Okuma süresi: 21.8 mintues

Avrupa toplumları “Aydınlanma Devrimi” gibi bir dönem geçirdikleri için, bilimde, sanatta ve felsefede Doğulu toplumlardan daha ileride olarak kabul edilirler. Bu kabul yaygın ve benimsenmiş bir kabul olduğu için, Doğulu toplumlarda modernite, Batıya öykünmek ile eş tutulur. Doğulu toplumların modern oldukları varsayılan bireyleri, Batılı görünüm sergilemeleri, Batının değer yargılarını pratiğe geçirmiş olmaları, Batılı kültür unsurlarını tüketiyor olmaları nedeni ile diğerlerinden ayrılırlar. Bu ayrımda, terk edilen kültürün, benimsenen kültüre oranla daha iyi ya da kötü olup olmadığı, modernliğin modernizm olarak bir ideoloji hâline getirilmiş olmasının kadîm kültürleri silip geçmesi, buna bağlı olarak konunun sosyopolitik ve jeopolitik bağlamında ele alınması önemlidir. Ancak, bu önemli meselelere değinmek bu yazının amacı değildir.

Bu yazıda sıkça kullanılacak olan Batılı toplum tanımı, bu toplumların, aydınlanma hareketi sonucunda, kendilerinde saptadıkları iki önemli eksikliğin giderilmesinde gösterdikleri çabaya binaen ele alınacaktır. Bu iki alan; eğitim aracılığı ile kişinin özgürleşmesi ve kadının özgürleşmesidir. Eğitim konusunda, Hegel’den daha yetkin kişi ve kurumların görüşleri ve teorileri ışığında da bir yazı yazılabilirdi ve hâlen yazılabilir hiç kuşkusuz. Burada, Hegel’in bakış açısının bir temel olarak ele alınmasının nedeni, bu filozofun, modernliğin kendisini, düşünmesinin nesnesi yapan ilk büyük filozof olmasıdır. Ayrıca, Hegel’in modern birey modeline erken çocukluk döneminden katkılar bağlamında Türkiye ele alınacaktır. Günümüzde, Batıda neredeyse nefretle kınanan bir din olan İslâm’da, Arabi’ye göre “Ferd-i Hikmet” Muhammed kelimesine tahsis edilmiş olup, ilk yaratılan olması nedeni ile tüm hakikatleri kapsamaktadır ve din bu temele oturur. İslâm dininde, “Ferd-i Hikmet” nihai bir kazanımdır ve “Modern Birey” ile “Ferd-i Hikmet” pek de farklı şeyler değildir. İşte, bu bilgilerin ışığı altında, yazıda sıkça atıfta bulunulan Batılı ve Doğulu toplumlar önyargılı bir anlayış ile değerlendirilmemelidir.

Hegel’in felsefesi, aynen Muhammed’in dini gibi, cahillik karşıtı olarak yapılanır. Hegel, “Modern Birey” ile Aydınlanma devriminin bir ürünü olarak, kendini ve içinde yaşadığı kültürü anlamayı amaçlayan, kendisini ve kültürünü zenginleştirmeyi disiplinli bir yaklaşım ile hayata geçirmiş, diğerleri ile olan ilişkisinde zarif ve ölçülü, rafine zevkleri olan bir bireyi hedeflemiştir. Ancak, tam da Hegel’in endişe ettiği gibi, insanın kibirli bir eylemi olarak, aydınlanma çağrısının akıl ile sınırlı kalması sonucu nihilizme varılmıştır. Hakîkaten modern, modernizm olarak tüm dünyayı ele geçiren bir ideoloji hâline gelerek, kelimenin gerçekte işaret ettiği anlam ile bağını yitirmiştir. Aynen Muhammed’in cehâlet karşısında konumlandırdığı barış dininin, zır cahillerin elinde bir kanlı savaş aleti hâline getirildiği gibi.

