23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığı sırada yeni Türk devletinin adı henüz konulmamıştı. Hükümet, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşımakta, hükümet başkanlığını ise meclis başkanı yapmaktaydı. Yürürlükte olan siyasî rejime uygun devlet şeklini bulmak artık bir zorunluluktu. Millî Mücadele dönemindeki olağanüstü şartların bir ürünü olan meclis hükümeti sistemi işlemez olmuştu. Bakanlar Kurulunun her üyesi için ayrı ayrı oylama yapılmakta, bu durum ise hükümet kurulmasını zorlaştırmaktaydı.
25 Ekim 1923’te hükümetin istifasıyla ortaya çıkan bunalım 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin kurulamamasıyla sonuçlanmıştı. Oluşan kriz ise bir cümle ile aşılıyordu: “Yarın Cumhuriyeti ilân edeceğiz!” Atatürk 29 Ekim 1923’te Anayasa ile güvence altına alınan “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir” hükmünü belirtip ‘devlet’e ismini veriyor, onu kurumsallaştırıyordu.
Devlet, öznelin istenci (tutku) ile genelin oluşturduğu törel bütünün somut biçimi olarak tanımlanır.(1) Anayasa ise ona somutluk katan ilkelerin, içeriğin yazılı metnidir.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyeti tikel bir belirlenim olarak görmez: “Bugünkü hükûmetimiz, devlet teşkilâtımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilâtı ve hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükûmet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millettir ve millet hükûmettir.” Atatürk’ün ifadelerinde Cumhuriyet rastlantısal bir tanım da içermemektedir: “Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.”
Bir toplumun tini, o toplumun tek tek bireylerinde içkindir. Bu öz, bireyler tarafından bilince konu olmamış bir hayal, maya olarak tanımlanabilir. Sözü edilen bireyler öncesiz ve sonrasız olarak var olan saltık aklın deviniminde yer almaları ölçüsünde dünya tarihinde konumlanırlar. Bu alan varoluş alanıdır ve rastlantısal değildir. Toplumlar varoluş alanında tek tek bireylerde içkin olan hayalin o toplumun öznelerinin bilincine konu olması yoluyla gelip, tikel– rastlantısal alandan özgürleşirler.
Bireyler, toplumun özneleri ile buluşuncaya kadar olan süreçte, ne istediklerini değil ancak ne istemediklerini bilirler. Bu belirsizlik, tini toplum bireylerinde içkin kılan nedendir. Belirsiz denilen alan, mitsel, örtülü, rastlantısaldır. Özne, o toplumun isteklerini dolayımsız gören, içkin olanı düşünce olarak bilincine konu ve erek edinen kişidir. Toplum tininin bir öznede hayat bulması, tutkuya dönüşmesi demektir. Tutku, Toplum Tini (toplumda örtük olan – öznede tanımlı olan tin) ile Saltık Tini (öncesiz – sonrasız – devinimde olan) buluşturan bir bağ niteliği taşır. İki tini varlık alanına çağıran irade öznede karakterdir ve bu karakterin ilkesi özgürlüktür. Karakter vesilesi ile sonsuz olanla sonlu olan bir araya gelir.
Türk toplumu kendi varlık bilincini, onu bir ayna gibi gösteren, kendi öznesi olan Mustafa Kemal Atatürk’te ve O’nun oluşturduğu ilkelerde seyredebilir. O, bu toplumu devlet aracılığı ile tarih sahnesine çağırırken devlette bir rejim ve bir varlık ilkesi olarak Cumhuriyetin bu topluma karakter olarak uygun olduğunu bilir ve ona bu nedenle sonsuzluk atfeder: “Benim nâçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
Rastlantısal alan belirsizlik sebebiyle güvenilir bir alandır ve karşıtlık içermez. Fakat bir fikir varoluş sahasına çıkarken kendi karşıtını da kendinde içerir. Bu bir zorunluluktur. Dünya tarihi olarak tanımlanan varoluş alanı(2) karşıtlıklar üzerine kuruludur. Bu açıdan Mustafa Kemal Atatürk ve onun ilkelerinin karşıt unsurları, Atatürk’ün ve ilkelerinin varlığı ile var olmuş ve var olmaya bu sebeple devam edecek olan unsurlardır.
Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyete sonsuzluk atfettiği konuşmasının hemen öncesinde bu fikrin karşıtlığını şöyle tanımlar: “Temeli büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından mürekkep büyük ordumuzun vicdanında akıl ve şuurunda kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem prensiplerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği fikrinde bulunanlar, çok zayıf dimağlı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde lâyık oldukları muameleye maruz kalmaktan başka nasipleri olmaz.”
Bu yüce şahsiyetin karakterinde vücut bulan ilkeler ve devrimler bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. Cumhuriyet bir olgu olarak vardır. İlelebet payidar olması, Türk toplumunun kendinde başlangıçta ne istediğinin bilinmemesinden kaynaklı öz olarak bulunan –özü olmasından ötürü karakterine uygun– Cumhuriyet’in ilanı ile ne istediğini bilen yurttaşların ereğidir. Bu erek ilk ifadesini Mustafa Kemal Atatürk’te bulmuştur.
Cumhuriyet rejimi ile hayat bulan yurttaşlık kavramı nicel bir belirlenim değildir. Yurttaş, devletle ilişkisinde kendini tanımlayabilen, devlet karşısında kendi varlığının bilincinde olan ve varlığının devamlılığını rastlantısala bırakmayı akla uygun bulmayan kişidir.
Atatürk bu bilincin Cumhuriyet karşıtları karşısında tutumunu şöyle tanımlar: “Gelecek nesillerin Türkiye’de Cumhuriyetin ilanı günü, ona en merhametsizce hücum edenlerin başında, cumhuriyetçiyim iddiasında bulunanların yer aldığını görerek şaşıracaklarını asla farz etmeyiniz! Bilâkis, Türkiye’nin münevver ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların hakikî zihniyetlerini tahlil ve tespitte hiç de tereddüde düşmeyeceklerdir.”
Tereddüt, ne istemediğini bilen, fakat ne istediğini bilmeyen bireylerin rastlantısal yaşam alanıdır. Fakat kendi varlığının bilincinde olan aklın düşüncesine konu değildir.
Mustafa Kemal Atatürk tereddüt etmeksizin atiye seslenerek kendi varlığının bilincinde olan Türk Gençliği ile bir mutabakata varmıştır:
“Bugün ulaştığımız netice, asırlardan beri çekilen milli musibetlerden doğan uyanışın ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi, Türk Gençliğine emanet ediyorum.”
EY TÜRK GENÇLİĞİ!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
Bu mutabakat, mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temelini bilen, bu temeli, en kıymetli hazine olarak varlığında/damarlarındaki asil kanda bulan ve Türk toplumunun tinini kendi şahsiyetinde tecelli ve tecessüm ettirmeyi bir ilke olarak taşıyan Türk Gençliği ile Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk arasında gerçekleşmiştir.
Türk Gençliği, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet payidar kılmayı bir vazife olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsından, ilkeleri aracılığı ile devralmıştır.
Alıntılar:
(1) ve (2): Hegel