Bilim ve din yüzyıllardır, bazen birbirine karşıt, bazen de birbirinden beslenen iki söylem olarak tartışma arenalarında yerlerini almışlardır. Ortaçağdan günümüze bu arenada yer alan oyuncular temel olarak üç farklı elbise giymişlerdir:

1- Uhrevî cübbe: Din adamlarının bilimle yan dal olarak ilgilendikleri dönemi temsilen.

2- Uhrevî veya akademik cübbe: Birinin diğerini şiddetle ret ettiği dönemi temsilen.

3- Akademik cübbe: Temellerini bilimsel keşiflerden alıp faal akıl vasıtası ile maneviyata ulaşılan günümüzü temsilen.

Birbirinden bağımsız üç ayrı dönem gibi görünmesine rağmen, tarihsel süreç bir kez daha tez-sentez-antitez üçlüsünü üretmiştir. Ekmeğini bilimle uğraşarak kazanan birçoğumuz, kendi dikey tarihimizde de bu formülü hayret ve hayranlıkla gözlemlemişizdir. Nobel ödüllü Francis Crick ile hayatının son yıllarında yapılan bir röportajda, eski bir ateist ve bir bilim insanı olarak artık Allah’a inanmasını şaşkınlıkla izleyenlerin olduğu hatırlatılınca, “Ben de, günümüzde bilimle uğraşanların, bilimle uğraştıkları halde Allah’ı inkâr edebilmelerine şaşırıyorum,” dediği rivayet olunur. Bugün gelinen noktada bizler bu sürece tanıklık edebilecek kadar şanslıyız. Artık, gerek ünlü kalıtım bilimci Gregor Mendel gibi uhrevî cübbeyi giyenlerin, gerekse de Galileo Galilei gibi Kutsal Engizisyon tarafından mahkûm edilenlerin verdikleri emek ile yeşeren bilim dünyası, günümüzde Nobel Ödüllü bilim insanlarının özverili çalışmaları neticesinde, maneviyat ile saygınlıkla örtüşebilen bir konuma gelmiştir.

Kişisel bir deneyimleme süreci olan din olgusunun, evrensel geçerliliği olan ve tamamen ispata dayanan bilim ile örtüşmesi mümkün müdür? Bütün mesele, sezgisel yöntemlerle ulaştıkları kaynaktan bize ikramda bulunan muhakkiklerin, kâinatı kendi içlerinde bulduklarından söz etmeleri ve zevklerini bizimle paylaşmaları neticesinde ortaya çıkar. Hz. Ali, “Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, hâlbuki bütün bir âlem sende dürülüp bükülmüştür,” diyerek dikkatlerimizi mikrokozmos ve makrokozmos örtüşmesine çekmiştir.

Harvard Üniversitesi mezunu ve Massachusetts Institute of Technology (MIT) yüksek lisanslı Dr. Tony Nader’ın da saptadığı gibi, “Evren bir makrokozmostur ve aynı doğa yasaları bir mikrokozmos olan beyinde de mevcuttur.

Okuma yazması bile olmayan Adanalı mutasavvıf İsmail Emre de: “…Ne kadar büyüktür, beyin boşluğu:
Bütün felekiyyât, orada mevcut… Nice güneş, nice aylar göz ağımda gizlidir… Büyük, küçük hep yıldızlar dimağımda gizlidir…”
dememiş midir?

Sezgilerden yola çıkılmadan da bu iki âlem arası benzerlikler bulunmuştur. Örneğin, demir elementi tüm kozmosta bulunan en kararlı elementtir. Aslında kozmik tarih, demir kararlılığına ulaşabilmek için, fisyon ya da füzyon yapan elementlerin birbirlerine dönüşüp durdukları bir süreçtir adeta. Atom çekirdeğinin nükleer kararlılık grafiği ile yıldız ışımalarının element bolluğu grafikleri üst üste konulduklarında, demir elementinin her iki grafikte de aynı yerde ve aynı boyda olduğunun bulunması üzerinden zaman geçti. Bu grafikleri üreten nükleer fizikçiler ile astronomların şaşkınlıkları bilim dünyasına konu olmuştur. Evrenin derin karanlıklarından gelen bilgi ile minicik bir atomdan gelen bilginin aynı olması ne kadar ibret verici!

Bazı keşifler, evrende bilinebilecek her şeyin zaten orada olduğu ve bu bölgeye en uygun ‘emek anteni’nin açılması ile keşfin yapıldığı, yani bilginin transfer edildiği/indirildiği savını destekler niteliktedir. Georg Cantor’u örnek olarak alırsak, 19. yy.da doğan bu matematikçi, adeta bir sonraki yüzyılın bilimi için gerekli olan başvuruları yapmak ile meşgul olmuş ve delirmiştir. Reel sayıların sonsuzluğunun, doğal sayıların sonsuzluğundan daha büyük olduğunu ispatlamış ve sonsuzlukla Tanrı kavramını hiç ayırmadan, çocukluğundan beri kendisi ile konuşan sesi dinlediğini söyleyerek ‘sonsuzluğun ne kadar büyük olduğu’ sorusu ile meşgul olmuştur. Sonsuzluk konusunda yaptığı çalışmalar, çağdaşları tarafından ‘hastalıklı’ olarak tanımlanmış ve derin bir yalnızlığa sürüklenmiştir. Ludwig Eduard Boltzmann ise, maddenin atomlardan meydana geldiğini öngörmüş, bu nedenle büyük bir yalnızlığa itilmiş, hakarete uğramış olmasına rağmen savından kesinlikle ödün vermemiş ve en nihayet intihar etmiştir.