Kibir ve alaycılık ahlâkı, modernizmin getirisi olarak tüm dünyaya yayılmaktadır. Oysa Hegel’in öngördüğü sistemde yetiştirilmesi amaçlanan modern özne, bir ahlâk öznesidir. Bu ahlâki öznenin asıl yapması gereken, olaylardaki esas sorunu algılamayı, somut olaylarda belirli ilkeleri somut olarak tayin etmeyi ve farklı olay ve durumlarda bunları uygulamayı öğrenmektir. Hegel, modern insanı, çiğ bir kabalık, ruhsuz bir anlayış ve salt zekânın karşısında, kültürlü, zarif bir özbilinç varlığı olarak tanımlar. “Zârif bir ruhun estetik algısında açığa çıkacak olan ‘güzel’ varlığını saf görünüşte bulur,” der. Güzel ahlâklı “Bildung” insanının aracı amacının özdeğeriyle uyuşur. Bir “Ferd-i Hikmet” dini olan İslâm’ın Peygamberi Hz. Muhammed, “Güzel Ahlâk”ı tamam etmeye geldiğini söylemiştir. Bu hadis ile sözü edilen ahlâk, “Ferd-i Hikmet” neticesinde yaşantılanılacak güzel ahlâktır, bu da aracın amacın özdeğeri ile uyum içinde olmasının yâni kemâle ermesinin bir sonucudur.

Hegel’e göre, modern bireyler, içine doğdukları sınıf nedeni ile değil, aksine, yerel memleket yaşantısından kurtuldukları, bağlı oldukları değerleri evrensele taşıyabildikleri ölçüde kendilerinde bağımsız olma hakkı görebilirlerdi. Modern insanın yaşamı eğitim, kültür ve kendini yetiştirmek demekti. Bu yapının kalıcı olabilmesi ve yaygınlaşması eğitim ile olanaklı idi.

Hegel, üniversitelerin, modern yaşam tarzına uygun, uyumlu ve bilgelikle yoğrulmuş kişiler için bir tür kuluçka işlevi olduğunu düşünür. Üniversiteler, kişinin seçtiği meslek doğrultusunda kazanımlarının edinildiği kurumlar olmanın yanısıra, “Bildung” insanlarının yetiştirilmesinde nihai basamak olarak da işlev görmelidir. “Bildung” insanı, bir disiplin ve öz saygı varlığı olarak kendini yetiştirmiş bilgili ve kibar bir insandır. Üniversitelerde genel amaç, kendini yetiştirmenin, bilimin ve beğeninin hem tümel hem de tinsel olarak gerçekleşmesi doğrultusunda çalışmak olmalıdır. Böylesine yüksek bir hedefi olan eğitim sisteminde, üniversitelere öğrenci verecek olan okulların benimsemeleri gereken ilkeler konusunda detaylı saptamalarda bulunmuştur. Bu saptamalar arasında bir olmazsa olmazı vardır ki o da bu tür bir “Bildung” eğitiminin, müfredata eklemlendiği bir okulun verdiklerini çocukların alabilmesi için, ailelerin çocuklarına daha önceden bir “disiplin” ve “öz saygı” kazandırmış olmaları gerektiğidir. Eğitim yaşının çocukluk döneminin erken evrelerine çekilmesi, bir toplumun inşaası anlamında önemli bir kazanımdır. Bu durumda, ailenin tutumu, çocuğun tüm eğitimini taşıyacak bir temel olduğu için dikkatle ele alınması gereken bir basamaktır.

