21. yüzyıla 10 yıldan beri girmiş bulunuyoruz. Bu yeni yüzyılda hem doğaya hem de insana farklı bir şekilde bakabilme ve yorumlayabilme zamanının gelmiş olduğu görüşündeyim. Artık madde adını verdiğimiz nesnel yapıların hem yer kaplayan, hem de dalgasal özellik gösteren enerji paketleri oldukları gerçeği ile yüzleşmek durumundayız. Dalga denilen yapıların nesne olmadıkları, bir enerji aktarımının dış görünüşü oldukları hepimizin bildiği bir gerçektir. Deniz dalgalarının veya deprem dalgalarının maddeyi değil enerjiyi aktardıklarını biliyoruz. Doğada herhangi iki nesnenin birbiriyle iletişimde veya etkileşimde bulunuşu daima bir ara dalga sayesinde gerçekleşir. Makro dünyadaki yapılardan mikro dünyadaki atomaltı parçacıklarına kadar çarpışmalar ve etkileşmeler bu tür bir enerji alışverişi ile gerçekleşmektedir. Maddenin yoğun enerji olduğu hem Kuantum Kuramı hem de Görelilik (Rölativite) Kuramı tarafından ileri sürülmüş ve deneysel olarak kanıtlanmış bir savdır. Ayrıca Enerjinin Sakınımı ilkesi gereğince maddenin enerjiye ve enerjinin maddeye dönüşebilmesi, tüm canlı varlıklarda beden (fizik) ile ruh (metafizik) birlikteliğine işaret etmektedir.

Modern fizik kuramlarının bizlere aktardığı bu gerçekleri anlayıp farkındalığımızı arttırmak ve gündelik hayatımızda bu görüşleri uygulamak pekâlâ mümkündür. Yaşam olgusu bir enerji alış-verişi olduğuna göre, ister maddi ister manevi olsun, her konuda paylaşım içinde olmak önemlidir. Sadece almaya önem vermek ne çevremizi ne de kendimizi geliştirir. Çünkü karşımızdakinden sadece alıp karşılığını vermezsek bir süre sonra almanın da imkânı kalmaz. Var olmak demek bir büyük enerji ortamında alış-verişte bulunmak demektir. Eğer bunu yapamazsak, doğada ve toplumda var oluşumuzun da bir anlamı kalmaz. Nasıl ki bedenimiz var olabilmek için kimyasal enerjiye gereksinim duyuyorsa, aynı şekilde ruhumuz da manevi enerji ile beslenip varlığını sürdürmek ister. Aksi takdirde, ‘ego’ adı verilmiş olan bencil nefis (Nefs-i Emmare) kontrolü ele geçirir ve ruhun isteklerini dinlemez.

Ego (bencil benlik) insanı koruma bahanesini ileri sürerek kontrolü daima elinde tutmak ister. Doğru çözüm beden ile ruh arasında karşılıklı ve dengeli bir iletişimin bulunması, ne birinin ne de diğerinin tek yönetici durumuna geçmemesidir. Zira egonun her istediği olursa bencil ve çıkarcı oluruz. Ruhun her istediği olursa da bu dünya ile olan fiziksel ilişkilerimiz kopar. Önemli olan ortak bir yol bulmak, dengeli bir paylaşım ve yaşam çizgisi sağlamaktır. İnsan olmanın yolu da bu ilk adım ile başlar.