Benzer örneklerde de görüldüğü gibi, araştırmacıların -anlamlandıramasalar da- çalışmalarına devam etmeleri adeta kaderleri olmuş gibidir. Belli bir bölgeye dokunulmuş ve bilgi indirilmeye başlanmıştır. Bu bilim emektarlarının, teorilerinin doğruluğundan böylesine emin olmalarının, kendilerine iman etmelerinin arkasındaki kudret nedir? Bu kudretin kimliği 20. yy.da bilim insanları tarafından giderek daha çok hissedilmeye başlanmıştır.

Atom altı dünyasının kapılarını açan çalışmayı yapan Ernest Rutherford’un ‘α partiküllerinin yansıması’ deneyi, doktora öğrencilerinin anlamlandıramadıkları ve kısaca ‘aptallık’ dedikleri uzun ve sıkıcı bir çalışmanın sonucudur. İşin daha da ilginç olan yanı, Rutherford’un “Deney sonucunun ne anlama geldiğini tam bir yıl sonra anlayabildim,” demesidir.

Burada önemli olan konu, deneysel çalışmalar yapan bilim insanlarının çoğunun, çalışmalarının can alıcı noktalarına laboratuarda değil de, tefekkür halinde iken veya kendilerine ilham olunarak ulaştıklarını açıklamalarıdır. Zira faal akıl sevdalısı dürüst bilim insanı, uzmanı olduğu konuyu bildiğini, ama tam olarak anlayamadığını kabul edendir.

Newton’dan sonra İngiltere’nin yetiştirdiği en iyi fizikçi olarak kabul edilen, dahi/deli Paul Dirac kuantum mekaniği ile izafiyet teorisini, meslektaşlarının aşağılayıcı saldırıları arasında imanla yan yana getirip anlamlandırmaya çalıştığı uzun yıllardan, iddiasını doğrulayarak, ayrıca anti-maddeyi de öngörerek çıkıyor ve şöyle diyordu: “Bulduğum bu formül benden daha fazlasını biliyor.

Yirmi yıl kadar önce kaybettiğimiz büyük dahi, fizikçi Richard Feynman da, kabaca boşluk dediğimiz şeyin aslında boşluk olmadığını gösteren çalışmasını basına açıklarken, “Anlattıklarımı anlayamazsınız, çünkü öğrencilerim de anlamıyor; çünkü ben de anlamıyorum,” demiştir.

Bilim ve din, akılları iki ayrı olgu imişlercesine oyalaya dursunlar, hücrelerimizin maneviyattan nasıl da etkilendiklerini gösteren çok önemli bir çalışma, geçtiğimiz yılın sonlarına doğru yapılan bir yayınla bilim dünyasına bomba gibi düştü. Bu yayın, bilim ve din ikilisinin eleleliğini kutsadı. Çalışma grubunda, 2009 yılının Nobel Tıp Ödülü’nü alanlar arasında olan Dr. Elizabeth Blackburn’ün de olması çok anlamlı olmuştur. Ekip ‘yoğun meditatif çalışmanın’ insan hücrelerinde eser miktarda olan telomeraz enziminin belirgin bir şekilde artmasına neden olduğunu göstermiştir. Telomerler aynen ayakkabılarımızın bağcıklarındaki koruyucu kısımlar gibi kromozomlarımızın uçlarında yer alırlar ve genetik devamlılığı sağlarlar. Hepimiz belirli bir telomer uzunluğu ile doğarız ve hücrelerimiz bölündükçe telomerlerimiz kısalır; bu kısalık kritik bir evreye geldiğinde hücre ölümü gerçekleşir. Bu sürecin diğer bir adı da yaşlanmadır. Telomerleri kısalmaktan koruyan enzim ise telomeraz enzimidir. Bu mucize enzim, tahmin edebileceğiniz gibi vücut hücrelerinde yok denilecek düzeydedir ve biz de mecburen yaşlanıp ölürüz. Daha önce meditasyon ile ilgili birtakım bilimsel çalışmalar yapılmıştı, ancak anlık etki ve değişimden daha çok, yaşlanma sürecini etkilemeye kadar varabilecek bir ‘dönüştürücü potansiyel’ dikkat çekicidir bu çalışmada. Din zaten varılan nokta olarak dönüşümden söz etmez mi?

Bilim, kâinattan insana açılan bir kapı; din ise, insanın kendisinden kâinata açılan bir kapıdır. İçsel sürecinde insan kendini bilmeyi bilim haline getirdiğinde, aslında girilecek tek bir kapı olduğunu deneyimler; o da çıkılacak kapıdır. Örnekleri çoğaltabilir, hayrete ve oradan da hayranlığa düşebiliriz. Ama asıl hayret verici olan, insanoğlunun kendisi dışındaki evren ile ilgili bu kadar çok şey bilmesine rağmen, kendisini bilmek söz konusu olduğunda nasıl da ayak dirediği değil midir? Bu durumu, Yunus Emre bilgece ifade etmiştir; sözlerimizi onunla noktalayalım:

“İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin, Ya nice okumaktır.”

Gülgün Türkoğlu
+ Son Yazılar