Zamansız varlıktan, varlıksız zamana; oradan varoluşun zamanına; derken zaman-mekân-hareket üçlüsünün birbirinden bağımsız olmadığının gösterildiği günümüze dek zaman, İlkçağ filozoflarının da dâhil olduğu hararetli tartışma konularından birisidir.
Aziz Augustinus’un “İtiraflar”ının, XI. Kitabı’nda ele alındığı biçimiyle zaman varlık ilişkisi, günümüzün zaman anlayışına öncül bir çalışma olarak görülebilir. İnsan algısından bağımsız bir zaman anlayışının olanaklılığını sorgulayan tanrıbilimci bu filozof, zamanı geçmiş, şimdi ve gelecek olarak ayırarak bilinçle olan ilişkisini ortaya koymuştur: Hatırlamayı geçmiş; umut etmeyi ise gelecek boyutu olarak nitelendirmiştir.
Böylece, psikolojik bir sezgiden sonsuzluk fikrine, diğer bir deyişle zamanın bir ilişkilendirme biçimi olarak ele alınışına uzanan yeni bir kapı aralanmış; giderek, Varlığın geleceğe açılan varoluş olması nedeniyle zamanın asıl boyutunun, geleceğe yönelmiş olanaklılık olduğu fikri öne sürülmüştür.
Geleceğe yönelik ihtiyaç, geçmiş ve geleceğin olumsuz birliği olarak şimdide, geçmişte edinilen deneyim filtresinden geçirilmiş olarak bulunur. Bu nedenle, insan varoluşunun zamandan bağımsız olarak ele alınamayacağının bilinci, bir geçmiş ve gelecek varlığı, özgürlük ve zorunluluğun birliği olarak insana, tarihsel bir kimlik vermiştir.
Toplumsal tarih ile öznel tarih, birbirinden ayrılamayan bir bütün olarak, özbilinçli özne tarafından şimdide sentezlenir. Hegel, Tinin kendilik bilgisini oluşturma yolunda sarf edilen emeğin bizzat Tinin edimsel Tarihi olduğunu ileri sürer: Tin kavramı içeride olan bilinçsiz bir güdüdür ve dünya tarihinin işi ise onu bilince çıkarmaktır.
Bu bize bir toplumun oluşturulması kadar sürdürülebilmesi için, bu toplumda yaşayan bireylerin, dikey tarihin özneleri olarak, yatay tarihte katılmalarının ne denli önemli olduğunu gösterir.
O hâlde, bir tarih varlığı olan insanın geleceğe yönelttiği bir duygu durumu olarak umut, kavramsal açıdan ele alındığında öznel bilincin tikel bir belirlenimi olabileceği gibi, yine bireysel bilincin bu sefer tümel bilinçaltındaki bir belirlenimi de olabilir. Bu durumda, umut hangi ben’in umududur?
Bilinç Özbilince doğru evrildikçe, tek tek şeylere yönelmiş öznel istekler de istence doğru evrilir. Böylece, zamana ve olaylara saçılmış ve hatta bir süre sonra unutuluvermiş irili ufaklı umutlar giderek tek bir belirlenim altında toplanmaya başlar ki burada istenci tetikleyen biricik unsur tutkudur.
İstek tümevarım, istenç ise tümdengelimli doğadadır. Bu durumda, Özbilince doğru giden aşamalarda mertebelendirme kaçınılmaz olacağı için bir Özbilinç varlığı hâline gelmiş insanın umut edebileceği tek bir konunun kaldığından söz edilir. Bunun ne olduğuna yazımın sonuna doğru işaret edeceğim. Hazır olmayana umutsuzluk ve huysuzluk; hazır olana ise mutluluk verecek olan bu derinlik, giderek bir mertebelendirme çerçevesinde ele alınacak konunun başında değil sonunda söylenmeli.
* * *
Duyum ve sezgi içeriklerinin yeniden üretilip, düşünce olarak ortaya konulduğu bir bilinç düzeyinin umutlarının istek biçiminde, beslenme; barınma; üreme alanları ile ilintili olması doğaldır, kaçınılmazdır. Yine de kendisini doğa ile belirlenmiş olarak bulduğunda, istencin istenci, dolayımlanarak ussallığa yükseltilmek suretiyle asıl doğasına kavuşmaktır. Bu yönde bir seyir için birey üzerinde baskı yaratır.
Daha gelişmiş bir bilinç tipi olarak insan olmanın anlamını; insanın evrendeki yerini sorgulamaya başlayan bilincin, umudu dile getirişleri Tümel kiptedir. Lâkin evrensel bireysellikte ilerleyiş, eş deyişle kavramın olgusallaşması, tikel özün kendisini yitirişi olarak hissedeceği zorunlu uğrağa geldiğinde, umut karşıtına dönüşerek umutsuzluk olacaktır. Dolayısı ile bu tür bilincin istek ve istenç ilişkisi yukarıda tanımlanan bilinç düzeyi ile benzerlikler taşıyacaktır.
