Milli Kadın Voleybol Takımımız, 2023 yılında, yüz yirmi sekiz yıl önce keşfedilen ve ilkin mintonette olarak adlandırılan voleybol dalında, Milletler Ligi şampiyonu, Avrupa şampiyonu ve Dünya şampiyonu (Olimpiyat Elemeleri) olarak, toplam üç kupa ile, Türkiye’nin milli takım sporlarında, gelmiş geçmiş en başarılı derecelerini elde etti. Bir yıl içinde dünya klasmanında elde edilen bu denli büyük bir başarı rastlantısal değildir; maddi ve manevî, hem her sporcunun bireysel (dikey) yatırımının hem de ülkenin (yatay) spora yatırımının, bir sistem olgusu içerisinde birlikte ilerlediğinin bir göstergesidir. Cumhuriyetin kurulduğu ilk günlerden itibaren, spora bilinçle yatırım yapıldığı göz önüne alındığında, yüzyıl sonra gelen bu başarının geç kalmış bir başarı olduğu söylenebilir. Türlü maddi zorluğa, tükenmişliğe rağmen, 1924 Paris Olimpiyatlarına muhtelif branşlarda sporcu gönderebilen ülkemizin, takım sporlarında olimpiyatlara katılması için 52 yıl geçmesi gerekmişti. Bu olanak 2012 yılında, yine kadın voleybol takımı ile yaratılmıştı.
Cumhuriyetin ilk kadroları tarafından, sporun yaygınlaşmasının ve Türk gençliğinin bedenî ve ruhî bakımdan eğitiminin ne denli ciddiyetle ele alındığını gösteren, karar ve uygulamaların irdelendiği çalışmalar mevcuttur.[1] Atatürk’ün ölümünden sonra, L’Auto dergisi, Türkiye’nin, müfredatında, beden eğitimini zorunlu kılan, ilk ülke olduğunu yazmıştır.[2] İlginçtir, özel okullarında, lise takımlarını uluslararası şampiyonalara gönderebilecek denli sporla iç içe İngiltere’de bile, beden eğitimi dersi ilk kez 1989 yılında zorunlu hâle getirilmiştir.[3] Gençliğine, yılın bir gününü, spor bayramı olarak hediye eden bir başka ülke yoktur. Maalesef, Cumhuriyetin tâze yurttaşlarını; hevesle, umutla, sorumluluk bilinciyle birbirine tutkallayan coşkunun biçimlendirdiği ilk on beş yıl sonrası, pek çok alanda olduğu gibi, sporda da adı geçen coşku, sönmeye yüz tutmuştur.
Gönül isterdi ki bu yazının konusu, Cumhuriyetimizin ilk yüz senesinde, Milli Kadın Voleybol Takımımızın gösterdiği başarıya denk gelen diğer başarılar arasından seçilerek yazılan bir yazı olsun; örneğin, dünya standartlarında bir posta işletmeciliğimiz; diğer uluslar tarafından örnek alınan ve uygulanabilen evrensel ölçüde bir anayasamız; model alınacak nitelikte bir eğitim başarımız; dakikliği ile dünyada adından söz ettiren bir raylı sistem işletmeciliğimiz ve benzeri başarılar konulu bir yazı. Esefle ifade etmem gerekirse, bu olanaklı olamadığı için, bu yazıda, yukarıda değinilen türden tarihî gerçeklik de dışarıda bırakılarak, voleybolda ulaşılan başarıyı yapılandıran kurucu dinamik ile olimpizm aşamasına ulaşmış bir sporcunun beden ve ruh bütünlüğünün sınırları bakımından, spor felsefesi alanında gündeme gelen tartışmalar ele alınacaktır.
Günümüzde, spor bilimlerinde hâlen devam etmekte olan fenomenolojist kuram ile bilişselci kuram arasındaki tartışmalar, sporcunun bir mekanizma olarak ele alınamayacağı yönünde yoğunlaşmaktadır. Bu tartışmalar çerçevesinde ele alındığında gerek öznel gerekse nesnel kapasite bakımından bir sporcuyu, “bütünsel” olarak inşa eden olgunun; kurumsal, toplumsal ve bireysel bir iş birliği olduğuna, geçen yüzyılın başında dikkat çekebilecek denli bütünlüklü bir insan kavrayışına sahip olan Atatürk’ün dehâsına hayret etmemek olanaksız. Onun sporla ilgili veciz sözlerinden, özne-nesne ve ruh-beden polidiyalektiğinin, eş deyişle epistemoloji ve ontolojinin aşılmış birliğine, dolayısı ile Bütünlüğüne dikkatimizi çeken iki söylemi vurgulanmalıdır:
- “Açık ve kati olarak söyleyeyim ki, sporda muvaffak olabilmek için, her türlü muavenetten (yardımdan) ziyade, bütün milletçe sporun mâhiyeti ve kıymetinin anlaşılmış olması ve ona kalpten muhabbet vatani bir vazife telakki eylemek lazımdır.”