Burada Batılı toplumlar olarak ele alınan Avrupa toplumlarının bilim, sanat ve felsefe alanlarında birer çığır açtıkları gerçektir. Bu “Bildung”un başarıya ulaşmış tarafıdır. Sorgulayan, meraklı, araştırma yapabilen, özgürce düşünüp bunu tereddütsüzce ifade edebilen, estetik nosyonu yüksek kişiler ve kişilerden oluşmuş toplumlar ile erken çocukluk dönemi arasındaki hayati ilişki hemen görülmeyebilir. Hegel neden ailelere dikkat çekmiştir? Çünkü; bir bireyin, kendisi ile kurduğu ilişkinin temeli, o yaşlarda atılır. Hukuk toplumlarında, kendisini bir özne olarak bilme bilinci, hukuksuz toplumlara nazaran daha yüksektir. Söz konusu kazanım, ortak alanlarda, birbirine saygı kurallarını çiğnemeden, yasalara bağlı ve adeta sözsüz bir hukuk tarafından şekillendirilen bir uzlaşma kültürünü paylaşabilme olgunluğunu beraberinde getirir. Bu olgunluk Doğulu toplumlarda (en azından ortak temas alanlarında) yoktur; Doğulu toplumların, ortak yaşam alanlarında kurallara uymakta daha çok zorluk çektikleri görülür. Toplumsal ilişkilerde gerek ceza kanunları ile belirlenmiş bölgelerde (örneğin; trafik) gerekse de sözsüz hukukun geçerli olduğu ilişkilerde (örneğin; gürültü yaparak çevreyi rahatsız etmek) Doğulu toplumların keyfi bir tutum içinde oldukları görülür. Bu toplumlarda, yoğun bir trafik akışı sırasında “Karşıdan gelen yok, hem ben dikkatli geçiyorum” keyfiyeti ile hareket eden pek çok kişi görülse de, Batılı toplumlarda etrafta polisin olmadığı boş bir caddede, sabaha karşı yanan bir kırmızı ışıkta dahi durulduğu gözlemlenebilir. Bu konu elbette sosyolojik, sosyo-ekonomik ve psikolojik yönleri ile ele alınabilir ve bu bağlamda açıklamalar getirilebilir. Hattâ Batılı toplumların kuralcılığı ile Doğulu toplumların kendiliğindenliği üzerine uzun bir çalışma yapılabilir. Burada amaç, söz konusu edilen bu tip davranışların altında yatan ana nedenlerden sadece bazılarına dikkat çekmektir.

Her iki tip toplumun kazançları ve kayıpları vardır. Modern olanın, modernizm kıskacında nihilizme, derin bir yalnızlığa ve hattâ delilik sınırına dayanmaması pek de mümkün değildir. Batılı ortak alanlarda tekil haklara saygı gösterirken, Doğulu tikel haklara riayet eder; tekillik aşaması içgüdüsel olarak atlanmıştır. Her iki tutum da tümel altında birliğe getirilmediği sürece eksik olarak kalır. Batılı, birey olma tanımını kendisine ait olanlar üzerinden belirler. Mülkiyetinin korunması, yalnız kalma isteğine saygı duyulması, hiçbir bireyin gürültü nedeni ile rahatsız edilmemesi, fiziksel özel alanın dikkatlice korunması, kişilerin birbirlerinin bireysel programlarına saygı duyması gibi değerler, Doğulu toplumlarda süratle boşa çıkar. Doğulu ise ait olduğu kültür ve sosyal çevre ile tanımlanır: nereli olduğu, cinsiyeti, mahâllesi, köyü gibi. Tekil alanına gelen dış etkenlere bilinçsizce hoşgörülüdür; köyde yapılan bir düğün gürültüsünün köylüye rahatsızlık vermesi gibi bir kavram tanımlı değildir; çünkü düğün herkesin düğünüdür, bir erkeğin karısına yapılan saldırı tüm köyün namusuna yapılan bir saldırıdır. Her iki tutum da tümel altında bütünlüğe getirilmediği sürece tıkanmaya mahkûmdur.

