İnsan, tabiatla ve onun fenomenleriyle ilişkisini yalnızca gündeliğin ihtiyaçlarını gidermek üzere kurgulamaz. Tabiat ve kültür görüngülerinin belirgin olmayan derinliği, çoğu zaman yalnızca inisiye olmuş bir ruh tarafından anlaşılır ve rüsuh sahipleri tarafından bilince taşınabilir. Toplumların genelinin alışkanlıklarında yaşam formları olarak gömülü olan hiyerofanilerin, bu ergin ruhlar tarafından toplumsal farkındalığa aktarılması aynı zamanda toplumun törel inşâsına da kaynak sağlamaktadır.
Geleneksel toplum, kutsalın dilini kendi yaşam pratikleri içerisinden üretmiş ve böyle olmaklığıyla yaşamın tüm fenomenlerini kutsalla ilişkili bir ağ içerisinde örmüştür. Kutsal olanın profan olanla kendini sınırlaması, semavî olanla yeryüzü arasında ilişkinin tezahürleri olarak nesnelere kendini aşan anlamlar yüklemiştir. Ulûhiyetinin tezahürü olarak ortaya çıkan her teofani diyalektik bir ilişki içerisinde yaşamın kendisinden (bereketten, doğurganlıktan vb.) izler alarak şekillenmiştir.
Geleneksel toplumda kutsalın her yerdeliği, bugün modern bilinçlerde zihin bulanıklığı yaratabilmektedir. Tüm bu zihin bulanıklığına rağmen Seyyid Hüseyin Nasr’ın da ifade ettiği gibi: “Kutsal, daha çok kan gibidir; geleneğin atar ve toplardamarlarında dolaşır; bir kokudur, tüm bir geleneksel uygarlıkları kaplar. Gelenek, her yerde aynı anda kutsalı hazır eden uygarlığı meydana getirerek kutsalın varlığını bütün dünyaya yayar. Geleneksel uygarlığın fonksiyonunun kutsalın egemen olduğu bir dünya meydana getirmekten başka bir şey olmadığı söylenebilir.” [1]
Gelenek, yaşamı kuşatan bütüncül yapısı ve müşterek bilgeliğiyle anlamsal bir birikimin ileriye taşınmasıyla yaşam bulur. Bir diğer deyişle, eylem ve onun özü olan anlamın kuşaklar arası göçü geleneğin sürekliliğini tazeler. Bilginin bu dönemde temel gayesi dinsel ve kutsal olanın gerçekleştirilmesine hizmette bulunmaktır. Bu anlamda bilgi, modern dönemin aksine, iktidar odaklarının tekelinde bir güç unsuru olarak değil, genelde toplumun, özelde ise insanın kemale ve erdeme ulaşmasında araç olarak görülmüştür.
Laikos/Klerikos dikotomisine bağlı olarak kendini inşâ eden modern dünyanın kutsallık algısı, geleneğin ve özelde Doğu–vahdet inancının kutsallık algısını anlamakta bugün güçlük çekmektedir. Kutsalın her yerdeliği ve onun yaşamın tüm veçhelerine sirayet eden kudreti, ironik bir şekilde pozitivist teolojiler tarafından bâtıl görülmekte ve eleştiriye tâbi tutulmaktadır. Diğer yandan kutsalı yaşamın kendisinden söküp olağandışı bir durum olarak yalnızca mekâna, nesneye, saifeye irca ettiren literalist, lafızcı görüşler de, imajinatif yorumları sapkın, heterodoks görerek urefayı, vahyin bilgisini zayıflatmak ve çarpıtmakla suçlamaktadır.