- “Spor, yalnız beden kabiliyetinin bir üstünlüğü sayılmaz. İdrak ve ahlâk da bu işe yardım eder. Zekâ ve kavrayışı kısa olan kuvvetliler, zekâ kavrayışı yerinde olan daha az kuvvetlilerle başa çıkamazlar. Ben, sporcunun zeki, çevik aynı zamanda ahlâklısını severim.”
Antik Grekistan, olimpiyatların başladığı lokasyon olarak kabul edilir. Olimpiyatlar, çokça, Tanrı Zeus adına düzenlenirdi. Olimpiyatlar, kişilerin-takımların bir araya gelip, oyunlar oynadıktan sonra, kazananın ödüllendirilmesini takiben, tarafların evlerine dağıldığı bir etkinlik olmaktan çok, bir İdeal uğruna gerçekleştirilen bir etkinlikti. Tanrı Zeus’a ve diğer tanrılara adanmışlık, kusursuzluğun ruhen ve bedenen giyildiği bir ruh durumuna evrilen bir yaşam biçimiydi; olimpizm bir yaşam felsefesi idi.[4]
Amaçlanan insan, Kalos kagathos idi; erdemin (aretē), şövalyevâri bir tavrın biçimlendirdiği güzel İnsan.
Oyun olarak, öncelikle ve bilhassa savaşa gidecek erkekleri, sonra toplumu yapılandıracak olan bireyleri ahlâkî ve fizikî bakımdan mükemmelleştirmek adına çıkılan yolda, spor faaliyetlerinin eriştiği bütçe, 2023 yılı itibârı ile 512,14 milyar dolar olarak açıklandı. Ekonomik getirinin bu kadar yüksek olduğu bir alanın, pirûpak kalması beklenemez. Hollandalı tarihçi Huizinga’ya göre insan, Homo-Ludens’tir (oynayan insan). Oyun, toplum hayatının aslî ögesidir. Ona göre oyun, kültür ve insan açısından olumludur ancak spor bunun dışında tutulmalıdır: Bir profesyonel sporcunun (yarışmacının) tutumu artık bir “oyun tavrı” değildir, “kendiliğindenliğini ve tasasızlığını kaybetmiştir.”[5]
İdeal sporcu tanımından giderek uzaklaşan; şikelerden, gizli anlaşmalardan maddi kazanç elde eden sporcu ve kulüp sorunu, spor akademisyenlerinin, olimpizm ruhuna dönüş konusunu ciddiyetle ele almalarına neden olmaktadır. Bunun yanı sıra spor bilimcileri arasında şu gibi sorular sorulmaktadır: Dünyanın en iyisi olduğu tescilli iki takımın karşılaştığı bir maç sırasında ne olmaktadır ki bir taraf daha iyi olan takım olarak kupayı almaktadır? Bir aceminin, antrenörünün verdiği talimatları, kendiliğindenlik (otomatizasyon) başlayıncaya kadar tekrarlaması, bilinçli olarak yapılan bir etkinliktir. Beceri kazanımı, mekanize mi yoksa fenomenolojik bir süreç midir? Otopilota geçildiğinde, o bedenin yöneticisi kimdir? Bilişselciler bunu “motor program” olarak yanıtlıyor: Eylemi kontrol etmek için gerekli olan tüm hareketler, motor program içinde depolanmıştır; fakat, bilişsel kurallar yapısına uygun olarak insan, anlamsız bilgi parçacıklarını işleyen bir sistem olarak ele alınabilir mi? İşte bu gibi soru ve sorunlar, spor fenomenologları ile bilişselciler arasında tartışmalara neden olmaktadır.
