı gördük. Kant’a göre akıl da her şeyi bilemez, engelleri vardır. Onun olası bilme gücünü yetkinleştirip eğitmemiz, ustalaştırmamız gerek. Öznede böyle olunca tekrar özneden dış dünyaya yönelip özne ile nesne arasında bir hakem, nesnel dünya ile öznel dünya arasında filozofik anlamda bir hakem bulabilir miyiz diye sorguladık. Bir kriter ki doğaya ait olmasın, insanın öznesine de ait olmasın, doğayı ve özneyi o kriter karşısında sorgulayabilelim, ilişkilendirebilelim. İşte buna saltık tin deniyor. Burada özne saltık tin, felsefe için; din için olsaydı Tanrı kavramı olurdu. Saltık demek, değişmez demek evet, ama bu vurgu değişmeze değil burada, koşulsuza vurgudur. Saltık tin, koşulsuz düşünce demektir. Koşulsuz irade demektir. Doğa koşullu, bilinç koşullu, mantığa koşullu düşünce tarzına koşullu, kavramlara koşullu, tasarım biçimine ve imgeleme koşullu. Doğa determinasyon içinde, belirlenim altında koşullu. Doğada ve tinde, yani öznede içkin olması bakımından hakemlik yapacak herhangi bir kavram yok. Hepsi göreli kavramlar. Doğanın herhangi bir kavramı doğanın diğer bütün olgularına göreliliğimizi gösterir. Öznenin kavramları da hakeza öyledir. Göreli, yani izafi biliriz, izafi yapabiliriz. Ama burada doğa ile insan arasında, yani bilinçle onun içeriği arasında aşkınsal bir kriter, içkin değil. İçkin olduğu zaman zaten doğanın herhangi bir parçası ya da öznenin herhangi bir yeteneği aklımıza gelsin. Aşkın ne demek? Koşulsuz demek. Herhangi bir şeye indirgenemez olarak bir irade. İlla Tanrı demek istenirse onun buyrukları irade ise o halde bir şey istetecektir. O iradeye bağlanıp bağlanmamak ve iradeyi yerine getirip getirmemek ile ilgili bir alan çıkar. Buna da din diyoruz. Ama eğer o irade saltık irade, yani bir şey istemez ama bizim göreli istemelerimiz onun karşısında sınıflandırılır, değerlendirilir ise bu filozofik ilkesel bir şeydir. O artık saltık bir ilkedir. Ve o saltık ilke, hakemdir. İşte hikmet, hûkema, hakem, hâkim gibi ifadeler bu kavramla ilgilidir. Saltık irade ne suçludan ne avukattan yanadır. Hakkaniyetten yana bir karar vermesi gerekir. Hikmetli bir irade, hikmete bakacak; bunun gerekçesi nedir? Bildiğimiz mahkeme düzeni dediğimiz aslında hikmet kavramının kurumlaşmış biçimidir. Felsefede hikmet bu demektir. O nedenle Kant, felsefe son ucunda yargı önermelerinden ibarettir, der. Yani felsefe bir yargıya varmak zorundadır. Önerme yaparken saltık bir noktayı nazardan görelileri belirlemek adına yapılmışsa o zaman evrenseldir. Yoksa değildir. Yani o zaman kültüreldir. İnançsaldır, ulusaldır. Aileye aittir ya da bireyin kendisine ait olabilir. Ama herkes için geçerli olan bir sav ise evrenseldir. Evrensel, saltık ilkenin soyut kurumsal yapısıdır. Soyut kurum, buradaki kurma, dış dünyada bir kurma olmadığı için felsefenin sistematik kavrama biçimidir. Demek istediğim, organizmaya benziyor. Yani sistematik felsefede her kavram kendini tanımlarken kendine hizmet eder ama aynı zamanda sistemin tamamını kendinde içerir. Organizma gibidir. Böbrek işini yaparken, fonksiyonunu yaparken, kendi yaşamsal varlığını korumak için yapar ama aynı zamanda organizmadaki göz içinde kulak için de tümü için de aynı işi yapar. Şimdi burada insan bedeninde nasıl otonom sinir sistemi ile ilgili organlar çalışıyorlar, biz istesek de istemesek de yatarken, uyurken, gezerken onlar hep görevlerini yapıyorlar, hiç de bize sormuyorlar ama mükemmel yapıyorlar işlerini ve işin doğası diyoruz. Bir de irademiz var. İstediklerimizi yapabilmeye hizmet eden organlarımız var. İşte insan bu ikisinden oluşuyor. Beden olarak da böyle, zihin olarak da böyle. Ve sadece zihin değil, tin yani bütün kültür olarak da böyle. Nedir buradaki? İradi olanlar yani özgürlük alanı, otonom olan zorunluluk alanıdır. İnsanda ikisi bir aradadır. Tasavvuf diliyle söyleyecek olursak, iki deniz salıverdik kavuşurlar ama karışmazlar. Bir berzah var. Zorunluluk alanı ile özgürlük alanının, yani irade, özgürlük alanı, otonom yapı ise zorunluluk alanı; yani doğa, yani determinasyon. Peki, arada berzahta ne var ki, hem iradeye yani özgürlük alanına ait olsun hem de zorunluluk alanına ait olsun? Doğa olarak nefes, bedendeki karşılığı organ olarak akciğer, fonksiyon olarak nefes. Neden? Çünkü nefesimi hızlandırıp kalbimin atışlarını hızlandırabilirim. Kalp otonom sinir sistemine bağlı nefes hem otonom yani unutsam durmuyor kendi kendine körüklüyor. Hatırlarsam onun ritmini değiştirebiliyorum. Hem iradi hem gayri iradi olan göz kapaklarımız ve nefesimizdir. Nefes ama bu bedende tinsel karşılığı nedir? Bilişsel yani kognitif olarak akıldır. Akıl, zorunlulukla irade arasında duruyor. Bugün bilimsel anlamda bilincin ne demek olduğu bilinmiyor. Bilim aklı da bilmiyor. Kimse aklı inkâr edemiyor