Doğuluiçin sorunlar daha çok şehirleşme, uygarlaşma başladığında, başkaları için sorun oluşturmaya başlaması nedeni ile gündeme gelir. Şehir ortamında, modern olmanın olmazsa olmazı olan, kendi üzerine dönüp düşünme eylemi gerçekleştirilmediği sürece, ait olduğu grup üzerinden tanımlı olan kişi, çatışmalı temaslarda, özne olma sorumluluğundan hep kaçacaktır. Gece, geç saatte gürültü yaptığı konusunda uyarı alınmasını takiben, özneyle temas kurulamadığı için, “Bu saatte de uyunur mu?” bir yanıt olacaktır. Batılı toplumlarda ise, gürültü ile rahatsızlık vermek, sadece gecenin geç bir saatinde değil, diğerleri üzerinden kendinizle temas kurduğunuz bilinci ile günün tüm saatlerinde, ortak alanlarda kaçınılan bir durumdur. Her ne kadar önemsiz bir konu gibi görünse de, bireyleşememiş toplumların oluşturduğu şehirlerde yaşamak zor bir iştir. Sürekli karmaşa, öznesiz olmanın getirdiği zorunlu saygısızlıklar, öfke, şiddet ve hattâ cinâyete kadar tırmanır. Bizim gibi toplumlarda, özellikle trafikte sergilenen kurallara ve diğer sürücülere saygısızlık nedeni ile açığa çıkan öfke ve tahammülsüzlük, bir turiste, toplumun uygarlık düzeyi ile ilgili en erken gözlem yapma olanağını veren bir unsurdur. Toplumumuzda, hemen her gün tanık olduğumuz öfke patlamaları ve şiddet ciddiyetle ele alınmalıdır. Öfke ve şiddet her toplumda yansımasını bu seviyede göstermemektedir. Toplumumuzda, bir toplumda uzlaşma kültürünün en güzel örneklerinden olması gereken açık oturum programlarında dahi sergilenen öfke, “en eğitimli”, “en âlim” kişilerin bile hakâret, küfürleşme, hattâ yumruklaşmalara kadar gidebilmeleri, bu işin öğretim ile çözülemeyeceğini gösterir. Bu tür durumlarda ana tema, “başkasına tahammülsüzlük”tür. Bunların temelinde uzlaşım kültüründen olan uzaklığımız yatar. Önemli bir yaş dönemi olan 2-6 yaş aralığında, başkalarının hakları üzerinden sınır çizilerek, kendisi ile uzlaşma eğitimi verilmemiş çocuğun, yetişkin bedenindeki bir görüntüsüdür.

Freud, bir insanın, yaşama, diğerlerine ve dolayısı ile diğerleri üzerinden kendisine ait tutumunun, çocuğun 0-6 yaş döneminde yaşadığı senaryonun tekrarı olarak ortaya konulduğunu ileri sürmüştür. Bu yaş döneminde edinilen becerilerin, duygulanımların, tutumların ve kazanımların ilerideki yaşantıda da genellikle bilinçsiz olarak tekrarlanmaya çalışılması, adına yaşam denilen süreci oluşturmaktadır. Jung’un ustaca dikkatimizi çektiği gibi, “Hiçbir özgün kuram ‘öteki’nden çıkmaz. Her şey ‘kendi’nin kuramıdır. Öteki, ancak bir ilişki sürecinde, ötekinde kendini bulmak ve oluşturmak içindir.”

Bebeklik ve ilk çocukluk dönemini kapsayan 0-6 yaş gelişim dönemi, çocuğun temel karakteri üzerinden, kendisi ve çevresi ile ilişkilerinde nasıl bir tutum sergileyeceğinin anahatları ile belirlendiği çok önemli bir dönemdir. Doğulu ve Batılı toplumlarda bu dönemde sergilenen ebeveyn tutumları arasında çok önemli farklılıklar vardır.

Batılı toplumlarda iki yaş civarı şekillenmeye başlayan ben bilinci yani ego, ebeveynler tarafından sistematik ve dışsal bir kontrole tâbi tutulur ve çocuğun süratle bunu içselleştirmesi beklenir. Dolayısı ile, ego her istediğini yapmayı hedefleyen karakterinden, toplumsal yaşamda bunun olanaklı olmadığı öğretisine alınır. Çocuk, başkaları ile olan ilişkisinde dikkatli, ölçülü ve nazik olmalıdır. Çocuksu bir coşku içinde eğlenebilir ama başkalarını gürültü ile rahatsız etmek bir sınırdır; çok net ve değişmez yatma zamanları vardır, bu bir sınırdır; yemeğini beceriksizce de olsa kendi başına yiyebilmelidir, bu bir sınırdır; yemeğini koşarken veya oynarken değil masada veya mama sandalyesinde aile ile beraber oturarak ve yiyeceklere saygı göstererek yemelidir, bu bir sınırdır. Bir çocuğa “Ne içersin?” diye bir soru sorulmamalıdır, sorulursa yanıt “Viski” olursa verilmelidir. Oysa ki “Süt mü, elma suyu mu?” şeklinde bir soru onu sınırlandırarak korumayı getirir. Sınırlandırılarak özgürlüğe taşınır.