O hâlde, tarihte paradigma değişimlerine neden olabilmiş; dünyaya yeni bir yön verebilmiş yüce kişiliklerin tutkuları olarak beliren umutlarının kaynağı farklı mıdır? Yukarıda değinilen umutsuzluk eşiği nasıl aşılmıştır?
Benzer bir biçimde, kendisi dönüştüğünde, Dünya’nın onunla dönüştüğü bir süreci tamamlayan; nesnel ve öznel istencin kendisinde bütünüyle barışık olduğu tutkulu bir insan neyi, nasıl ve niçin umut etmiştir?
Varlığını tözsel tine bir araç olarak sunabilecek denli cesur, içkin ussal özün kendisini gerçekleştirmesini sağlayabilmesi için tikel belirlenimlerinden kolaylıkla ferâgat edebilen; bir Medius terminus olabilen bu tür insanlar kimlerdir?
* * *
Günümüzde kitlelerin ekonomik, sosyo-kültürel, politik açılardan yönetilmeleri ve yönlendirilmeleri söz konusu olduğunda yukarıda sözü edilen ilk bilinç seviyesi hedeflenmekte ve tutsaklıklarının artırılması yönünde uygun araçlarla işlenmektedir. Bahsi geçen ikinci grup ise genel bir eğilim olarak muhalefet kanadını oluşturur.
Uygulama sahasında vasat ile yetinen bilincin umudu, kalabalıkların siyaseten yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önemli bir araçtır. Bir miting alanına toplanmış milyonların bir şiirle coşturulabilmesi, umut nesnesi olarak vaat edilenin, “şimdi” yerine getirilememiş olmasının, gelecekte yerine getirilemeyeceği anlamına gelmediği savından dayanak alır. Hatta belki de böyle bir coşkuda umut, umudun özsel olarak barındırdığı saltık olumsallık nedeni ile gelecekte başarılarak olumsuzlanacak ve dolayısı ile ortadan kaldırılacak olma tehlikesini beraberce ötelemektir.
Kitlelere yön verebilen bu türde bir olgusallık sırtını her zaman, henüz Özbilinç olarak kavranmamış olan bireysel bilincin, ne de olsa Evrensel Tini sezgisel olarak barındırıyor olmasına yaslar: bireyin kendisine örtük kalan yanına.
Burada göz ardı edilmemesi gereken, söz konusu coşkuyu yaratabilen retorik ustasının da benzer bir ıssızlıkta bulunma olasılığıdır. Tikel ve yerel istekler umut edilip, hedeflense de; dile gelen İdealar, Evrenseller olmakta; böylece denk bir dolayımsızlıkta; her iki taraf için de Özne ile dirimsel bir bağ taşımayan yüklemler, bir umut nesnesi olarak retoriğin omurgasını oluşturmaktadır.
Demokratik bir seçimle gelmiş olsa da giderek otokrasi yönünde savrulan yönetimlerin deneyimlendiği toplumlarda, muhalefetin de bir Öznesizlik sorunu yaşadığının tahmin edilmesi pek güç olmayacaktır.
Tikel olanı, yerel olanı hedefleyen yönetimler, özgürlük karşıtı olmalarıyla, Evrensel değerleri yaşama geçirmek üzere atılım yapan uygar yönetim biçimlerinden ayrılırlar. Tinin tözü özgürlük olsa da, dolaysız olarak verili olmayan “özgürlük anlayışı”nın gelişmesi eğitime bağlıdır. Özgürlük kavramının bu özsel öneminden ötürü, çağdaş, lâik, insan hak ve özgürlüklerinin gözetildiği toplumlarda, öncelikle eğitim yapılandırılır. Karşıt bir girişim de, aynı nedenle eğitim alanında tutucu normların tesisini öncelikle ve özellikle önemseyecektir.
Oysa “Akledebilen” bilir ki: Hak ve özgürlüklerin giderek kısıtlanması, tarih sahnesinde yalnızca dönemsel bir kesinti anlamı taşır; özgürlüklerin baltalanması olumsuza doğru değil, aksine bir sonraki zorunlu kıpı olan gelişme ve ilerlemeye doğru tepkiyi biriktirecek bir etkidir. Akleden, kendi yarattığı etkinin aslında, kendisinin öncülü olan bir başka etkiye verilen bir tepki olduğunu da bilir.
