Evren Gül ile Röportaj
Serginizin temel teması olan göç kavramını nasıl tanımlıyorsunuz? Bu temaya yönelmenizdeki ilham kaynağı ne oldu?
Bu temaya yönelmemin sebebi, medyada görmüş olduğum üzerine ateş açılan mülteci botları oldu. Daha sonra bu yaşananları bir araştırma ve çalışma serisine dönüştürme fikri gelişti.
Göç kavramı için benim özel bir tanımım yok. Serginin genel içeriğinin aksine göçün bendeki karşılığı olumlu bir tanımdır. Benim yaşamımda yerleşik bir dönem, mevsim olarak hiç gelmedi. Her an yeniden başlamaya ve yer değiştirmeye hazırım. Ancak burada bahsedilen yerinden-yurdundan edilme. Yeni bir yaşam aramak ve kendini yeniden tanımlamak zorunda kalmak.
Göç ve göçmenlik konusunu işlerken kişisel deneyimlerinizden ya da yakın çevrenizdeki hikayelerden ilham aldınız mı?
Kişisel deneyimlerim benim Türkiye’de bir sanatçı olarak yaşama zorluklarımın çok artması ve İngiltere’ye göçmenlik başvurusunda bulunmamla gelişti. Farkında olmadığınız ve kök salmış birçok parçanız var. Onların varlığını tektonik hareketlerle sarsılmaya başlayınca anlıyorsunuz. Yakın çevremde ise özellikle Türkiye’deki İranlılar’ın müthiş pozitifliği beni etkiledi. O kadar zarif ve zengin bir kültürleri var ki… Bilinenin aksine kadınlara çok saygılı oldukları ve onlar hakkında çok özgürlükçü tutumları da dikkatimi çekti. Ayrıca Türkiye birçoğunun şimdiye kadar göç ettikleri tek ülkeleri değildi. Bunlar, dünyada bizi arama arzumu tetikledi.
Kolaj ve yağlıboya gibi farklı teknikleri kullanarak göç temasını ifade etmek sizin için ne anlama geliyor? Bu tekniklerin ifade gücü açısından avantajları nelerdir?
Ben çalışmalarımı kolaj, asamblaj veya yağlıboyayla olsun, herhangi bir malzeme gözeterek yapmıyorum. Kolaj burada bir anlatım aracı sadece. Bana, “resimlerin kolaj” dense, şaşırarak döner bir de ben bakarım. Çalışma hayatım boyunca taraftarı olduğum ya da eleştirdiğim hiçbir teknik yaklaşım olmadı. Sadece bir resme başlarken eldeki veriden veya imgelemde beliren tetikleyici bir görüntüden hareketle neyin, nasıl ifade edilmesi gerekiyorsa, resimler öyle geliyor. Fakat bu göç temasında, kolajın bu kadar öne çıkmasının nedeni şöyle oldu; konu güncel bir mesele olduğu için muhakkak basın ve medya görüntülerine ihtiyaç duydum. Bu fotoğraflar resimlerime girince birleşik resimlerin nasıl bir arada duracağı sorunsalı baş gösterdi. Bunun için de Amerikalı pop sanatçı Robert Rauschenberg’e başvurmak zorunda kaldım.
Göçmenlerin yaşadığı sıkıntılar üzerine yoğunlaştığınız bu eserlerde, daha çok hangi duyguları ya da hikayeleri ön plana çıkarmak istediniz?
Öncelikle şunu belirteyim çok zor bir konuya bulaştığımı çalışırken fark ettim ve bazı sorunlar ancak çalıştıkça çözülebildi ya da sorun olmaktan çıktı. Daha önceden hiç bu kadar direkt sosyoloji çalışmamıştım. Biz imgelerle anlamlarımızı örtmeye alışmışız. Bu kadar sosyal ve gerçek hatta haber değeri olan bir konuyu resme aktarmak için yöntemler geliştirmeliydim. Bir mülteci botu fotoğrafı koyup da “bakın ne kötü” gibi bir mesaj vermek çok sığ kalırdı. Şimdi sanatın bir de iç problemleri vardır. Ben çok fazla mesaj kaygısıyla resim yapan bir ressam değilim. Bir şey anlatmamayı, eserimin bir şey anlatmadan, varlığıyla iletişim kurmasını, karşı tarafta bir şeyi yerinden oynatmasını daha çok tercih ederim. Bu konuya başlarken hem bir şey anlatmayacağım hem de mültecileri gündeme getireceğim gibi bir ikilemle yola çıktım.