Kuşkusuz bu örnekleri çoğaltabiliriz ancak bu gerekli değildir, çünkü her örnek çocuğun egosuna bir sınır getirerek, bu sınır üzerinden, hem kendisinin hem de diğerinin hakkına saygı duyacağını öğrenmesinin, özellikle o yaşlarda öneminin ve nasıl yapılacağının detayına inecektir. Bu yöntemler ilgili kitaplardan araştırılabilir. Pedagojide, çocuğa sınırlar koymanın, çocukta aidiyet duygusunu arttırdığı, bu nedenle çocuğun çizilen çerçeve ile kendini güvende hissederek sevildiğinden emin olduğu algılamasına ulaştığından söz edilir. Egosunu, diğerlerinin haklarına saygı göstererek sınırlamayı zamanında öğrenenmemiş bireylerin, kendilerine saygıları da düşük olur. Çünkü insan özbilince, ilişkide bulunduğu diğer insanlar üzerinden kendisi hakkında yapacağı okumalar ve değerlendirmelerle ulaşabilir. Egoya sınır çizebilmek, kendisini düşüncesine nesne yapabilmek demektir. Aksi takdirde, kendine güven eksikliği, yetişkin bedenlerde yaşayan çocuk ruhların, yaşamın sorunlu olan her bölgesinde öfke patlamalarını önceleyen ve takip eden değersizlik duygusunu beraberinde getirmektedir.

Türkiye’de bu konuda ciddi bir eksikliğin olduğu açıktır. Çocuklar Çocuktur, ne yapsa yeridir” gibi yaygın ve hiç sorgulanmamış, hakîkatte işaret ettiği anlamdan kopmuş bir eğitim anlayışı ile,

2-6 yaş arası adeta terbiyesizlik ve saygısızlık hakkı verilerek yetiştirilmektedir.

Modern eğitim, çocuğun istediğini yapmakta özgür olması demek değildir. Her istediğini yapabilen, her istediğine ulaşabilen çocuk mutlu değildir, derin bir tatminsizlik duygusu yaşar. Çocuğa, sahip olamadıkları üzerinden de kendisini tanımlayabilme şansı verilmelidir. Bu ve benzeri bir başıboşluğu normal olarak algılayan bir çocuk, yaşı ilerledikçe rahatsızlık verici bir hâl alır. Daha önce sevimli bulunduğu için, çevresindekilerin içten ilgisini üzerinde toplayan çocuk, artık aynı şeyleri yapıyor olsa da rahatsızlık verdiği için dışlanır. Aile, akraba, arkadaş ortamlarında engellenir ve bu tür ortamlara girmeden önce yapılan tehditler veya ödül vaatleri neticesinde “yalan yapma”yı bir beceri olarak algılamaya başlar. Bu tür istikrarsızlıklar çocuğun güven duygusunu zedeler, çocuk sevildiğine iknâ olmaz. Bu durum, bir bireyin sevgi dilencisi olma hâlinin ilk aşamasıdır; yaşamında kuracağı tüm ilişkilerde baskın olacak senaryo burada yazılır.

Erken okullaşma bizimki gibi toplumlarda bir zorunluluktur. Geçtiğimiz yıl başlatılan erken okullaşmada, belleme temelli öğretimin o yaş çocukları için ağır ve gereksiz olması nedeni ile yaşanan haklı sorunlar yanında, özbakım becerileri gelişmemiş çocukların sayıca fazlalığı nedeni ile yaşanan sıkıntı, ihmalkârlık kaynaklıdır. Ülkemizde, okul yaşına geldiği hâlde, hâlâ annesi ile beraber uyuyan, özbakım becerilerini henüz kazanamamış, kendisi ile ilgili basit kararları bile alamayan, bağımlı çocuk sayısı yüksektir. Toplumumuzda, çocuklar zamansız ve hızlı büyümektedirler. Çocuklar fazlası ile yetişkin hayatının ağırlıklarına maruz kalmaktadırlar ve bu çocuk haklarına aykırıdır. Toplumumuzda, bir çocuğun yatma saatinde yatan çocuk azdır. Erken yatırılmadığı için, geceye ve yetişkin hayatına maruz bırakılan, gece gündüz annesinin yanında kontrolsüzce televizyon seyredebilen çocuklardan, ne yazık ki, çocuklukları çalınmaktadır. Ortak alanlarda kurallara uyabilme becerisini kazanmak, kendisini diğerleri üzerinden sınırlayabilmeyi öğrenmek, uyku konusunda, biyolojik ritmin sağlıklı büyüme için zorunlu olduğu bir düzen içinde yaşamak, özbecerilerini geliştirirken yetişkin yaşamının aidiyetlerinden arındırılmış bir bölgede çocukça bir nefes alabilmek, arkadaşları ile ruhsal ve fiziksel olarak güven içinde oynamak her çocuğun hakkıdır. Bu nedenle, Türkiye’de altyapısı hazırlandıktan sonra, anaokullarına gitmek zorunlu hâle getirilmelidir. Bu yazıda kaleme alınan sosyal ve duygusal alandaki kazanımlarının yanısıra, çocuk, bilişsel, dilsel ve psikomotor alanlarda da gelişecektir. Okullaşmanın başlatılacağı yaş döneminde yapılacak etkinlikler uzmanlar tarafından hazırlanmış ve yine onlar tarafından kontrol edilen, özel eğitimli öğretmenler tarafından uygulanan modern ve dinamik eğitim sistemleri olmalıdır.