* * *
Toplumsal birlikteliğin tıkandığı, iç gerilimin arttığı dönemlerde, Tinin kendisini giderek daha yüksek bir kavrama doğru geliştirmesi için öznelere gereksinim vardır. Modern devletlerin kurulmasından önce, bazı toplumlarda bu öznelerin, kahramanlar olarak ortaya çıktıkları görülmüştür. Bu kahramanların ortak özelliği, temsil ettikleri halkların umutlarını tek bir bedene sığdırabilme kapasiteleridir.
Eski Yunan’da, Ostrakismos uygulamasının gündeme getirilmesini gerektirecek denli Tanrısal insanların varlığından söz edilir. Aristotélēs, “Politika”sında, böyle üstün bir kişi devletin bir parçası olamayacağından devleti aştığının kabul edilmesi gerekliliğinden ve sıradan insanlar arasında onun bir Tanrı sayılmasının akla yakınlığından söz eder. Bu olağanüstü kişileri yönetecek yasa olmadığından dem vururken şöyle devam eder:
“Onlar kendileri yasadır ve onları bağlamak için yasa yapmaya kalkışacak kişinin çabaları boşa gider… Ostrakismos’a, yani sürgüne başvurmalı diyemeyiz; onu yasalarımız altına da sokamayız; çünkü bu da Zeus’tan egemenliğini insanlarla paylaşmasını istemek gibi olur. Bu nedenle, tek çıkar yol doğayı akışına bırakmaktır; o egemen olacaktır, biz de sevine sevine ona boyun eğeceğiz. İşte bu gibi insanlar şehirlerinde kraldır, sürekli olarak kral…”
Hegel Usun tarihe tutku ile girdiğini söyler ve tutkulu bir özne olarak tanımladığı kahramanın şu özelliklerine dikkat çeker:
- Tarihteki büyük insanların kişisel erekleri dünya tarihinin istencini oluşturan tözdür, tözdendir; karşı koymak ellerinden gelmez.
- Daha yüksek olanı, tümeli kavrar ve onu kendilerine amaç edinirler.
- Tin kavramına karşılık gelen en yüksek ereği gerçekleştirirler.
- Ereklerini, mesleklerini sessiz sakin, düzenli bir dizgede olayların kutsanmış gidişinde bulmazlar.
- Haklılıkları kurulu düzenden değil, başka bir kaynaktan gelir.
- Varolanlara hiç mi hiç benzemeyen şeyleri tasarlayıp ardından giderler.
- Doğru ve zorunlu bir şeyi istemiş ve meydana getirmiş olduklarını; içlerine doğan şeyin zamanının geldiğini ve bunun zorunlu bir şey olduğunu bilirler.
- Ötekiler, bu kişinin bayrağı altında toplanırlar.
- İnsanlara, istediklerinin ne olduğunu ilk bildiren kişilerdir.
- Başkalarını mutlu etmek umurlarında değildir.
Bu kişilerin kendilerini gerçekleştirmeleri, önüne geçemedikleri bir zorunluluktur. Tutkuyla bağlandıkları tek bir umudun sermaye edildiği kutlu yolda kendileri diğerleri için bir umut olanlardır.
Türkiye’de yaşayan yurttaşlar olarak bu satırların, okuyucuya -sevenine ve dahi sevmeyenine- Atatürk’ü hatırlatmış olma olasılığı yüksektir. Mustafa Kemâl Atatürk, bir imparatorluğu “ümmet” bilincinden özgür yurttaş bilincine, özgürlüğe, modern devlete taşıyan, tutkulu doğasının yaşamını biçimlendirdiği bir kahramandır.
Atatürk’ün, Ussal olanın kendisini tarihte açımlamasının zorunluluğunun bilincinde olduğu “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” isimli eserinde açıkça ortaya konulmuştur. Musa’dan başlayarak, içinde yaşadığı döneme kadar taşıdığı bölümde yaptığı yorum bu açıdan çok önemlidir.
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” diyen Atatürk karakterinin kaderi olduğunun bilincinde olan bir Özbilinç varlığıdır.
Sevgili dostum Mustafa Alagöz’ün bir yazısında “Atatürk’ün, bir ulusun yeniden doğuşuna önderlik ederken gösterdiği tarihsel inisiyatif, düşünce derinliği, ilkelerindeki evrensel boyutun Hegel’in tarih felsefesiyle taşıdığı paralellikler…” olarak ortaya koyduğu benzerlikler önemlidir.
Atatürk şöyle der: “Diyebilirim ki ben, ulusun duyuncunda ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal giz gibi kendi duyuncumda taşıyarak yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım.”
“Beliren ulusal savaşın tek amacı, yurdu yabancı salgınından kurtarmak olduğu hâlde, bu savaşın, başarıya ulaştıkça, ulusal istence dayalı yönetimin bütün ilkelerini ve biçimlerini evre evre bugünkü döneme değin gerçekleştirmesi, doğal ve kaçınılmaz bir tarih süreci idi.”