Milli Kadın Voleybol Takımımız için yenginin, bir maçta ve “o maçta” hüküm süren iç ve dış dinamiklerin rastlantısallığı altında ortaya çıkmadığı apaçıktır. O son maçın toplamında, günlerce, haftalarca, aylarca, ve yıllarca, antrenörün verdiği binlerce talimata itaat; talimatların on bin, belki yüz bin tekrarı; yenmeli, yenilmeli binlerce maçın getirdiği uzam-beden-enstantane birliğinin kusursuz deneyimi; takım arkadaşları ile iyi geçinme iradesinin, kişisel didişmelerin önüne geçebildiği için kendiliğinden gelen uyum; stresle baş edebilmek için, gerektiğinde uzman desteği alarak, kendini tanıma basamaklarının göğüslenmesi; istediğini yiyememek, istemediğini yemek zorunda olmak, antrenmanları aksatmamak, tatillerden geri kalmak, sosyal yaşamdaki arkadaş etkinliklerinden geri kalmak, kas ağrıları, yorgunluk gibi otokontrolü mükemmelleştiren yoksunluklar ve daha nice ödünler vardır. ABD’de, kendini kanıtlamış sporcuların, prestijli üniversitelere, koşulsuz ve burslu kabul edilmesinde, gencin hâlihazırda kendini bir irade varlığı, dolayısı ile güvenilir bir kişi olarak ispatlamış olması ana nedendir; o iç disiplinlidir, iç disiplin öğretilemez, emredilemez sezgisel olarak içselleşir.[6]
“Dreyfus Yaklaşımı” olarak adlandırılan bir yaklaşım, insanı, evrensel yasa ve kurallar tarafından belirlenmiş nesnelerin etkilerine yanıt veren bir diğer nesne, mekanize bir araç gibi gören, Batı düşüncesini reddeder. Onun yerine; Martin Heidegger, Maurice Merleau-Ponty, Ludwig Wittgenstein gibi düşünürlerin felsefesini benimser. “Mind Over Machine”[7] adlı kitap, kitabı yazdığı dönemde, MIT (Massachusetts Institute of Technology)’de hoca olan Hubert Dreyfus’un, JOHNIAC (erken dönem bilgisayar) projesinde çalışan kardeşini, çelişkiye düştüğü noktalara düşünsel olarak, ortak etmesi ile yazılmıştır. Kitabın prologu, Pascal’ın ünlü sözüyle başlar: “Kalbin, aklın bilmediği nedenleri vardır.” Dreyfus kardeşler, bu kitapta makinelerin insan gibi düşünemeyeceği, insanların da makine olmadıkları sonucuna varırlar. İnsan yaşamı, çok yönlü, deneyimsel ve ilişkisel ağlarla donanmıştır; önceden belirlenemez.
Sporda, fenomenolojist teoriyi benimseyenler ile bilişsel teoriyi benimseyenler arasında, öğrenmenin erken aşamalarında ayrı düştükleri bir nokta yoktur. Fenomenoloji görüşünü benimseyenler, ustalık aşamasında vuku bulan “geçiş” nedeniyle, artık beceri kazanımında gerekli olan kurallara değil, esnek bir biçimde, içinde bulunulan duruma, bütünsel bir yanıt verildiğini bildirir. Bu ölçülebilir bir şey değildir; eğer, içinde bulunulan duruma, o an için “doğru” olan tepkinin değil de kuralların hatırlanarak verilen tepki söz konusu olduğunda, gerileme kaçınılmazdır. Spor ve Beden Eğitimi akademisyeni ve aynı zamanda bir antrenör olan Moe, seçkin sporcuların, maç esnasında çevredeki kritik verileri, diğer oyunculardan daha fazla algıladıklarını belirtir. Moe bunu fizyoloji alanındaki çalışmalarla destekler: Bir insana, duyu organlarından, bir saniyede ulaşan nöronal data akışı 107 bits/s’dir ve bilinçli duyusal algı için bu rakam ise 40 bits/s’dir.[8] Evet, bir saniyede bize ulaşan bilgi sayısı 10 milyon iken, biz bunun kırk tanesini bilinçli olarak duyu algımızdan seçiyoruz. Moe, efsane basketbol oyuncusu Larry Bird’ün şu sözünün altını çizer: “Sahada yaptığım hareketlerin çoğu, duruma verdiğim tepkilerden ibarettir… Pek çok kez, topu pasladığımda bilinçsizce yaparım; pas verdiğimi ancak bir an kadar sonra idrak ederim.”6