ama ispat da edemiyor. Aklın işleri var ama kendisi meçhuldür. Bizatihi akıl ‘hûvel gayb’dır. Bizatihi ruh ‘hûvel gayb’dır. Akla inanıyoruz çünkü işlerini görüyoruz. Akıl berzahta durduğuna göre –ki akıl, kavramlarla uğraşır başka hiçbir işle uğraşmaz, dolayısıyla zorunluluk kavramları ile özgürlük kavramları aklın kendi kurgusu içinde ilişkilendirilip bir sistematik hale getirilebilir mi? Felsefenin en temel arayışı buydu. Zorunluluk ve özgürlüğü kavramlaştırırken akılda salt zorunluluğa, salt özgürlüğe kaçmadan ikisini birlikte hayata geçirebiliyor muyuz? Veya hayattan devşirebildiğimiz kavramları bu gözlükle görebiliyor muyuz? Bu felsefe tarihinin en yüksek düşünce biçimlerinin ki, felsefe tarihi demek düşüncenin en yüksek biçimleri demek, tarih boyunca verdiği uğraştır. Kimisi zorunlulukları kanıtlıyor, hatta hiç özgürlük yoktur, diyor. İnsanlar kendilerini özgür zannederler. Aslında her şey determinasyon altındadır, belirlenim altındadır, insan kendini belirleyen güçlerin arkasındaki sonsuza giden ilişkilerini bilemediği için kendisini özgür zanneder. Ya da insan zaten özgür her istediğini yapıyor. Onu belirleyen herhangi bir doğa-üstü bir güç yok. Ancak onu doğası sınırlıyor. Bir başka görüş ise, hayır doğanın ve insanın efendisi olan bir başka güç bir irade, bir Tanrı ve dolayısıyla o hem doğayı hem insanı ve onun her şeyini kontrol ediyor. Yani Tanrı koyduğumuz zaman Tanrı özgür, insan ve doğa özgür değil. Doğayı koyduğumuz zaman her şey determine olmuş özgürlük diye bir şey yok. Hatta insan doğanın herhangi bir uzantısı, devam ediyor. Yani bitkinin yaprak çıkarması, çiçek çıkarınca özgür zannettik, hayır o da yaprağın renklisi diye söylüyorlar. Bu tartışma bütün düşünce tarihinde var. Ne gereği var niye bununla uğraşalım ki? Aslında temelde yatan şey birincil olarak hukuktur. İnsanların yapıp etmelerini nasıl yargılayacağız? Eğer onun bir özgür iradesi yoksa yargılayamayız. Varsa o zaman hangi kritere göre yargılayacağız? Toplumsal uzlaşmamı, inançlar mı? Gelenekler mi? Eğer aklın kendisi yargılayacak dersek, felsefeden başka hiçbir yolumuz yok. Eğer yargıç akılsa, felsefeden başka yol yok. İrade ise keyfiliğe kaçtı demektir. İradede ise, sana göre bana göre yargı yapabiliriz demektir. O zaman güç kimde ise onun aldığı kararlar, boyun eğmek zorunda kaldığımız kararlar haline gelebilir. Hatta halk da onu destekleyebilir. Felsefede şunu göstermek gerekir. Özne felsefesi, töz yani nesne felsefesi. Bir de ikisini birlikte ele alabilmek; insan bedeninde olduğu gibi iradi olan ve otonom olan bir arada yaşıyor. Bu bir gerçek. Bu nasıl oluyor onu anlamaya çalışıyoruz. Bunu felsefeye taşımayı deneyen ilk ve halen tek kişi Hegel’dir. Hegel zorunluluk ve özgürlüğü birlikte ele alan bir filozof olarak saltık tine yönelmiş ve bundan ne anlıyor, niçin böyle bir iş yapıyor? Kendi felsefesinin içinde içerik olarak taşındığı için kendisine başvurmak gerekir. Diğerlerini anlamak kolay, biri aklın felsefesini yapıyor akıl şudur budur, şunu yapar, bunu yapar mantığı budur vb. diyor. Öbürü diyor ki, hayır iradedir esas irade şunu yapar, bunu yapar. Hepsi deyince nasıl olabilir? Akıl, zihin, duyu ve irade hepsini yerli yerinde, bir organizma gibi çalışıyor olduğunu ileri sürdüğünüzde iş değişir. Bütün filozofları bilmemiz, bütün filozofların felsefelerinin o sistem içinde yerinin olduğunu anlamak ve onların birbirleri ile etkileşiminin dirimlilik verdiğini yoksa ölü bir fotoğraf olduğunu anlamak kolay bir iş olmasa gerek. Hegel şöyle diyor; “Tarih felsefesi hiç kuşkusuz tarihin düşünsel yoldan incelenmesinden başka bir şey değildir.” Demek ki olgular, bulgular, belgeler tarihin gereçleri araçları temele alınmıyor, insan düşüncesi temele alınıyor. Neden bunu söylüyor? Böyle bir seçimi nereden yapıyor? Başka bir şey diyebilirdi. Niçin düşünce dedi? Keyfi mi? Felsefi olması için keyfi olamaz. Bu seçimin zorunlu olması gerekir. Neden düşünsel diyebilsin? Belirleyen nedir? Felsefe aklın tümel kavramlarla yaptığı bir iş değil miydi? Düşünceden başka aracı olabilir mi? Olamadığı için söylüyor. Felsefe bize zorunlulukları gösteriyorsa, felsefedir. Ve Hegel bir tanım yapıyor. Düşünceden daha başka bir özsel varlığımız yok ki, onunla ben diğer insanlardan daha farklı olayım. Yine farklı olacaksın ama sıradan olan düşünceyi miraç ettirirsen. Onu bütün nesnelliklerde, bütün kavram ve kurumlarda kalitesini, ilişkisini, yararlılığını, gerçekliğini, doğruluğunu ve haklılığını gösterdikçe insan farklı bir şeye gidebilir. “İnsani olan her şey duygu, tanıma, bilgi, yönelim ve irade hayvansal olmayıp insani olduğu sürece düşünmeden ibarettir.” Hegel’in en birinci belirlenimi budur. Tarih felsefesi mi yapıyoruz? Düşünsel bir yoldan inceleme yapmamız gerekiyor.[28]