Ve böylece mesajlar ancak “sızma” diyebileceğim bir akışla gelmeye başladı. Ben şunu gördüm –Alejandro González Inarritu’nun “Babel” filminde de bu mesajı yoğun hissetmiştim– mültecilerle, diğerleriyle aramızda ortak insani özleri aradığımı veya yansıttığımı fark ettim.
Bir de kişinin kendini yeniden tanımlaması gibi kimlik sorunları da var. Göç ile ilgili izlediğim filmlerden bir tanesi de Ben Kingsley’in başrolünü oynadığı “Sisler Evi” filmiydi. Kingsley bu filmde Behrani isimli bir göçmeni canlandırıyordu. Karakter İran’da bir general ancak Amerika’da bir sosisçi. Böyle çelişkiler var işte. Bunlar yüzeyde de var.
Filmler bana çok yardımcı oldu. İşin gerçeğini hem başka sanatçıların gözünden hem de çevresel ilişkiler içinde görmemi sağladılar. Başlarken çok okuma yapmam gerektiğini düşünüyordum, bir sürü yük almıştım ve sorumluluk hissediyordum. Bunları yapıyordum da. Ancak izlediğim filmler, durduğum noktada bir sanatçı olarak kendimi, empati ve anlayış gücümü, yeterliliğimi ve birçok şeyi zaten hallettiğimi de gösterdi bana.
Göç temasını işlerken en çok hangi zorlukla karşılaştınız? İzleyiciye doğru mesajı vermek adına yaptığınız özel çalışmalar oldu mu?
Karşılaştığım en büyük zorluk biraz önceki soruda bahsettiğim mesleki zorluklardı. Az önce söylediğim gibi direkt bir doğru mesaj vereyim kaygım hiç olmuyor. Bir şey sızıyor resme. Ancak böyle açıklayabiliyorum. Soran bir yüz, bize dönen bir bakış, bir çocuğun yırtılan resmi, eski fotoğraflar, bazı flashback diyebileceğimiz görüntü parçaları. Bir araya gelmeye veya sınırlanmaya çalışan parçalar.
Yine de bir mesaj verme kaygısı tabii ki oluyor. Çünkü biz sadece kendimiz için çalışmıyoruz, bunlar insanlarla paylaşılıyor, satılıyor, mekanlara giriyor. En azından bunu zamanla öğrendik. O yüzden önceki çalışma süreçlerime zıt olarak daha çok estetik kaygım oldu. Bu kaygıları elimden geldiğince, uzlaşabildiğim kadar, genel beğeni ölçütlerine çekmeye çalıştım. Resimlerin nasıl sunulacağı, nasıl alımlanacağıyla daha çok ilgilendim.
Eserlerinizde göç ile ilgili evrensel bir mesaj vermeyi mi, yoksa daha yerel hikayeleri aktarmayı mı seçtiniz?
Bu çok güzel bir soru! Eserlerde evrensellere değindiğim konular yeterince baskın. Daha önceki cevaplarımda da bunları açıklamaya çalıştım ancak alt yapıda güçlü bir yerel damarın olduğunu hep fark ettim. Mesela Fransa’daki gettolara yer verdim. Bu gettolardaki gençlik çetelerini anlatan “La Heine” filminden bir görüntüyü kullandım. Honduras olsun, Sri Lanka olsun bu çetelerin izleri başka resimlerimde de var ki, bunlar hem göçlerin bir nedeni hem de sonucu. Bir de İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği zorunlu göçler girdi resimlerime. Bunlar neredeyse kendi başlarına küçük bir seri oldular. Toplama kamplarından sağ çıkmayı başaran ve hatta burada Logo Terapi isimli bir terapi türü dahi geliştirme imkânı bulan, Victor Frankl da yer aldı çalışmalarımda. Ayrıca yine yerel olarak, Nurnberg yasalarından sonra Almanya’yı terk etmek zorunda kalan Bertolt Brecht’e yer verdiğim ve kendisinin “Yahudi Orospusu Marie Sanders’ın Ağıdı” isimli şiiri ile aynı adı taşıyan resmimi çok severim.
