Avrupa’da 17. yüzyılda gelişen Aydınlanma dönemi düşünürleri, aklın ve mantığın esas -hatta tek- ölçüt olması gerektiği görüşünü savunmuşlardır. Akıl ve mantığı her türlü bilginin şekillendiricisi olarak kabul etmek felsefi bir bakıştan çok, bir ideoloji olmaktadır. Zira ideoloji, kısıtlayıcı, doktrine dayalı, tek yönlü bir bakış açısıdır. 17. yüzyıla kadar din ideolojisi her türlü dünyevi ve uhrevi yaklaşımın en önemli ölçütü iken, 17. yüzyıldan itibaren sezgiler ve içe bakış küçümsenmiş, onların bilimde yer alamayacakları savunulmuş ve dış gözlemle deney esas tutulmuştur.
Pozitif bilimler ölçümü esas kabul ederek her olayı ve nesneyi ölçüye vurmak ister. Zira pozitif bilimlerin dili matematiktir ve matematiğin abecesi de sayılardır. Matematiksel bir ifade sayısal bir ifade demektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu dışa dönük ve tümüyle nesnel bakış açısı sorgulanmaya başlamıştır. Her ne kadar ölçüme dayalı nesnel (objektif) bakış açısı tarafsız olduğunu savunsa da, yine de dış dünyanın bir yorumu olmaktan öteye gidememektedir. Çünkü dış dünyadan duyu organlarımıza ulaşan birtakım verileri biz yorumlayarak anlayabiliyoruz. Dış dünyayı açıklamak ve anlamak için pozitif bilimlerden önce geliştirilen mitoslar ve daha sonraları deney ve gözlemlere dayalı kuramlar, dönemin geçerli olan kültürünün yan ürünü olmuşlardır.
Hepimiz biliyoruz ki doğadaki her türlü yapı ve oluşum ölçülemez. Temel parçacıkların sonsuz küçük boyutları söz konusu olduğunda, kesin sonuçlar üreten ölçümler yapmakta aşılmaz zorluklarla karşılaşıyoruz. Bu zorluklar daha hassas ve güçlü aletler geliştirerek giderilebilecek türden değildir. Yani, ölçüm tekniğinin öyle bir limiti vardır ki, Heisenberg’in ‘Belirsizlik İlkesi’ gereği, bu limiti ne gözlem ne de deney aşabilir.
Ayrıca, kendi içimize dönüp baktığımızda sevgi, aşk, kin, nefret gibi hislerin var olduklarını kabul ediyoruz ama bunları sayıya döküp ölçemiyoruz. Bu bakımdan günümüzün bilimi özneyi dışlar. Özneden gelen bilgileri yok sayar. Sadece nesnel bilgilere değer verir. Yani günümüzün bilimi katılımcı değil, gözlemci bir bilimdir.
İnsanı anlamak istiyorsak, kadim bilgelikle modern bilimi bağdaştırmamız ve her ikisinin bizlere açmış olduğu yollarda ilerlememiz gerekir. Örneğin;
• Gözlem yerine Katılım,
• Tikel yerine Tümel,
• Yokluk yerine Varlık,
• Anlamsız yerine Anlam,
• Mutlak yerine Göreli,
• Bağımsız yerine Bütünsel ve
• Nesne yerine Enerji kavramlarıyla hem çevremizi hem de kendimizi yorumlamakta yarar olduğunu düşünüyorum.
Son 50 yılda gelişen Postmodern Felsefe, klasik dünyanın bakış açısına yeni yorumlar getirerek yukarıda sözünü ettiğim değişime önayak olmuştur. Örneğin, ‘Yapı Bozumu’ (Deconstruction) kavramını geliştiren Fransız düşünür Jacques Derrida, Postmodern Felsefe’nin öncülerinden sayılır. ‘Yapı Bozumu’ yıkım değildir, analiz hiç değildir. Daha çok Batı düşünce sisteminin aşkın durumları açıklamakta karşılaştığı zorlukları çözebilmek için başvurulan bir sorgulama şeklidir.
Postmodern yaklaşım canlı bir felsefe sistematiği olup özellikle ideolojik genellemelerden uzak durmaya çalışmaktadır. Bu yaklaşım 200 yıla yakın bir süredir Batı toplumlarına kesin doğru imiş gibi pompalanan birtakım önyargıları ve varsayımları sorguluyor. Özellikle Aristo mantığının ‘ya-ya da’ ayırımcı bakışını ve klasik Batı biliminin temel varsayımlarını sorgulayarak yeni yorumlar getirmeye çalışıyor.
İkili mantığın kısıtlayıcı özelliğini aşmak amacını güden ve bu mantığa alternatif olabilecek ‘hem-hem’ mantığından söz etmek istiyorum. ‘Hem-hem’ mantığı özellikle insan -yani özne- söz konusu olduğunda, daha kapsayıcı ve bütünsel bir düşünce şekli olarak tanımlanabilir. ‘Hem-hem’ mantığında karşıtlar temelden mevcut değildir. Yani, Hegel’in eytişim mantığından farklı olarak tez ile antitezi karşıt olarak tanımlamayıp, aynı madalyanın ayrılmaz iki yüzü olarak kabul etmektedir. Bu mantığa göre ikili kavramlar birbirlerinin karşıtı değil, tamamlayıcılarıdırlar. Amaç, teknik ve bilim için gerekli olan ikili mantığı yok etmek değil, aksine onların kısıtlayıcı yapısını genişleterek insanı dışlamış olan bilimsel bakışa yeniden insan öğesini katmaktır.
21. yüzyılın bir değişim ve dönüşüm yüzyılı olacağını hem kadim bilgeler, hem de günümüzün aydınları bildirmektedirler. Bu dönüşümü sağlamak için Postmodern yaklaşımın açılımlarını geniş halk kitlelerine tanıtmak, basitleştirip anlatmak ve sonuçta eski varsayımlardan kurtularak yeni bir bilinç düzeyine ulaşmak, günümüz insanına düşen önemli bir görev olmaktadır. Böylece bilim ile bilgeliğin sentezi olan ilim gelişecek ve bilinci yüksek, sorumluluk sahibi bir nesil yetişecektir.