Yerin yüzeyi üzerinde atılan her adımla biraz daha genişliyordu. Hayvanların attığı adımlar daha fazlaydı. Yedi mevsimin altıncısı yaşanıyordu. Soğuk Gece, İlkbahar, Yaz, Sıcak Gün ve Sonbahar ara ara gelmiş, şimdi Kış yaşanıyordu ve Buz Yağmuru da gelebilirdi. Adımlar yeri genişletirken atılan adımların hızı mevsimleri değiştiriyordu. Yorulmuşlardı. Dinlenmek için duracak olsalar yağmurlar başlayacak, damlalar yere değemeden havada buz kesilecekti. Onlar adımlarını atmadığı sürece buz damlaları orada duracak, adımlarını atacak olsalar damlalar birer bıçak gibi üzerlerine yağarken bedenlerini kanatacaktı. Durmadan yürüdüler. Kayalık tepeleriyle gökyüzüne taştan saraylar inşa etmiş dağları geçtiler. Ne bir geyik ne kemiklerden bir saray ne de bir devle karşılaştılar. Üç yıl sonra bedenleri yorulmayı unutunca yollar yok oldu, karşılarına kanatları pamuğa dönmüş karahindiba tarlaları çıktı. Yavaş yürüseler göğü buzdan damlalar kaplayacaktı, hızlı yürüseler pamuklar uçuşarak sis olacak, Duva Sokor’u bulamayacaklardı. Adımlarını hızlandırdılar. Koşmayı başarabilirlerse sisler dağılıp hava bulut olabilirdi. Durmadan koştular. Başlarının hemen üstünde bulutlar, karşılarında yemyeşil araziler duruyordu. Üç ay sonra yaban geyikleri geldi önce, ardından sarı serçeler ve ateşe atılmış mısır kokuları. Kemiklerden yapılmış saray gözüküyordu. Sarayın eteklerinde ışıl ışıl nehirler, limon ağaçları ve kavaklar vardı. Beş cüce karşıladı onları. Najib’le konuşurken göz göze gelebilmek için cücelerden üçü omuz omuza çıktı.
“Burada mevsimler yoktur. Oturup dinlenmek ister misiniz?”
Yorulduklarını hatırladılar. Kemikten saray kayalıkların tepesindeydi. Najib, Nima’nın daha fazla yürüyemeyeceğini düşündü.
“Sarayın eteklerine gidip ekmek ve üzüm yiyelim. Orada uyuyup biraz dinlenelim.”
Cüceler onay verdiler. Gidip eteklerdeki çimenliğe oturdular. Önce ekmek yediler sonra üzüm. Uyudular. Uyandıklarında Duva Sokor’un ayak parmaklarını gördüler. Doğrulup göğe doğru baktıl ar. Saraya sığamayacak büyüklükte bir dev başını öne eğmiş onlara bakıyordu. Devin gözü alnındaydı. Yüz cüce bir araya gelip gökyüzüne bir salıncak yaptılar. Dev, Najib ve Nima’yı eline alıp salıncağa yerleştirdi. Devin tek gözü tam karşılarındaydı şimdi.
“Kaç sorunuz var?”
Nima soru soracaklarını bilmiyordu, Najib’e baktı, onun da bundan haberi yoktu. Duva Sokor’un yüzündeki bıkkınlık ifadesi bir anda değişti. Dayanamayıp kahkaha attı. Sarı serçeler devin nefesiyle oradan oraya savruldu.
“Ne yani o kadar yolu soru sormak için değil gezmek için mi geldiniz?”
Cevap veremediler. Tek gözlü devin çok hoşuna gitmişti bu.
“Tamam, size yardım edeceğim, soru sınırını da kaldırıyorum. Mesela neden bir tek gözün var sorusuyla başlayabilirsiniz.”
Nima gülümsedi.
“Bana biri ‘neden iki gözün var?’ dese ‘bir nedeni yok, kendimi iki gözün içinde buldum,’ derdim.”
Dev, Nima’nın söylediklerini beğenmişti. Kafasını Nima’ya iyice yaklaştırıp yakından baktı.
“O yüzündeki noktalar ne?”
“Şey, onlar çiller.”
“Ne güzelmiş. Hep orada duruyorlar mı yoksa düşen çillerden mi bunlar?”
“Düşen çiller olduğunu bilmiyordum.”
“Olsa ne iyi olurmuş. Düştükçe toplar yerine koyardın.”
Nima, Duva Sokor’u sevmişti.
“Biz buraya neden geldik bilmiyoruz, siz biliyor musunuz?”
“Yolda elinizdeki balık suya mı atladı? Neden unuttunuz niye geldiğinizi?”
“Balık yoktu ki elimizde.”
Tek gözlü dev hepten şaşırmıştı. Böyle olmaması gerekiyordu. Ne sorular ne de balık vardı.