Göç veren yerlerde zamanında büyük medeniyetler kurulmuş, büyük bir sanat ve kültür tarihi geleneği var. O yüzden resimlerin alt yapılarında kare, dikdörtgen gibi bazı geometrik düzenekler kullandım. Bunlar bu kültürlerin resimleri, nüshaları, süslemeleri, anıtları, yazıtları, totemleri veya tapınakları. Ben de mesela kendi adıma, yaşadığım kültürle de bir bağ kurabilmek için Selçuklu minyatürlerini baz alarak bu resimleri yapmayı hedeflemiştim ama beceremedim tabii.
Göç sürecinde yaşanan zorlukların yanında, eserlerinizde umut ya da yeni başlangıçlar gibi daha pozitif temaları da işlediniz mi?
Olmaz mı? En basitinden yüzeyi tamamen zeminden kaldırıp, yenileyip, yeni bir hikâye yazabilecek bir potansiyeli satıhta hep bir gerilim halinde bulundurup, altta hissettirdim. Mesela aklıma gelmişken, Mel Gibson’un yönettiği 2006 yapımı “Apocalypto” filminden bir kare var. Burada kahramanın portresi gösterilir. Yüzünde muazzam bir özdirenç ve kararlılık vardır. Bu film zaten bir zorunlu göç filmidir. Yerinden-yurdundan edilen insanların, yol boyunca kendi sınırlarını zorlama ve dönüşme hikayesini anlatır. Göçün, özellikle gönüllü göçlerin bu şekilde, bireyler üzerinde inisiyatik bir etkisi de var. Bu konunun askıya aldığım bir tarafı, henüz çok üstüne düşemedim.
Serginizle göçmenlik konusunda nasıl bir farkındalık oluşturmayı hedefliyorsunuz? İzleyicilerden beklediğiniz tepkiler neler?
Bu sergi herhangi bir farkındalık oluşturma niyetiyle oluşmadı. Benim kendime özellikle misyon edindiğim bir söylemde yok. Açık bir çekmecenin içi, bir çalışma masasının üzeri veya bir duvar panosunun üzerindeki notlar, dokümanlar gibi bir gündelik estetik arayışı da var resimlerimde. Bundan hareketle izleyiciyle aramda biraz bu konular üzerine bir diyalog ve paylaşım oluşturabildiğimi hissedersem sevinirim.
Gelecekte göç temasını işlemeye devam edecek misiniz, yoksa farklı sosyal ya da kişisel konulara yönelmeyi düşünüyor musunuz?
Bu konu bende bir tutku olmaya başladı. Beni gerçek kıldığını, hayatı da daha gerçek algıladığımı fark ettirdi. Yani gerçeklikle kurduğum ilişkiye katkıda bulundu. Dünyanın başka yerlerindeki insanlara yaklaştırdı, herkesin bir hikayesi ve zorlukları olduğunu anlattı. O yüzden şimdilik beraberiz.
Onun dışında benim bir izleğim daha vardır; erginlenme anlatıları diyebileceğimiz veya kahramanın yolculuğu… Ben şimdi kırklı yaşlarımı sürüyorum. Geride bir delikanlı bıraktım. Bir de gelmekte olanlar var. Her iki tarafla bir diyalog geliştirme ihtiyacı hissettim. Yani kendi gençliğimde kendimle kurmak isteyeceğim iletişimi yeniden düzenliyorum gibi bir şey. Ve şimdiki gençlerle de tabii. Bunları da dünya edebiyatının bazı büyük anlatılarını merkeze alarak yapıyorum. “Moby Dick”, “Martin Eden” gibi…
Son olarak, serginizi gezen bir izleyiciye bu çalışmalarla ilgili ne söylemek istersiniz? Göç temasını anlamalarını kolaylaştıracak bir önerinizi var mı?
Dediğim gibi içerik açısından ben sadece bir sohbet alanı açmak istedim. Herhangi bir söylemi bağırmak gibi bir niyetim yok. Olması kötüdür anlamında demiyorum ancak bu çalışmaların böyle sloganvari bir bağlamı yok. Benim için aslolan resim yapmak, herhangi bir konuyu illüstre etmek de değil. 1960’larla, özellikle Amerikan dışavurumculuğuyla beraber “saf sanat” akımları gündeme geldi. Yani kendinden başka bir şeye gönderme yapmayan sanat eserleri. Benim üretim pratiğim bunlardan bir hayli etkilenmiştir. O yüzden göç konusunun izleyici tarafından alımlanması benim için birincil bir kaygı değil. Ben sadece bir estetik değer meydana getirdim. “Tasarımsal dil ile sanatsal mücadele içinde” diye bir eleştiri de almıştım. Zor bir işe bulaştım.
***
***
***