Beceri kazanımında, yeniyetmelik aşamasından, ustalık aşamasına giden süreç, yukarıda adı geçen kitapta (Dreyfus, 2000) beş aşamalı olarak ele alınmıştır: Acemi, ilerlemiş yeni başlayan, yetkinlik kazanmış, uzman, usta. Acemiden, ustaya doğru, başlarda bilinçli olarak yapılan hareket, ne zaman üzerinde düşünülmeden gerçekleştirilen bir hareket haline gelir? Bu süreci yöneten nedir? Temsilsiz Zekâ’yı incelediği çalışmasında Dreyfus, ilk üç etapta, bilinçli bir kural takibi olduğunu bildirir. İlk olarak, uzmanlık aşamasında, eş deyişle yapılan işe duygusal olarak dahil olunduktan sonra, önceki üç aşamanın kural takip tutumu değişmeye başlar. Dördüncü aşama olan uzmanlıkta, icrâcı, sorunu ve soruna uygun planı hemen fark eder; ancak, ne yapacağını hâlâ düşünmek zorundadır. Bu aşama, sezgisel görüş ile gerekçelendirme arası bir basamaktır. Beceri geliştirmenin, tamamen ortadan kalktığı, aşama ustalık, aşamasıdır. Zamanlaması mükemmel bir pas; hiç beklenmedik bir plase; uzamın, saliseler içinde algılanan “boş”luğunun ardından gelen bir Eys (ACE)… Özne-nesne; zihin-beden ayrımının ortadan kalktığı bir durum. Algının, deneyimin, genlere işlenmiş genetik kodun, uzun yıllar boyu asla terk edilmemiş bir hayâlin, ince ince dokuduğu bir zafer. Sosyal, kültürel, bireysel, genetik etkenlerden ve alışkanlığa bağlı süreçlerden bağımsız olmayan algının, bedenin ve yönelimin bütünleştiği bir varoluş.
Bilişselciler ile fenomenologlar arasındaki ayrılık, dördüncü aşamadan beşinci aşamaya geçiş konusundadır; erken aşamalarda beceri kazanımı konusunda uzlaşırlar. Uzlaşamadıkları konu: Ustalık aşamasında bir “sistem değişimi”nin ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Ustalıkta, artık kuralları düşünerek, izleyerek verilen bir tepkidense, “duruma” verilen bütünsel bir tepki ortaya çıkmaktadır. Martin Heidegger, Maurice Merleau-Ponty, Ludwig Wittgenstein gibi düşünürler, algının, kuralların temel özelliklere uygulanmasıyla açıklanamayacağı, görüşündedirler. Fenomenoloji, insan anlayışını, “dünyada nasıl yol bulunacağını bilmekle” ilgili bir beceri olarak tanımlar; birçok gerçek ve onları ilişkilendirme kuralları bilmekle ilgili olmak yerine. Temel anlayışımız böylece bir, “şu bilme” olmaktan daha çok, bir “nasıl bilme” olur.[9]
Bu bağlamda, Merleau-Ponty’nin bedenlenme teorisi, düşünme sürecini rasyonel bir öznenin zihin temsili ya da bilgi işleme edimi olarak tanımlayan temsilci (representationalist) ve bilişselci (cognitivist) görüşlere karşı çıkar. Merleau-Ponty için bilme ve düşünme, dışarıdaki bir nesneden gelen verinin bilişsel olarak işlenmesi süreci değildir. Bilme, düşünme ve anlama öznenin bedenli oluşundan (bedenselliğinden) bağımsız değildir. Böyle bir özne kavramı aynı zamanda bedenden bağımsız düşünen bir zihin kabulüne, yani kartezyen düalizmin zihin ve beden arasında yaptığı ontolojik ayrıma bir karşı çıkıştır. Merleau-Ponty’nin felsefesi bir taraftan geleneksel epistemolojinin duyum merkezli ve özne-nesne ayrımına dayanan yaklaşımına karşı çıkarken, diğer yandan zihin-beden ayrımına dayanan ontolojik kavramsallaştırmaya da bir karşı çıkış sunar ve insanın dünya ile ilişkisi ve düşünme süreçleri üzerine beden merkezli bir yaklaşım sunar. Merleau-Ponty’nin sunduğu bedenlenme fenomenolojisi, bedenlenme teorileri arasında, insanın dünyadaki bedenli varoluşunu yaşamsal koşullarının tüm öğeleri ile ele alması bakımından önemli bir yer tutar.[10]