Mircea Eliade kutsalı ifade ederken; “Bir nesne, kendisinden başka bir şey olduğu (yani bunu ifade ettiği) ölçüde kutsaldır,” der [2]. İnsanın bilincinde yalnızca kendisini gösteren, bütüne işaret etmeyen her tikel, bu mânâda kutsalın ifade alanının dışında kalmaktadır. Bu bakımdan hiçbir mekân, hiçbir nesne, hiçbir şahıs, hiçbir kitap ve dahi kevn ile fesat kendinden menkûl bir kutsiyete mâlik değildir. Kutsala konu olan mitlerin, efsanelerin, mekânların, taş su ve bitkilerin, kutsal metinlerin ve diğer tüm hiyerofanilerin varlık nedeni kendinde mânâ bakımından mündemiç olan mütealliğe, aşkınlığa işaret etmeleridir. Kutsal olan kendi görüngüsünün sınırlarını, haddini aşan, bütüne işaret edebilme kabiliyetini kendinde taşıyandır.
Gelenek içerisinde gerçeğin katı yabanlığı kutsalın aşkınlığında terbiye edilir. Kutsal, gerçeğin şimdi ve buradalığını, bir ideale bağlı olarak yadsımak suretiyle dönüştürebilmenin, insan açısından imkânıdır. Bu bakımdan nesnenin kendisi değil; işaret edilen, gerçeğe katılması gereken ve bu uğurda sarf edilen emeğin kendisi kutsaldır. Kutsiyet ancak yaşama aktarıldığı, deneyimlendiği ölçüde bilinebilir. Arkaik yaşantıların korkuyu tolere eden totemlerinden tutun da modern insanın ıstıraplarının katı gerçekliğiyle baş edebilmesine kadar verilen mücadelede, idealin aynası olan kutsalın izleri gezinmektedir. Bizâtihi kutsal; mitos, ritus, mabed ve vahyin korunumu olarak bir koruyucu kavram gibi düşünülse de, bunlar yalnızca ideanın göstergeleri olarak fenomenanın nasıl yıkılıp kurulacağına işaret ederler. En nihayetinde kutsal, gerçeği düzenleyen aklın mekanizmi arasında sıkışmış insan tözünü–özgürlüğü, bir erek olarak insanın aklında değil muhayyilesinde, kendisini yaratma imkânı olarak yeniden karşısına koyar. Bu bizâtihi kutsalın sonsal ereğidir.
Geleneğin kutsalı yaşamın tüm formlarına yayması ve bu bağlamda yaşamın tümünü kutsaması öz itibariyle tüm kadim öğretilerde işaret edilen bir durumdur. Kutsalın inşâsı tinin tezahürleriyle açığa çıkar ve tinin kendini bilme süreçlerinin araçları olarak hiyerofaniler bugün de işlevselliğini korumaktadır. Kadim gelenek açısından kutsalın bu her yerdeliği, aynı zamanda her nesnenin bütünle ilişkisi ölçüsünde anlamlı kılındığı bir evren algısını da beraberinde getirir. En genel anlamıyla ulûhiyetin tezahürü kabul edilen kâinat, bir epifenomen olarak, gelenek içerisinde kendisini değil bütünü, Allah’ı işaret eder ve bu mânâda kutsal olarak kabul edilir. Aynı şekilde bu tradisyon içerisinde ulûhiyetin tecellisi olan “insan” da kendisini ulûhiyetin gölgesi olarak görmektedir. Bu sebepten kutsalın tüm tezahürlerinden gaye, beşerin kendini yadsıyarak bir mücellaya inkılâb etmesi; gönlünü bir mabede, nutkunu vahiye, eylemini de kendini göstermeyen karşılıksız bir hizmete döndürmesidir. İşte bu edimler içerisinden yaşayan ve kutsal olan yalnızca insandır. O da Hakk’ı gösterir.
[1] Hüseyin Seyyid Nasr, “Gelenek Nedir?”, Bilgi ve Hikmet, Sayı:9, Çev. Yusuf Yazar, Kış 1995, syf.56
[2] Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş, Kabalcı Yay., Çev. Lale Arslan, İst. 2009, syf.38