Kendine saygılı bir birey yetiştirebilmek için, erken eğitimde, cinsiyet ayrımcı söylem ve uygulamalardan da kurtulmak gerekir. Doğulu toplumlarda kadınların sıklıkla, teolojik, sosyolojik, ideolojik nedenlerle özellikle baskılandığı, erkeklerle eşit görülmediği ve kısıtlandığı bir gerçektir. Bu durumda eğitimin özgürleştiriciliğinden söz etmek zaten mümkün değildir; bu ayrı bir yazının konusudur. Ancak, çocuk yetiştirirken iyi niyetli olunsa da bilinçsizlik nedeni ile hiç sorgulanmayan kültürel kalıplar ve alışkanlıklar, cinsiyet ayrımcı bir eğitime neden olur. Erken çocukluk döneminde ailenin tutumu, çocuğun gerek kendi cinsiyetini gerekse de karşı cinsi sağlıklı algılamasında çok önemlidir. Günlük yaşamımızda kullandığımız dil ile ilgili bilinç, özellikle çocuk yetiştirme sorumluluğu olan bireyler tarafından ciddiye alınmalıdır. Bugün kullandığımız ortak dil, yarın bu çocukların hakîkati hâline gelmektedir. Türk toplumunda, bilinçli ve/veya bilinçsiz olarak, oldukça cinsiyet ayrımcı bir dil kullanılmaktadır. Egemen sınıfların egemen dilleri vardır. Bebeklik ve erken çocukluk döneminde çocuğun bakımından birincil olarak sorumlu kişinin, çocuğun cinsiyeti üzerinden gerçekleştirdiği kişilik inşasının, çocuğun sadece “olduğu şey” olduğu unutulmadan yapılmalıdır. Kız ve erkek çocuklarda, hem kendisinin hem de karşı cinsin sağlıklı olarak algılanmasında “evdeki tutum” birincil derecede önemlidir. Ebeveynlerin, erkek çocukları ile olan bilinçsiz tutumu, “Kadına Şiddet” konusunda başat etkenlerden birisi olarak ileri yaşlarda kendini göstermektedir. Şiddet uygulayan, hem erken yaşlarda bir özne olarak egosunu sınırlamayı öğrenememiş bir çocuğu, hem erkeklik egosu erken çocukluk döneminde şişirilerek yetiştirilmiş bir çocuğu, hem de karşı cins olarak kadınlara tahakküm etmenin hak olduğuna inandırılmış bir çocuğu barındırır. İşte tam da burada, Batılı toplumlar gibi giyinip, Batılı toplumların ürettiği teknolojiyi en üst seviyede kullanıp, Batılı müzik dinlemekle bir insanın “Modern İnsan” konumuna ulaşamayacağı görülür. Modern olmak, birey olabilmeyi başarabilmektir. Birey olmak, bireysel olmak veya canının istediğini yapabilmek değil aksine kendine sınır koymayı öğrenebilmiş olmak demektir. Kadına şiddet olaylarında, erkeğin kadına müdahale etmesinin, hemen her zaman, kadının kendi hayatına bir sınır çizerek birey olarak var olmaya kalkışması sonucunda açığa çıktığı görülür. Her ne kadar modern olduğumuzu düşünsek de, eğitimin ve şehirleşmenin yüksek olduğu ailelerde dahi, kız çocuğunun erkek çocuktan farklı bir alana hapsedildiği acı bir gerçektir. Ufacık bir kız çocuğunun yanında erkeklerin artması, babayı, dedeyi, amcayı, dayıyı, abiyi müdahale görevine çağıran şakalaşmaların yapılmasına neden olur. Cinsiyet üzerinden bir insanı hapsetmenin yaşı ve şakası olmaz. Aynı şekilde ufacık bir erkek çocuğun yanında kızların artması, yine babayı, dedeyi, abiyi, dayıyı göreve çağıran şakalara neden olur. Bir farkla; bu kez görev sadece şahitliğin tadını çıkartmaktır. Ne yazık ki, eğitimli kesimin bile şuursuzca içinde bulunduğu ayrımcı tutumlarla ilgili bir kitap yazılabilecek kadar çok örnek vardır.