Doğru olan kendi içinde geneldir, özseldir, tözseldir. Böyle olduğu için de yalnızca düşüncede ve düşünce içindir. Bu yaratıcı düşünmeyi dünya tarihinde buluyoruz. Doğrudur dediğimiz başka her şey, bu öncesiz sonrasız doğruluğun özel bir biçimidir. Durağı oradadır, ondan gelen bir ışımadır. İnsan onu bilmezse, doğruyu da haklıyı da ahlâklıyı da hiç bilmiyor demektir.[29]

Evrensel tinin gelişmesinin her basamağında, tikel bir halkın bilinci, varoluşu içinde bu tini ve bu tinin içine istencini koyduğu, nesnel gerçekliği temsil eder. Bu mutlak istenç karşısında öbür tikel ulusal tinlerin istenci hak sahibi değildir. O halk, dünyaya egemen olan halktır. Ama bu halk aynı zamanda evrensel tinin mülküdür. O, bu tinin bir an konakladığı, sonra da yazgısına mutlak adalete teslim ederek aşıp geçtiği bir basamaktan ibarettir. Kendini özgür bilen, içinde mutlak olması gerekenin aynı zamanda olan demek olduğu töz, bir ulusun tini olarak edimselliğe ulaşır.[30]

Tinin yaşam üzerindeki ayırt edici niteliği, Hegel’e göre özgürlüğe dayanır. Özgürlük kendini sadece tarihte gerçekleştirir. İddialara göre, aklı ilk tarihselleştiren ve gelişim fikrini felsefenin içine sokan kişi Hegel’dir. İnsanlığın dünyasında her şeyin bir tarih olduğu, toplumun organik bir yapıya sahip olduğu, bütün insani inanç ve uygulamaların kendilerine özgü tarihsel bağlamdan zorunlulukla ortaya çıktığı öğretisidir. Hegel’in felsefesinin temel amaçlarından biri tarihselciliğin göreceliliğine karşı aklın otoritesini savunmaktı. Hegel’e göre, akıl dünyayı yönetir ve dünya tarihi bu nedenle akli bir süreçtir. Tarihte akıl olduğunu söylemek Hegel için olayların belli bir amaca ya da tasarıma uydukları ya da bir amacı gerçekleştirmek için zorunlulukla vuku buldukları anlamına gelmekteydi. Hegel tarihin nesnelerini, ulusları, kültürleri ve devletleri doğada söz konusu olan herhangi bir şey gibi organik gelişimin aynı sürecine tâbi olan organizmalar olarak ele alır. Hegel’e göre ulusal tin, doğal bir bireydir. O böyle çiçeklenir, güçlenir, solar ve ölür. Herhangi bir organizma gibi tarihsel gelişimde diyalektik devinime dayanır. Başlangıç halindeki birlik, fark ve yeniden bütünleşme veya farktaki birlik.[31]

Hegel, “Düşünme, tarihte verilmiş ve var olan her şeyin temelindedir,” diyor. Düşünce yoluyla olduğu için kültürel olan her şeyin temelinde düşünce vardır, diyor. Düşünce tüm davranışlarımıza eşlik ediyor olmalıdır. Değilse o durumlarda biz bilinçli değilizdir. Örneğin, bayıldık, düşünce eşlik etmiyor. Uykudayım, düşüncem yapıp etmelerime eşlik etmiyor. Dolayısıyla düşünce eşlik ediyor olduğu sürece zaten uyanığımdır. Uyanıklık dediğim şey düşüncenin canlı olması demektir. Düşüncenin iradi bir biçimde kullanılıyor olması anlamına geliyor. Verilmiş ve var olandan kastı, bir birey için; doğa verili varlıktır, kültürde var olanlardır. Hem doğayı buluyorum hayatımda hem kültürü buluyorum. Biri verili, biri var. Bana düşen işte o verili ve var olanı dönüştürebilmek. Eğer dönüştürebiliyorsam işte o zaman edimselim. Özne o zaman ortaya çıkıyor. O zaman özneyim. Bir nesneye biçim verdiğim andan itibaren özneyim. Bu anlamda düşünme hem verili olan her şeyin temelidir yani bilmemin aracıdır, başka yolum yok; ama hem de bu düşünce kendi kökenine sahiptir. Düşünce kendi kökenini, yani tohumunu kendi dışından almaz. Tin, buna denir. Tinin birçok tanımı var, ama en önemli tanımı budur. Tin yani düşünce ve düşüncenin ürünleri, kökenini dış dünyada bulmaz. Doğadan almaz. Nedeni kendinde olan her şey tinseldir. Nedeni kendi dışında ise o tenseldir. Dolayısıyla düşünce kökenini kendinde bulur dediğimiz zaman, ne için bunu vurgulayalım ki, felsefe için böyle bir tanımı ne için yapalım? Düşünce, kendisini geliştirmek için kendisinden başka hiçbir şeye başvuramaz. Buna zorunludur. Özgürlüğün aracı düşünmemdir. Düşünebiliyor olduğum sürece özgürlük arama ve özgürlük koşullarını sorgulama olanağına sahibim. Ama düşünme faaliyetim kökenini kendinde bularak illiyet prensibini içererek kendisi zorunludur. Düşünmenin kendisi zorunlu, ne için zorunludur? Bilincim için zorunlu, farkındalığım için zorunlu, iradem için zorunlu, eylemlerim için zorunludur. Bakın hem zorunluluk hem özgürlük, şimdiden düşünce dediğimiz kavramda içerilmektedir. İkisi birlikte; hem zorunluluk var hem özgürlük var. Eğer böyleyse başka türlü yapamaz olmak açısından düşünce, kendinden yola çıkarak, kendinden hareketle bilmek istediği ve yapmak istediği her şeyle ilişkiye girmelidir.[32]

Tinin kendi merkezine yaklaşmaya çalışması demek, kendi özgürlüğünü eksiksiz kılmaya çalışması demektir. Bu çaba onun özüdür. Tin vardır denildiğinde, ilkin bunun anlamı tinin olmuş bitmiş bir şey olduğudur. Fakat o, eyleyen şeydir. Özü eylemdir. Kendinin ürünüdür, kendisinin hem başı hem sonudur. Özgürlüğü durup duran bir varlık olmakta değil, özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelen şeyi sürekli yadsımaktadır. Kendini üretmek, kendini kendine nesne yapmak, kendi üzerine bilmektir tinin işi. Böylece o kendi kendisi içindir.[33]