“O zaman ben bildiklerimi peş peşe sıralayayım. Bu saray evet kemikten ama o kemikler insanlara ait değil. Çocukları yiyerek beslendiğim tam bir saçmalık. Niye bunu yapayım? Başka yiyecek bir şey mi yok! Cengiz Han benim torunum değil ama ona çok yardım ettim, bu doğru. Ölümsüzlük suyu nerede, bilmiyorum.”
“Ölümsüzlük suyu iyi bir fikirmiş.”
Najib’in değil yalnızca Nima’nın konuşuyor olması Duvo Sokor’un garibine gitmişti. Kafasını eğip ikisine birden dikkatlice baktı. “Anladım,” deyip geri çekildi.
“Hadi saraya gidelim, sana bir şey göstereceğim.”
Dev, havada duran salıncağı eline aldı, bir adımda kemikten sarayın kapısına gelip içeri girdiler. İçeride ne saray ne Najib ne de dev vardı. Nima etrafına bakında, her yönü aynadan yapılmış bir küpün içindeydi.
“Buradayım hey! Aşağı bak.”
Nima başını aşağı eğdi, bir şey göremedi.
“Eğil iyice.”
Eğilip sesin geldiği yere dikkatlice baktı. Yerde bir nokta vardı.
“Ama bu sen değilsin. Sen Duva Sokor değilsin. O tek gözlü bir devdi.”
“Sarayın dışında öyle evet, ama biz içine girdik.”
Aynada kendi yüzünü gördü Nima. Ayağa kalkıp sağdaki aynaya yaklaştı.
“Bu da ben değilim.”
Nima kısa boylu, iri gözlü bir çocuğa benziyordu.
“Seni nasılsan öyle alamazdım, bende nasılsan öyle girdin içeri.”
“Niye olduğum gibi giremedim peki?”
“O zaman sen ben diye bir şey olmazdı.”
Nima tekrar yere eğildi, noktayı avucuna koydu, ayağa kalktı.
“Ellerin, ayakların yok ama keşke gözün olsaydı bari.”
“Var hepsi, ama dışarıdalar onlar. Şimdi beni bir buğday tanesini ağzına atıp yutar gibi yut bakalım.”
“Hayır, bunu yapamam.”
“Neden? Ölürüm diye mi korkuyorsun? Ölmem ben, sen yut.”
“Ama sen konuşuyorsun, konuşan bir şeyi nasıl yutarım?”
“Şimdiye kadar yediğin elmalar da konuşuyordu canım, ama farklı bir dilden.”
Nima, gözlerini kapadı, noktayı ağzına attı ve yuttu. Birlikte yerin derinliklerine düştüler.
Yere düşen tohumdan bir ağaç oldu. Ağacın köklerinden biri koptu, kök yeraltında sürüne sürüne yılan olup çıkışı buldu. Yılan, başını topraktan çıkarır çıkarmaz ağaçta bir elma gördü. Süzülerek ağaca gitti, elmaya kadar tırmandı. Tam elmaya dokunacakken ağacın altına bir kadın geldi. Yılan ağaçtan sarkıp kadının kulağına bir şeyler fısıldadı. Kadın uzanıp elmayı dalından kopardı sonra ısırdı. Elmayı yanında duran adama verdi, o da ısırdı. Mevsim kış oldu. Yüzünde peçe olan bir kadınla bir adam karşı karşıya geldiler. Adam önce İsis’e bokböceğini uzattı. İsis bir eline böceği aldı, diğer eliyle adamın kalbini yerinden söktü, kalp tüye dönüştü. İsis, tüyü teraziye koydu, tüy havalandı. Beyaz bir at kanatlarını çırparak uçmaya başladı. Biraz uzakta kartal kılığına giren Fintan’ı gördü Pegasus. Yerde onun yürüdüğü yöne doğru giden Partholonlar vardı. Bir ova, üç göl, dokuz nehri olan adaya gidiyorlardı. İnsan olmak için yüz insan ciğeri yemek isteyen tilki Kumiho’yu bir resme hapsetmişlerdi. Pandora yanında bir kavanoz, elindeki buğday sapını kavanozun içindeki kana batırıp resimdeki tilkiye kuyruklar çiziyordu. Pegasus başını doğuya çevirdi. Linlerin yok ettiği Törüklerden kalan son çocuğu dişi bir kurt ensesinden tutmuş mağarasına götürüyordu. Hemen aşağıda Zahhak’ı fark etti. Zahhak’ın omuzlarından çıkan iki engerek yılanı Kaveh’e saldırmak üzereyken Pegasus orta yerde inişe geçti. Anne Kibele’nin yanına yaklaştı, ağzını memesine dayayıp karnını doyurdu ve uyudu.