“Bu kaçınılmaz tarih akışını, ilk anda ben de gördüm ve sezinledim. Ama baştan sona, bütün evreleri kapsayan sezgilerimizi ilk anda bütünüyle açığa vurmadık ve söylemedik.”
Umudumuzun taşıyıcısı olan kahramanlar dönemi geride kalmıştır, modern devlette kahramana gereksinim yoktur; artık her yurttaş bir kahramandır. Kahraman ise kahramanca eyleyendir; bir zamanlar onları besleyen kaynak kurumuş değildir.
Demokratik bir rejimin, özgür yurttaşları olarak bireysel yaşamımız için, özelimiz için umut ettiğimiz şiddette hatta belki de daha fazla umudu ülkemiz, dünyamız için yaşatabilmeliyiz. İnsan hem özel hem de toplumsal olmak kaydıyla çift yönlü bir varlıktır. İçinde yaşadığı topluma katkı vermek için, her zaman öznel ihtiyaçları ile bir denk düşme beklentisi içinde olmamalıdır. Hatırlanmalıdır ki, kahramanların özel yaşamları, fedâ edilmiş yaşamlardır.
Fedâ uç noktada yaşamın fedâ edilmesidir; yokluğa gidiştir… Anadolu bilgelerinin Vefâ olarak söz ettiği en üst mertebe. Konu buraya gelmişken, sözümü tutup yazının başında işaret ettiğim umuttan söz edeyim: Ölüm. “Fedon Diyaloğu”nda Sokrates, baldıran zehrini içmesine saatler kala şöyle der:
“Şimdi bana dayatılan yolculuk umutla başlayacak. Ve anlığının arılaştığını ve hazırlandığını düşünen her insan için aynı umut vardır.”
Sürekli tüketerek umudumuzu da tükettiğimiz rahat yaşamımızdan, sivil toplum örgütlerinde yer almak; düzenli okumak; yerel yönetimlerle öneri-eleştiri bağlamında temasta olmak; sendikalarda görev almak; anlayabildiğimiz ölçüde bilim dünyasını takip etmek; yazarak –yayımlatma hedefi gütmeden de olsa- bilinç seviyemizi kendi bilincimiz için açık ve seçik kılmak; sanatı takip ederek varlığına katkıda bulunmak gibi etkinliklerle çıkarsak, ilk etapta ödün vermek gibi hissetmenin giderek içimizin umut dolması hâline dönüştüğünü göreceğiz.
Bunun nedeni, fedâkârlığın, gerçekte, insanın kendisini kendi özüne vermesi ile sonuçlanan bir dengeleme edimi olmasıdır.
Hegel’in kahraman, Aristotélēs’in “İşte bu gibi insanlar şehirlerinde kraldır, sürekli olarak kral…” dedikleri Atatürk gibi olanlardır. Aramızdan neredeyse bir asır önce ayrılmış olmasına rağmen bize hâlen dirimli olduğunu hissettiren şey, kendisinin vefât ederek katıldığı Anadolu Tini’dir.
Bu topraklarda Umut onun ayak izlerini takip eder.
*Bu yazı 9-10 Kasım 2017 tarihinde gazateduvar sitesinde yayımlanmıştır.
Kaynakça:
1- Alagöz, M. (2017) Atatürk ve Hegel: İki Aklın Buluşma Noktaları. www.ayorum.com
2- Aristotélēs (2016) Politika. İstanbul: Remzi Kitabevi (Çev. Saffet Babür)
3- Atatürk, M.K. (2010) Zabit ve Kumandan ile Hasbihal. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
4- Augustinus (2014) İtiraflar. İstanbul: Alfa Yayınevi (Çev. Çiğdem Dürüşken)
5- Bobaroğlu, M. AAV Toplantı Kayıtları 2009-2017
6- Hegel, G.W.F. (1995) Tarihte Akıl. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.(Çev. Önay Sözer)
7- Hegel, G.W.F. (2001) Küçük Mantık. (Çev. A. Yardımlı)
8- Hegel, G.W.F. (2004) Tinin Görüngübilimi. İstanbul: İdea Yayınevi (Çev. A. Yardımlı)
9- Hegel, G.W.F. (2006) Tarih Felsefesi. İstanbul: İdea Yayınevi (Çev. A. Yardımlı)
10- Heidegger, M. (2006) Varlık ve Zaman. İstanbul: Agora Kitaplığı (Çev. Kaan Ökten)
11- Ülken, H.Z. (2014) Varlık ve Oluş. Ankara: Doğu Batı Yayınları
12- Platon (1997) Savunma Fedon. İstanbul: İdea Yayınevi (Çev. A. Yardımlı)