Hegel, tarihin organik yasaların yanında aynı zamanda yalnızca tine özgü olan belli yasalara da uyduğunu belirtir. Hegel’e göre tin, sadece yaşam değil aynı zamanda yaşamın öz farkındalığıdır. O zaman tarih yasaları onun öz farkındalığının gelişimiyle ilgili olmalıdır. Bu yasalar, ‘ben’in akıl sahibi bir varlık olarak kendinin farkında olduğu dışsallaşma ve tekrar içselleşmenin, kendini kaybetme ve kendini keşfetmenin diyalektiğini içerir. Tinin ayırt edici özelliği özgürlüktür. Tarih yasaları da özgürlüğün öz farkındalığı ile ilgilidir. Böylece bu öz farkındalık tarihin amacı ve ereğidir. Hegel’in tarihte akıl deyişinin çifte anlamı olduğunun farkında olmak önemlidir. Deyiş sadece tarihin biçimine yasalara ya da ereklere uymasına işaret etmez, aynı zamanda onun içeriğine, tarihin belirli bir amacına da işaret eder. Tarihte aklın mevcut olduğunu söylemek hem onun bir amaç ve tasarıya uyduğu hem de amaç ya da tasarının aklın kendini gerçekleştirmesi olduğu anlamına gelir.[34]

Aklın hilesi kavramının bütün amacı, aklın önünde sonunda zafer kazandığını göstermektir. Zira kavram, aklın ‘reel-politik’in en akıllı uygulayıcılarından daha kurnaz olduğunu ifade eder.[35]

Hegel, tarihin sonunun, özgürlüğün öz farkındalığı olduğunu düşünse de tarihin yasalara uyduğunu da vurgular, böylece bu ereğin gerçekleşmesi zorunlu hale gelir. Fakat zorunlulukla gerçekleşen bu özgürlük hiç de özgürlük gibi görünmemektedir. İnsanlar idealleri ya da ilkelerinden hareketle, açık ve öz bilinçli amaçları ile özgürlüğü gerçekleştirecekmiş gibi eylerler. Diğer yandan özgürlüğe hiç yer bırakmaz, zira eğer her şey zorunlulukla meydana geliyorsa, başka seçeneğimiz var mıdır? Hegel bu sorunların farkındaydı ve onlara cevabı, tarih felsefesinin en kışkırtıcı ve tartışmalı fikirlerinden biriydi; Aklın hilesi. Daha açık ifade edersek aklın, bireylerin menfaatlerini, kendi ereklerini gerçekleştirmek için kullanmasıdır. Kişisel menfaatlerin kaosundan aklın düzeni ve ortak erekleri ortaya çıkar. Zira kişiler kendi menfaatlerinin peşinden gitseler bile yine de aklın ereklerini gerçekleştirirler. Diğer yandan bir kişi zorunlulukla akıl uğruna eylese bile, bunu kendi menfaatinin peşinden koşarak yapar, böylece bu, onun dışında iş gören ve kişiyi istemediği bir şeyi yapmaya zorlayan ya da istediğini yapmaktan alıkoyan bir kader değildir. Aslında Hegel, ahlâki idealizmin aklın tarihte gerçekleşmesi bakımından hiçbir rolü olmaması gerektiği konusunda açıktır. O açıkça şunu ifade eder, sırf iyilik uğruna iyiliğin peşinden koşmak gibi boş mefhumların mevcut gerçeklik içinde yeri yoktur. Hegel dünya tarihinin ahlâktan daha yüksek bir düzlemde işlediğini açıklar. Hegel’e göre tinin nihai amacında gereken ve söz konusu amaçta ihtiyaç duyulan, ilahi inayetle gerçekleştirilen şey, etik yaşamı itibariyle bireye düşen yükümlülüklerin, mesuliyetlerin ve sorumluluklarında ötesindedir. Hegel tarih felsefesinde akılcılığına karşın akıldan ziyade tutkuyu tarihin arkasındaki itici güç olarak belirler. Aklın hilesi, tarihin ereklerinin gerçekleşmesinde tutkuya temel bir rol yükler. Hegel’e göre tutkunun doğal gücü insan üzerinde üstünkörü ve güçlükle elde edilen düzen ve ölçülülük, adalet ve ahlâktan çok daha dolaysız bir etkiye sahiptir. Hegel’in tutku kavramı idealizmden çok kişisel çıkardan ileri gelmektedir. Böylece Hegel tutkuyu daha geniş bir anlamda kullanır. Tutku burada tikel çıkarların, özel amaçların ya da bencil niyetlerin hükmettiği insan etkinliğine işaret eder.[36]

Hegel’in tarih felsefesinin ayırt edici özelliklerinden biri, niyet ile sonuç arasında kabul edilmiş olan diyalektik gerilimdir. Tarih, insanın kendini var etmesini sergileyen bir dramadır ve bu dramaya Hegel, büyük insanların yapıp ettiklerine merkezi bir rol yükler. Ne var ki onlar, tam olarak nadiren bildikleri amaçlara doğru onları harekete geçiren, bizzat kendilerinin farkında olmadığı daha yüksek bir amacın salt failleri olarak görünürler.[37]

Olaylar ve eylemlerin durup dinlenmeksizin art arda gelen, sonsuz çeşitlilikteki halk, devlet ve birey oluşumlarının muazzam tablosu karşısındayız. İnsanın gönlüne seslenip onu kımıldatabilen her şey, her türlü iyilik, güzellik, büyüklük duygusu, bu oyun için ortaya konur; kabul ettiğimiz, gerçekleşmesini dilediğimiz erekler buna göre oluşur, izlenir. Umudumuz da kaygımız da onlardadır. Bütün bu olaylar ve rastlantılarda en başta insan eylem ve acısını gözlemliyoruz, her yerde kendimize ait şeyler buluyor ve bu nedenle her yerde eğilimlerimize göre ya onların yanında ya da karşısında yerimizi alıyoruz. Kimi zaman bizi güzellik, özgürlük ve zenginlik çekiyor, kimi zaman da kötülükleri besleyen enerji. Kimi zaman genel bir ilginin oldukça kapsamlı kitlesinin çok daha güç ilerlediğini ve daha küçük çaptaki ilişkilerin sonsuz kümesi için gözden çıkarıldığında, un ufak olup gittiğini, sonra güçlerin muazzam toplamından küçük bir şeyin, önemsiz gözükenden ise muazzam bir sonucun ortaya çıktığını görüyoruz. Her yerde bizi ilgi alanı içine almak isteyen çok renkli bir birikim var. Birşey yiterse, yerini hemen başkası almakta. Bu değişme düşüncesinin olumsuz yanı bizi yasa gömüyor. Nedir bize bu denli dokunan? Tarihteki en zengin oluşumun, en güzel yaşamın bile yok olup gitmesi ve en iyi şeylerin yıkıntıları arasında dolaşmamız. En soylu, en güzel diye bilip bağlandığımız şeyi elimizden alıyor tarih. Onu tutkulara kurban ediyor. Her şey gelip geçiyor, geriye hiçbir şey kalmamacasına. Her yolcu bu melankoliyi duymuştur. Kişisel olarak yitirdiğimiz insanların mezarı başında ya da kendi amaçlarımızın gelip geçiciliği karşısında duyulan cinsten bir yas değil, fakat parıltılı ve üstün değerdeki insan yaşamının yok olup gitmesi önünde duyulan, her türlü yarar düşüncesinin ötesindeki yas. Bu değişme kategorisinin karşısında, ölümden yeni yaşamın meydana geldiğini söyleyen öteki bakış açısı yer alır hemen.[38]