Deneyimin temsil edilemeyen yapısı, Bergson’un karışım ifadesi ve süre kavramı ile açıklanan akış hali tanımı ile birlikte düşünüldüğünde, tam bir imgesel ifade edinmektedir. Deneyimin karışım hali, akış hareketi ile birlikte düşünüldüğünde, öngörülemez, sıçramalı ilişkilerden oluşan dinamik yapısının imgesel ifadesi daha belirgin hale gelmektedir.[11] Modern düşünce ve akademik çalışmalar, teorik ve teknolojik düşünceye o kadar kapılmış durumdadır ki fenomenolojik bir insan bilimi projesi bireye bir atılım ve özgürlük olarak görünebilir. Oysa, insanlar çağlar boyunca yaşam deneyimlerinin temeline yeniden bağlanmayı amaçlayan sanatsal, felsefi, toplumsal, taklit ve şiirsel diller icat etmişlerdir. Bu anlamda, proje eski bir yapıya sahiptir.[12]
Enerjiyi “gereksiz” bir biçimde harcamayan, bilinçli bir hareket yeteneğini içerenler, “pürüzsüzlük” ve “akıcılık” etkisi yaratır; yalnızca vecizlik ve akıcılık özelliklerini sergileyen oyun türü, gerçekten “estetik” niteliklere sahip olabilir.[13] Voleybol müsabakalarında, Melissa Vargas’ın topa vurmak üzere yükselişindeki estetik, izlenilmesi yalnızca birkaç saniye süren bir şölen gibidir. Öylesine bir tam uygunluk, öylesine bir tamamlanmışlık, öylesine hem vücudun hem aklın hem deneyimin hem zekânın hem anlık yaratımın bir estetik bütünlüğü hem de dünya rekorunu kıran bir güç! Spor felsefesinde bu türden ipeksi dokunuşlar, varoluşçu fenomenoloji altında incelenmektedir.
Araşan (2021), üst düzey sporun icrası sırasında oluşan bir autotelic çekirdekten söz eder. Yazara göre, üst düzey spor çekirdeğinin, kendisini oluşturan tüm parçalarla birlikte sadece kendisini amaçlamaktan başka bir çaresi yoktur. Bu çekirdeğe bir dış unsur karışırsa, müsabaka aklı çalışmaz, belirsizlik yok olur, hareketlerin olağanüstülüğü kaybolur, skorun heyecanı kaçar ve eksistensiyal gerçekleşmez. Kısacası çekirdeğin tek hayat kaynağı kendisidir ve dışarıdan gelebilecek her şey onun canlılığını soldurur. (…) Oyunun birinci hedefi, kendi içinde barındırdığı ve kendi içiyle sınırlı olan “kazanmaktır”tır. (…) Üst düzey sporda, spor çekirdeğinin yanı sıra bir de dış dünya çekirdeğinin bulunması, sporun uzaklaştırıcı yapısının ölmese bile özelliklerini yitirdiği anlamına gelmez. Çekirdekler birbirinin içerisine karışmaz ama karşılıklı fayda ve ittifak için diyalog halindedirler.[14]
Husserl’in, intention’ı (yönelme, temâyül) öncelemesiyle felsefede dikkat çektiği boşluk, neyin deneyimleneceğine karar veren mekanizma olarak iradeyi gündeme getirir. İrade, gereksinimden kalkarak karar verir. Hegel’de irade, düşünceden ayrı değildir hatta düşünce, iradenin bizzat kendisidir. “Düşünmek” negasyondan kalkarak, kavram/edim olma yolculuğuna çıkar. Denilebilir ki; voleybolcu kadınlarımızın bugünkü başarısı, onların eline topun verildiği ilk antrenmanlarda aldıkları kararlardan bağımsız değildir. Çelik misâli bir irade ile, yıllar yılı, onlarda olmayanı düşlemiş (ideal), realiteleri, idealin yokluğunu hissetmek olmuş ve sonuçta, realite ile idealitenin birliği bir edim, bir gerçekleştirme olarak ortaya konulmuştur.