Sufi inancında “bu dünyada ol, fakat bu dünyadan olma” denir. Yani, “Buraya gönderildin ve burada görevin ne ise onu yap, ama bu nesnel, maddi ve çıkarcı dünyanın aleti olma” mesajı verilmek istenir. Bu tabii ki kolay değil. Ama bu görüşün doğru olduğunu bilimsel bir kuram olan Kuantum Kuramı da destekliyor ve nesnelliğin bir varsayımdan başka bir şey olmadığını bize söylüyor. Ruh ve beden iki ayrı varlık olmayıp bütünsel bir birlik içindedirler. Söz konusu olan yapıda ikilik değil, teklik bulunur. İnsanın kendindeki bu tekliği anlayamaması kendi ile kendi olmayan dış dünyayı ayırmış olmasından ötürüdür. İnsanın hem ruh hem de beden bütünlüğünden oluşmuş olduğunu anlayabilmesi için, öncelikle ‘ya-veya’ mantığından kurtulup ‘hem-hem’ mantığına geçmesi gerekmektedir. Her paylaşımın temelinde ‘hem-hem’ yaklaşımı bulunur. Doğanın hemen her ortamında, karada denizde ve havada, yaşam için ortaklaşarak karşılıklı paylaşımın kaçınılmaz bir davranış şekli olduğunu görüyoruz. Bu yaklaşım tarzında geçerli olan mantık ya-veya ayırımı değil, hem-hem bütünselliğidir.

Kuantum Kuramı sadece nesnelliği değil, indirgeyiciliği de temelinden sarsmıştır. Çünkü varlık nesneye indirgenemez. Her var olanı tanımladığımızda biraz da kendimizden katıyoruz. Söze ve kavrama indirgemek, varlığın bütünselliğini göz ardı etmek ve kendi görüş ile yorumumuzu katmak anlamına da gelir. Oysaki varlık varoluşa, varoluş da varlığa dönüşür. Bir diğer ifade şekli, ontolojinin epistemolojiyi ve epistemolojinin ontolojiyi ürettiğidir. Yani, var olanları izleyerek ve gözleyerek bilgi edinmekle kalmıyoruz, ayrıca bilgimiz sayesinde yeni varlıklar da oluşturuyoruz. Bu oluşum icat olarak tanımlansa da aslında bir keşif sürecidir. Yeni bir nesne üretmek için gözlem yapmak gerekli olsa da yeterli değildir. Var olanların karşılıklı işlevsel ilişkilerini keşfetmek ve etkileşim mekanizmalarını anlamak, hem zihinsel hem de sezgisel algının ortak ürünüdür. Sadece akla ve ussal (rasyonel) indirgeyici düşünceye önem vermek, sezgisel ve ruhsal yönümüzü reddederek kendi yeteneklerimizi kısıtlamak anlamına da gelir.

Sezginin öznel oluşu ve kişinin nefs mertebesi (farkındalık boyutu) ile orantılı oluşu, onun insandan insana değişen ve belirsizlik içeren bir özellik taşıdığını gösterir. Belirsizliğin doğada bulunan temel bir özellik olduğunu savunan Kuantum Kuramında, sezgisel buluş ve keşifler önemli bir yer tutmuşlardır. Örneğin, Kuark adı verilmiş olan atomaltı parçacıkların proton ve nötronların temel taşları oldukları savı 1964 yılında ileri sürülmüş olmasına rağmen, bugüne kadar bağımsız bir Kuark parçacığı laboratuvarda gözlenememiştir. Fakat bu sav sayesinde atomaltı parçacıkların etkileşimleri başarı ile açıklanabildikleri için, 6 adet Kuark, Standart Model olarak bilinen fizik kuramında önemlerini korumaktadırlar. Varlıkları dolaylı olarak kabul edilen Kuarklar hem vardırlar, hem de bağımsız olarak gözlenmemiş olduklarından dolayı yokturlar. Bu örnekten, varlık ile yokluk arasında temel bir ayırımın bulunmadığını ve birbirleri ile bütünsel bir birlik içinde olduklarını anlıyoruz.

Nesnel ve pozitif bir bilim olan fizik biliminde bu gibi durumları kolaylıkla kabul edebilen insan, her nedense ruh veya metafizik dendiğinde geri adım atmakta, sezgisel gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmaktadır. Artık bu gibi takıntılardan kurtulup Kuantum Kuramının hem-hem mantığını ve bu kuramın bize aktarmaya çalıştığı varlığın ve dolayısıyla varoluşun kopmaz bütünselliğini kabullenmenin zamanı geldiği görüşündeyim.

Haluk Berkmen
+ Son Yazılar