Tinin gençleşmesi aynı biçime düpedüz bir geri dönüş değildir. Kendini düzeltme ve kendi kendini işlemedir. Ödevini bitirmesiyle birlikte kendine yeni ödevler bulur, böylece işlediği malzemeyi çeşitlendirip çoğaltır. Bu nedenle tarihte tinin tüketilmez sayıda yanlarla ortaya çıktığını, bu türlü ortaya çıkıştan keyif aldığını, hoşnut olduğunu görüyoruz. Yine de tinin çalışmasının kendi etkinliğini yeniden çoğaltmaktan ve kendini yeniden yiyip bitirmekten başka bir sonucu yok. Onu tatmin eden kendi yaratılarından her biri, ona sürekli yeni malzeme olmakta, onu kendisini işlemeye çağırmaktadır. Kendi oluşumu ona malzeme olmakta, bu malzeme üzerindeki çalışması da onu yeni tinsel oluşumlara yükseltmektedir. Böylece tin bütün güçlerini bütün yanlarıyla bildirmektedir bize. Güçlerinin neler olduğunu oluşturup ürettiklerinin çeşitliliğinden öğreniyoruz. Kendi etkinliğinden aldığı bu hazda, işi yalnız kendi kendisiyledir.[39]

Kendisinden yola çıkarak tin, düşünce, kendisinden hareketle tüm bilme edimlerini dış dünyaya, nesnel dünyaya yönelerek sonra tekrar kendi üzerine dönmek zorunda kaldığı için; birincil aşama yönelme aşaması, seçme aşaması, iradi aşama; ikinci aşama nesnenin determinasyonunun aşaması yani zorunluluğunun, nesnenin bize dayattığı zorunluluk aşaması; üçüncü aşama ise o zorunluluğun bilgisi ile o nesneye düzen verme aşamasıdır. Nesneyi nesneye karşı kullanmak nesnenin kendi kuvvetler ilişkisini yasa olarak kavramak ve o yasa ile o nesnenin bütün var oluşunu, içeriğine farklı biçimler verebilme olanağını elde etmektir. Doğaya biz biçim veriyoruz. Doğanın bir doğal saltık biçimi var ve bu da enerjidir. Ama biz ona biçim veriyoruz. Ama o doğanın kendi yasası ile belirlenmiş olduğu için bizim keyfimize uygun değildir. Yasası değil, içeriği bizim keyfimize boyun eğmek zorundadır. Çünkü ona boyun eğdirdiğimiz onun kendi Rabb’idir. Kendi yasasıdır. Doğanın herhangi bir nesnesinin kendi yasası onun Rabb’idir. Bizim irademizle o yasa oluştu ise rububiyet tamamlandı ve artık orada kulluk başlar. Ve artık o doğayı istediğim biçime sokarım demektir.[40]

Dünya tarihi, yalın gücün, eş deyişle kör bir yazgının soyut ve rasyonel olmayan kaçınılmazlığın hükmü değildir. Tam tersine, zihin örtük ya da edimsel olarak akıl olduğundan ve akıl da bilgi olarak zihinde kendine belirtik olduğundan, dünya tarihi zihnin kendi başına özgürlüğünün kavramından, aklın momentlerinden ve böylelikle de öz bilinçten ve zihnin özgürlüğünden çıkan zorunlu bir gelişimdir.[41]

Bir ben olduğunu düşünme, insan doğasının köküdür. Tin olarak insan dolaysız bir varlık değildir, tersine özü gereği kendi üzerine dönen bir varlıktır. Bu dolayım devinimi tinin özsel öğe ve aşamasıdır. Eylemi, dolaysızlığı aşmak, bunu yadsıyarak kendine dönmektir. O, eylemle kendi kendini yaptığı şeydir. İlkin kendine döndüğünde özne, kavranır gerçeklik olur. Tin yalnızca onun sonucudur. Tohum örneği bu durumu açıklayabilir. Bitki tohumla başlar ama tohumu aynı zamanda bitkinin tüm yaşamının sonucudur. Bitki tohumu meydana getirmek için büyür. Fakat tohumun bireyin başlangıcı ve aynı zamanda sonu olması, çıkış ve sonuç olarak ayrı, yine de aynı olması, bir bireyin ürününün bir başkasının başlangıcını meydana getirmesi yaşamın güçsüzlüğünü gösterir. Bu iki taraf yaşamda, tıpkı buğday tohumunun yalın biçiminin bitkinin gelişim sürecinden ayrıldığı gibi ayrılmaktadır. Daha yakın bir örnek her bireyin kendisindedir. İnsan olması gerektiği şeyi yalnızca eğitim ve terbiye yoluyla olur.  Dolaysız olarak olduğu şey yalnızca usun, özgür olmanın olanağıdır. Yalnızca gerekirlik belirlenimidir. Hayvan, gözünü açıp kapayacağı kadar bir süre içinde gelişmesini tamamlar. Ancak bunu doğanın hayvana bir lütfu sanmamalı. Hayvanın büyümesi yalnızca nicel bir güçlenmedir. Buna karşılık insan, olması gerektiği şeyi kendisi olmalıdır. Tam da tin olduğu için, her şeyi ilk önce kendisi kazanmalı, silkinip doğallığını üzerinden atmalıdır. Öyleyse tin, kendi kendisinin sonucudur.[42]