Onlara, bu bilinçle bakıldığında, ritüelik tekrarlarla, ahlâkı huy olarak ortaya koyabilmiş ender bulunan karakterlerine derin bir saygı duymamak, ideolojik bir tutum gibi görünmektedir. Olimpik seviyeye ulaşan bir takımın performansında; antrenör, kulüp, ülke, hakem, oyuncu, izleyici, sahanın fiziksel koşulları, vb. etkenler birbiri içine geçerek bir doku oluşturur. Üst düzey sporlarda, bilhassa takım sporlarında, öznenin, kendini tarihsel bir gerçeklik ve çaba içerisinde; bir takımın çarkı döndüren bir dişlisi, bütünleyici unsuru olarak alımladığı ve bunu performansında neredeyse görünür kıldığı esnada, izleyicinin onun şortlu bacağını cinsel bir uyaran olarak görmesi, görenin bilinç düzeyinin, henüz binlerce yıl öncesine bile ulaşamadığının bir göstergesidir. Bilindiği gibi, Tanrı ile aralarında bir kumaş kalınlığının bile olmaması adına, sporcular olimpiyatlara çıplak olarak katılırlardı. Beden güzelliğinin, içselleştirilmiş bir başka Güzelin, “görünmez olanın”, sporcunun iradesinden yansımasıyla, görünür kılınmasına bir araç olduğu düşünülürdü. Bu nedenle, izleyicinin de yukarıda adı geçen dokuya katılımı önemlidir. Bu yıl, EuroVolley sunucusu, Türk izleyicinin, maçın yapıldığı şehirleri hep bir Ankara’ya çevirebilen gücüne değinmiştir. Bu bağlamda, maç sırasında, görünmeyeni, görünür kılan çelik bir irade sahibi insan görmek yerine, cinsel bir obje gören izleyici tutumu sorunludur.
2003 senesinin 10 Kasım günü, Japonya’da dünya şampiyonasında mücadele veren voleybol kadın takımımız, önceden, antrenörlerin ve oyuncuların uzlaştığı gibi, maç için gerekli olmayan bir anda mola almış ve bu molayı, yüz yıl önce, “Kız çocuklarının da vatan ve milletin yüksek menfaatlerini her suret ve vasıta ile müdafaa ve muhafaza edebilecek kabiliyette yetiştirilmelerinin millî terbiyede esâs olması, buna göre kız çocuklarının da bedenî, fikrî ve hissî terbiyeye tâbi tutulmalarının…”[15] diyen Atatürk’ü, minnet ve hürmet ile anmak amacı ile kullanarak vefâ borçlarını ödemiş; böylece, kimi tutumu da ustalıkla yanıtlamışlardır.
[1] Evcin, E. (2014). Atatürk’ün Spora ve Sporculara Bakışı [Atatürk’s Perspective on Sports and Athletes]. Tarih Araştırmaları Dergisi [Journal of Historical Research], 33(55), 303-378.
[2] Tel, M. (2007). Atatürk’ün Beden Eğitimi ve Spora Bakışı. Fırat Üniversitesi Doğu Araştırmaları Dergisi, 5(3), 173-176.
[3] Donovan, M., Jones, G., & Hardman, K. (2006). Physical Education and Sport in England: Dualism, Partnership and Delivery Provision. Kinesiology, 38(1), 16-27.
[4] Filiz, N. Olympism Revisited in Relation to the Word Aretē in Ancient Greek Culture. Research in Sports Science 2020, 10(2); 58-63.
[5] Araşan, A. (2021). Oyun Kuramları Işığında Üst Düzey Sporun Hermenötik Fenomenolojisi [Doktora tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Anabilim Dalı].
[6] Bobaroğlu, Metin. Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe. Anadolu Aydınlanma Vakfı Toplantıları, 09 Kasım 2015.
[7] Dreyfus, H. L., & Dreyfus, S. E. (2000). Mind Over Machine, New York: The Free Press.
[8] Moe, V. F. (2004). How to Understand Skill Acquisition in Sport. Bulletin of Science, Technology & Society, 24(3), 213-224.
[9] Moe, V. F. (2004). How to Understand Skill Acquisition in Sport. Bulletin of Science, Technology & Society, 24(3), 213-224.
[10]Aydın, A. (2020). Merleau-Ponty’nin Bedenlenme Fenomenolojisi: Bilinç ve Beden Bütünlüğü. Kilikya Felsefe Dergisi, 1(1), 77-90.
[11] Atmaca, Y. (2009). Tasarım Sürecinde Sezgi’nin Tanımı [Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü]. Haziran 2009.
[12] Van Manen, M., (1990), Researching Lived Experience: Human Science For an Action Sensitive Pedagogy, The State University of New York Press.
[13] John Hughson & David Inglis (2002) Inside the Beautiful Game: Towards a Merleau-Pontian Phenomenology of Soccer Play, Journal of the Philosophy of Sport, 29:1, 1-15.
[14] Araşan, A. (2021). Oyun Kuramları Işığında Üst Düzey Sporun Hermenötik Fenomenolojisi [Doktora tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Anabilim Dalı].
[15] Ünver, D. (2004). Atatürk ve Spor. BAL-TAM Türklük Bilgisi Dergisi, Sayı 1, 167-172. Eylül 2004.