Bir erkek çocuğunun erkek oyunları, kız çocuğunun ise kız çocuğu oyunları oynaması sağlıklıdır. Çocuklar, ebeveynlerini  toplumda oynadıkları roller sırasında sürekli incelerler. Örneğin; kız çocukları bilinçsizce Çekici Kadın” rolüne hapsedilirler. Zaman zaman “role play/karakter canlandırma” oyunları oynanabilir, hatta oynanması önerilir. Bu tür bir oyunun net sınırları olmalıdır. Oyun bitince, kız çocuğu makyaj malzemeleri, ojeler, kadına ait giysi, ayakkabı vs.’nin kaldırılmasına yardımcı olmalı ve bir sonraki oyuna kadar o malzemelerle işinin olmadığını bilmelidir. Zira, bir kız çocuğu çocuktur; kadın değil. Kadının özgürlüğünün, kadın bedeninin özgürlüğü üzerinden kurgulanıp pazarlanması, kadın bedeninin metalaşmasına yol açmıştır. Kadınsı varoluşun letâfetini elinden alan bu metalaştırıcı özgürlük, kuşkusuz ki ne Hegel’in ne de Muhammed’in sözünü ettiği “Özgür Birey” olma durumudur.

İster filozof Hegel’in önerisine ister peygamber Muhammed’in çağrısına kulak verelim, sonuçta hedefin “Etik Virtüözlük” veya “Güzel Ahlâk” olduğu eğitim sistemleri birbirinden çok da farklı olamaz, hedef ortak bir hedeftir; bir insanın yetişmesidir. Ebeveyn olmak öğrenci olmaktır; mutlaka hatalar yapılacaktır. Hatalar ebeveyn-çocuk ilişkisinde her iki tarafın da büyümesine katkı sağlar. Hatalarda ısrarcı olmamak ve yeni fikirlere açık olmak önemlidir. Çocuğun dominant bir karakterle doğduğuna inananların yanısıra, her insanın “Tabula Rasa” (boş levha, boş sayfa) olarak doğduğuna da inananlar vardır. Her iki durumda da, ebeveyn-çocuk ilişkilerinde sorunlar zamanında çözülmediklerinde katlanarak artar, kaçınılan problem değişik elbiseleri ile sürekli ortaya çıkar. Tam da bu nedenle, bu ilişkiler dinamiktir; problemler çözümlerini, her iki taraf için de, içinde taşır. Hegel’in “Bildung” insanının eğitiminin aile aşamasına kadar geri götürülmesi, aslında, kendisine saygı duyan, bağımsız, eğitimli ve zarif bir çocuk yetiştirmenin kendi içinde bir hediyesinin olduğunun da farkına varmamıza neden olur ki o da “Bildung” insanı yetiştiren her insanın aslında kendisinin “Bildung” eğitimini de üstlenmiş olduğu gerçeğidir.


Kaynakça:

1- Metin Bobaroğlu AAV konuşmaları, 2011-2013

2- Terry Pinkard: Hegel, Biyografi. İş Bankası Yayınları, 2012

3- Hegel: Estetik. Payel Yayınları, 1994

4- Fusûsu’l Hikem Tercüme ve Şerhi IV

Gülgün Türkoğlu
+ Son Yazılar