Dünya tarihinde kötülüğün somut tablosunu, erişebileceği en büyük boyutla gözlerimizin önünde görüyoruz. Tek tek olayların yığınına bir bakış, bize birey ve her türlü halkın kurban edildiği bir mezbaha karşısında olduğumuzu düşündürüyor. En soylu, en güzel şeylerin yok olup gittiğini görüyoruz. Gerçek hiçbir şey kazanılmamış gibi gözüküyor, nasılsa hâlâ kalan şu ya da bu ölümlü yapıt da alnında çürümenin damgasını taşıyor ve kısa zamanda kendisi gibi ölümlü bir şey tarafından bastırılıyor.[43]

Hegel’e göre tarih, Tanrı kentine giden yolda sadece bir hac yolculuğu, bir geçiş sürecidir. Hegel, içkin teolojisine sadık kalarak tarihe anlam, amaç veya değer yükleyen, tarihin ötesinde yatan doğaüstü bir alanın mevcut olduğunu yadsır. Tarihin ereği onun ötesine uzanmadığından, kefaret tarihin içinde gerçekleştirilmelidir. İlahi inayete yönelik her inancın temel sorunu kötülüğün var oluşudur. Eğer kötülük varsa o zaman ilahi inayet nasıl olanaklı olabilir? Zira sonsuz ve iyi olan Tanrı, kötülüğü neden yaratmakta, hatta neden ona izin vermektedir? Hegel Tanrı’nın özünde iyi olduğunu ısrarla vurgular. Kötülüğün gerçekleştiğini de bütünüyle kabul eder. Bazı satırlarında tarihin uğruna muazzam kurbanların verildiği kıyım tezgâhı olduğunu ifade eder. Hegel kötülüğün varoluşunu nasıl açıklıyordu? Hegel tarihi Hristiyan masumiyet-düşüş-kefaret senaryosunun dünyevileşmiş türevine dayanarak açıklamıştır. Düşüş olmak zorundaydı, çünkü insanlık özgürlüğünü gerçekleştirmek için refleksiyon gücünü, kendi başına düşünebilme yetisini geliştirmek zorundaydı. Tin kendini gerçekleştirme sürecindeyken kendine yabancılaştığında kötülük, içsel bölünme yani fark momenti boyunca görünür hale gelir. Kötülük, tinin kendini gerçekleştirmesi bakımından zorunlu bir aşamadır. Hegel’in özünde iyimser olan açıklamasında, tarih alanında hiçbir şey boşuna yapılmaz ya da yitip gitmez. Geçmişteki tüm mücadeleler özgürlüğün öz farkındalığına giden yolda zorunlu momentler olarak korunur.[44]

Tin kendini gerçekleştirme sürecindeyken kendine yabancılaştığında kötülük içsel bölünme, yani fark momenti boyunca görünür hale gelir. Biz tinin kendini nasıl gerçekleştirdiğini, ancak ötekini kendi ile bütünleştirdiğinde ve bunu gerçekleştirmek için ilkin kendini ötekine karşı koyması gerektiğinde gördük. Daha açık söylersek; bölünme aşamasının iki yönü vardır. İlki ben, kendini ötekine karşı koyar. İkincisi ben, hala ötekine bağlıdır. Ben, kendi bağımsızlığını savunmak için, yalnızca ötekinde ve öteki aracılığıyla hakiki bağımsızlığını elde edeceğini fark etmeden öteki ile mücadele eder. Ben, daha yüksek aşamadaki özdeşliği ancak öteki ile bütünleşmekten kaynaklandığında öteki ile mücadele ettiği için kendi içinde bölünür. Bu, kötülüğün momentidir. Biz kötülüğü, tinin kendini gerçekleştirmesi bakımından zorunlu bir aşaması, tinin içsel bölünmesi olarak anlarsak, o zaman onun zorunluluğunu kavrayabiliriz. Zira ben, ötekini kendi için bütünleştirdiğinde ve kendini tekrar bütün haline getirdiğinde, bölünme aşamasının üstesinden gelecektir.[45]

Dünya tarihinin kendisini gerçekleştirmek için bir sahne gibi değerlendiren, ona sahip çıkan, orada kendi alanını bulan tin, rastlantılarla dışardan oynayacak değildir, tersine kendindeki saltık belirleyici güçtür o. Kendi amaçları doğrultusunda kullandığı ve sözünü geçirdiği rastlantısallıklar karşısında özgün belirlenimiyle sapasağlam durmaktadır. Organik doğal nesneler de gelişme içindedir. Yalnızca doğrudan doğruya dışardan değişen bir varlıkla karşımıza çıkmaz; değişmez bir iç ilkeye, yalın bir öze dayanır. Bu öz, çekirdek halinde yine yalın bir varlık olarak sunar kendini bize, sonradan varoluşsal ayrımlar kazanır; bu ayrımlar, yani organlar onu başka nesnelerle ilişkiye sokar, böylece sürekli bir değişme sürecini sürdürür. Bu değişme aynı zamanda ve daha çok kendi karşıtını, yani organik ilkenin korunumunu ve oluşumların değişmeden kalmasını içerir. Organik birey böylelikle kendi kendini üretir. Kendisini, kendinde olduğu şey kılar. Tin de yalnızca kendini yaptığı şeydir, o da kendini kendinde olduğu şey kılar. Ancak doğadaki gelişim dolaysız, karşıtsız ve engelsizdir. Kavramla gerçekleşmesi arasına, çekirdeğin kendindeki belli doğasıyla varlığın buna uygunluğu arasına hiçbir şey giremez. Tinde ise başkadır. Belirlenimlerinin gerçekleşmeye geçişi, bilinç ve istenç aracılığıyla olur. Bunlar ise ilkin araçsız doğal yaşamın içine gömülmüştür. Nesne ve erek, ilkin bilinç ve istencin doğal belirlenimidir. Öyle ki tine bu belirlenimi canlı tutmak düşer, kendisi de sonsuz iddia, güç ve zenginlik içindedir. Böylece tin kendinde kalarak kendisine karşı çıkar. Kendi ereğinin asıl engel ve düşmanı olarak kendisini yenmek zorundadır. Doğada dingin bir gidiş gösteren gelişme (bunun nedeni ürünlerinde kendisine eşit ve kendi içinde kalmasıdır) tinin kendi kendisine karşı yaptığı çetin ve sonu gelmez bir kavgaya dönüşür. Tinin istediği şey, kendi kavramına erişmektir. Ama onu kendinden saklayan da yine kendisidir, bu kendi yabancılaşmasına mağrurdur, ondan zevk alır.[46]

Hegel’e göre devlet tüm tinsel etkinliklerin organize olmuş bir görünümüdür. Bu yüzden tarih felsefesi aynı zamanda tinin gelişme basamaklarını dünya tarihine geçmiş devlet kurucusu halkları bu gelişim basamaklarının taşıyıcıları olarak görür. Çünkü tarihsel dünya aynı zamanda çeşitli devlet tiplerine göre şekillenen politik bir dünyadır da. Dünya tini ulaştığı her basamakta eski dünya görüşünü aşar ve özgürlüğün somutlaşacağı bir akıl devletine doğru yürür.[47]

Hegel’e göre devlet özgürlüğe yer açmalı ve yurttaşlarının karar alma hürriyetine imkân vermelidir. Bu nedenle Hegel şöyle der: “Hiçbir şey hükümet için bunun dışındaki meselelerde (otoriteyi örgütleme ve idame ettirme) yurttaşların özgür etkinliğini koruyup kolaylaştırmak kadar kutsal olmamalıdır.”

Devlet, dünya tarihinin daha yakından belirlenmiş konusudur, özgürlük onda nesnellik kazanır ve bu nesnelliğin tadını çıkararak yaşar. Çünkü yasa, tinin nesnelliğidir, doğrulanmış istençtir. Yalnızca yasaya boyun eğen istenç, özgürdür. Kendisinde kalarak özgür olduğu için. Devlet ya da anavatan, vatandaşları yasalara boyun eğdirerek onların öznel istençlerinden bir varoluş ortaklığı meydana getirdiği ölçüde, özgürlük ve zorunluluk karşıtlığı ortadan kalkar. Ussal olan tözselliğiyle zorunludur, biz de onu yasa olarak tanıdığımız ve kendi özümüzün tözü bildiğimiz ölçüde özgürüz. Bu durumda nesnel ve öznel istenç barışır ve aynı aydınlık bütünde birleşir.[48]

Tinin kavramı kendine bir geri dönüştür. Kendini dışlaştırmada kendini bulması; budur onun kendine geri dönmesi, belli bir amaç taşır ve saltık son erek yönündedir. İlkesi tikel bir ilke olduğu ölçüde, sınırları kendini halkta gösterir. Bu da halkın bozulmasıdır, hem de bilimlerin ve felsefenin ortaya çıkışı. Bozulmayla birlikte düşünme başlar, bilim ve ahlâk bilinci başlar. Bir halk kendi ilkesine ermişse, bu onun gelişmesinde, düşünme ve düşünmenin ortaya çıkmasında belli olur. Bir halkın içgüdüsel davranış dönemleri aynı zamanda onun erdemlilik dönemleridir. Fakat o bu içgüdü aşamasında kalmayacaktır. Kendine geri dönme soyut düşünmedir. Bu soyut düşünmeye geri dönerken, tin kendine gerçeklik kazanıp kazanmadığını sorar. Kendindeki özgür düşünme, gerçekliğin tiniyle çelişkide olmamalıdır.[49]

İnsan yalnızca devlette ussal varlığa kavuşur. Eğitimin tüm amacı, bireyi öznellikten kurtarıp ona devlet içinde nesnellik kazandırmaktır. İnsan bütün insanlığını devlete borçludur. Özü yalnızca oradadır. İnsan sahip olduğu bütün değere, tüm tinsel gerçekliğe devlet sayesinde sahiptir.[50]

Devlet yaşamında felsefe de ortaya çıkmalıdır. Çünkü bir içeriği kültür içeriği haline getiren şey, düşünmeye özgü olan formlardır. Felsefe ise bu formla ilgili kendisinin bilincidir, düşünmenin düşünülmesidir. Felsefe yapılarının özgür malzemesi zaten genel kültürden gelmektedir. Devletin kendi gelişmesinde bu malzemeyi işlemeye izin veren belli dönemler yaşanmış olmalıdır. Bu dönemlerde ya soylu karakterlerin tini, bölünmüş gerçeklikle barışmak için şimdiki zamandan kaçarak ideal dünyalara sığınırlar ya da düşünme usun düşünmesi haline gelmeye zorlanır. Çünkü düşünen anlak, halkların din, yasa ve törelerindeki her türlü saf kutsallığa ve derin görüşe saldırmış, bu kutsallık ve derinliği soyutlamış, tanrısızlaştırıp genel tasarımlar halinde sığlaştırmış, havaya uçurmuştur. Düşünme, usun düşünmesine dönüşünce de içine düşülen bozulmanın onarımını kendi ana malzemesinde aramalı ve yerine getirmelidir.[51]

Aklı mı görmek istiyorsun? Tarihte göreceksin diyor, Hegel. Peki, tarihte aklı hangi durumlarda görebilirim? Zihni değil, aklı. Yani tam uygun, bütünlenmiş, içeriğini tam gösteren. Devlet. Devlet nedir? Birtakım kurumlardır. Kültürün üstüne kültürü denetleyen, yaşamı biçimlendiren kurumlardır. Bu kurumların aklı nedir? Hukuk. Aklın, bir toplumun kendini yönetmesi ya da bir toplumu yönetenlerin onu belirlemesi, yani ya zorlayıcı ya da rızayla. Neticede somut anlamda devlettir ve devlet edimseldir. Yani belirleyicidir, zorlayıcıdır. Hukukun hayata geçmesi anlamında, aklın edimselleşmesi anlamında devlet determinatördür. Yani insanların dağınık menfaatlerinin birbirleri ile çatıştığı, haklarının henüz tayin edilmediği bir ortamda sözleşmenin, törenin, eğer oraya ulaşmışsa yazılı ve belirli akla ait eğitimle kazandırılabilir. Ve kurumları oluşmuş ve o kurumların hayata etkir olan güçlerinin kuvvetlerinin olduğu yapıya devlet diyoruz. Ve Hegel diyor ki; akıl tarihte en yüksek biçimini devlet olarak bulur ama devlet de ay gibidir. Mutlak bir devlet ve her zaman o devlet anlayışı yanlıştır. Devlet, evet, bir akıldır, bir kavramdır, kurumdur ama kültürün gelişmesiyle, üst yapı olarak o devletin kendisi de gelişir. Tam uygun hale geldiği zaman ne zamandır? Hegel, “İçindeki yurttaşların hak ve özgürlüklerinin hepsinin sağlandığı zaman,” der.[52]

Şimdi de tin istediğine sahip olursa, ne olacağını göz önüne alalım. Bu durumda etkinliği artık durur, tözsel ruhu artık etkin olmaktan çıkar. Eylemi ile en yüksek ilgileri arasına uzaklıklar girer. Bir şey benim için saklılığını koruyorsa, henüz tatmine kavuşmamış ereklerim açısından onu gereksiyorsam, o şey için ilgi duyarım. Halk kendi kendine biçim vermiş, ereğine ermişse, derindeki ilgisi söner. Halk tini doğal bir bireydir. Doğallık içinde yetişir, güçlenir, zayıflar ve derken ölür. Sınırlı bir varlığı olan tinin göçüp gitmesi doğanın sınırlı oluşundandır. Tin canlıdır ve bu ölçüde de özce etkindir. İşi, uğraşı kendini meydana getirmektir, kendini üretip gerçekleştirmektir. Gerçeklik henüz kavramına uygun değilse, tinin iç kavramı kendi kendisinin bilinciyle kavranmamışsa ortaya karşıtlık çıkar. Fakat tin, yaşamında kendi kendisine nesnellik verdiği anda, kendi kavramını sonuna kadar işlediği ve gerçekleştirdiği anda kendisinin tadına varmış demektir. Bu tatta artık etkinlik yoktur, hiçbir dirençle karşılaşmaksızın kendini kendisiyle anlatması söz konusudur.[53]

Kaynaklar:

1- Tarihte Akıl, Hegel

2- Metin Bobaroğlu’nun AAV’deki 09.04.2018 tarihli ‘Tarih Bilinci’ temalı konuşması

3- Metin Bobaroğlu’nun AAV’deki 16.04.2018 tarihli ‘Tarih Bilinci’ temalı konuşması

4- Doğan Özlem, Tarih Felsefesi,

5- Hegel, Alman İdealizmi II, Editör: Güçlü Ateşoğlu

6- Hegel, Seçme Parçalar, Çeviren: Hüseyin Demirhan

7- Hegel, Frederick Beiser 

8- Hanifi Macit, Alper İplikçi, Tarih Felsefesi (Makale)


[1] Tarih Felsefesi, Hanifi Macit, Alper İplikçi

[2] Tarih Felsefesi, Doğan Özlem

[3] Hegel, Frederick Beiser

[4] Hegel, Frederick Beiser

[5] Tarihte Akıl, Hegel

[6] Hegel, Frederick Beiser

[7] Tarihte Akıl, Hegel

[8] Tarihte Akıl, Hegel

[9] Tarih Felsefesi, Doğan Özlem

[10] Tarihte Akıl, Hegel

[11] Metin Bobaroğlu’nun AAV’deki 16.04.2018 tarihli ‘Tarih Bilinci’ temalı konuşması

[12] Tarih Felsefesi Dersleri, HEGEL Seçme Parçalar

[13] Metin Bobaroğlu’nun AAV’deki 16.04.2018 tarihli ‘Tarih Bilinci’ temalı konuşması

[14] Tinin Fenomenolojisi, HEGEL Seçme Parçalar

[15] Hegel, Frederick Beiser

[16] Alman İdealizmi II, Hegel, çev. Güçlü Ateşoğlu

[17] Tarih Felsefesi, Doğan Özlem

[18] Tarihte Akıl, Hegel

[19] Metin Bobaroğlu’nun AAV’deki 16.04.2018 tarihli ‘Tarih Bilinci’ temalı konuşması

[20] Tarih Felsefesi, Doğan Özlem

[21] Metin Bobaroğlu’nun AAV’deki 16.04.2018 tarihli ‘Tarih Bilinci’ temalı konuşması

[22] Tarihte Akıl, Hegel

[23] Hukuk Felsefesinin Ana Çizgileri, Önsöz, Sayfa 14 – HEGEL Seçme Parçalar

[24] Metin Bobaroğlu’nun AAV’deki 16.04.2018 tarihli ‘Tarih Bilinci’ temalı konuşması

[25] Tarihte Akıl, Hegel

[26] Tarih Felsefesi, Doğan Özlem

[27] Tarihte Akıl, Hegel

[28] Metin Bobaroğlu’nun AAV’deki 09.04.2018 tarihli ‘Tarih Bilinci’ temalı konuşması

[29] Tarihte Akıl, Hegel

[30] Felsefe Bilimleri Ansiklopedisi Sayfa 514-550, HEGEL Seçme Parçalar

[31] Hegel, Frederick Beiser

[32] Metin Bobaroğlu’nun AAV’deki 09.04.2018 tarihli ‘Tarih Bilinci’ temalı konuşması

[33] Tarihte Akıl, Hegel

[34] Hegel, Frederick Beiser

[35] Hegel, Frederick Beiser

[36] Hegel, Frederick Beiser

[37] Alman İdealizmi II, Hegel, çev. Güçlü Ateşoğlu

[38] Tarihte Akıl, Hegel

[39] Tarihte Akıl, Hegel

[40] Metin Bobaroğlu’nun AAV’deki 09.04.2018 tarihli ‘Tarih Bilinci’ temalı konuşması

[41] Alman İdealizmi II, Hegel, çev. Güçlü Ateşoğlu

[42] Tarihte Akıl,  Hegel

[43] Tarihte Akıl, Hegel

[44] Hegel, Frederick Beiser 

[45] Hegel, Frederick Beiser 

[46] Tarihte Akıl, Hegel

[47] Tarih Felsefesi, Doğan Özlem

[48] Tarihte Akıl, Hegel

[49] Tarihte Akıl, Hegel

[50] Tarihte Akıl, Hegel

[51] Tarihte Akıl, Hegel

[52] Metin Bobaroğlu’nun AAV’deki 16.04.2018 tarihli ‘Tarih Bilinci’ temalı konuşması

[53] Tarihte Akıl, Hegel

+ Son Yazılar