İnsan Hakları söz konusu olduğunda sıkça atıf yapılan “Doğal Haklar”, içgüdüsel, itkisel bir alanın tanımını kapsar. Doğa alanı, tinsel olanın karşısında durur. Yalnızca bir beden varlığından (beşer) daha çoğunu imleyen İnsan, tinsel bir varlık olduğundan “Doğuştan Haklar”, doğmakla elde edilen haklardır, tinselliği de kapsarlar. Doğuştan haklar, evrenseldir. Buna göre: İnsan tümel bir kavramdır. İnsanın varolduğu her yerde uygulanılması beklenilen haklardır.
Tanımını, bedeninden devşiren beşer’den, görünmez olana, İnsan’a, lâyık görülen “İnsan Hakları” kavramı, henüz tanım aşamasında, bir sürçmeyle uyarı vermektedir. Bu “dil sürçmesi” kavramın edimselleşmesinde en sorunlu olacak bölgede yaşanmaktadır: Görülebilen, dokunulabilen beşere karşı, nerede olduğu bilinmeyen İnsan. Ünlü meyve hikâyesinde olduğu gibi: Meyve satın almak istediğimizde, tüm çabamıza rağmen meyve satın almayı başaramayız. Meyve her zaman “şu” ya da “bu” meyve olarak; “bir elma” “bir erik” “bir kiraz” olarak bulunur.
Bir doğa nesnesi olan bedenimizle, bilincimiz arasında bilgi edinebilmek için gerekli olan bağ, nedensellik ilkesidir. Nedenselliğini bulduğumda açıklayabildiğim bedenin yanı sıra, tinsel bir varoluşa sahip insanı nerede bulacağız? Tıpkı erdemler gibi, adalet gibi. Var değiller. Tıpkı İdealar gibi. Antik Yunan’da ayrıntılı olarak tartışılan bu sorunsalla ilgili olarak Platon, onların yaratımından, gayemize bağlanmamız koşulu ile bireysel olarak sorumlu olduğumuzu dile getirir. Bu kez bağlanacağımız ilke, nedensellik üzerinden değil, eylem üzerinden olacaktır. Bu tür bir yönelimin ancak, tutkuyla gerçekleştirilebileceği bazı filozoflar tarafından tartışılmıştır. Teleolojik olan bu bağlanmayı meydana getiren sürecin içeriği, sonucu tarafından belirlenecektir. Felsefede hedeflenen “insan, özgür ve özgün varoluşa zorunludur” demek, her bireyin bunu kendi için ve kendi tarafından gerçekleştirmesinin zorunlu olması demektir. Din alanındaysa biriciklik (ahadiyet) olarak anlatım bulmuştur.
Eylem ve gaye ilişkisinin üzerinde ussal çıkarımlar yapmak, hatta giderek bu tür kavramları uslamlama mantığı içerisinde dizgesel olarak gösterebilmek yeterli olmamaktadır. Bir erdem varlığı olarak insan, eyleminde olmayan erdemi tam anlamıyla kavrayamaz. Çünkü, eylemimde gösteremediğim ‘Ben’, ‘Yok’tur. Tümel bir kavram olan İnsan eylemimden doğarsa, ben İnsan olabilirim. Öğretilenleri, ezberleri tekrarlamak beni İnsan kılmaz.
Hakkın, a priori tinsel, evrensel olduğu savı bir İdeal olarak, eyleminden doğan İnsan topluluklarının varoluşa çıkmasını da beraberinde getirmelidir. Bu, Hegel ile ortaya konulan İdeanın edimselliğidir. Hegel’de ideanın edimselliğinin bir zorunluluk olduğunun anlaşılmamasının, her zaman bir “burun kıvırmayla” birlikte gelişinin temel nedeni budur.
Dünyadaki mevcut durum, 10 Aralık 1948 tarihinde imzalanan “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” ile hedeflenen ilkelerin başarılmasından uzak olunduğunu gösteriyor. Hak kavramının soyut doğasından, ancak eylemde gösterilebilir olmasından kaynaklanan zorluk, bilinçli bir eğitimle aşılabilir. Eğitimde daha başarılı ulusların, hak ve özgürlük kavram ikilisinden, özgürlüğü daha kararlı bir biçimde yaşama geçirebilmeleri tesadüf değildir. Hak din olarak tanımlanan İslâm’a mensup ülkelerin, özgürlüklerce en yoksullardan olması düşündürücüdür.
Post-modernite, her türlü evrenselci bilginin reddini de getirdi. “İnsan Hakları”, kavrama dirimselliğini veren bağlam içinden yırtılarak ayırılıyor ve “alt tarafı bir söylem”e indirgeniyor. Bu görüşe göre, bu tür haklar; ideolojik, felsefi, tarihsel, kültürel vb. niteliklerinden dolayı, toplumdan topluma değişebilir. İyi, doğru gibi kavramlar evrensel değil, “keyfi”dir. Antik Yunan’da insan düşüncesine konu olan, üstüne, binlerce yıl da felsefi boyutta tartışılan soyut tümeller, sorumsuz bir “sana göre – bana göre” tavrıyla, us düşmanlığına kurban edildiler. Tıpkı, Antik Yunan’da şüpheciliğin nesnel temelinin, post-modern dönem şüpheciliğinin “düşünmesiz” temeliyle taban tabana zıt olduğu gibi.
İdeasını, yönelimini, kendini, yine kendi eyleminde insan olarak tanıma gayesini unutmuş eril yönelim, dünyanın kanayan yarasıdır. Nicelik peşinde, berduşlukta kendini heba etmektedir. Düşünce ve eylemin birbirinden kopuşu, her iki alanın da hızla boşalması ile sonuçlandı: Bir pornografik imge bolluğu; duyusal olanda oyalanmanın getirdiği yasasızlık… Niçin yaşadığını bilmek, nasıl yaşadığını bilenin ayrıcalığıdır.
Karşıdan gelen birinin, öncelikle kadın mı erkek mi olduğunun ayrımına varılır. İnsanoğluna musallat olan bu ayrımı düşüncesizce genişletmek, onun en büyük günahlarındadır. Oysa kadın, insandır. Hak, ihtiyaçlar uğruna faydalı olduğu için varoluşa çıkmış olsa da; İnsan, İdealine ulaşmak için çabaladığı sürece hedefine kısıtlı kalmayı başarabilecek denli özgürdür. Beden olarak bulduğunu yadsıyarak tinselliğine yükselen insan, hakların muhatabı olur. İnsan olmaya dair bir yeti olan düşünmek, mantıksal dizge karşısında kişinin kendini yadsıması demektir. Beşerse düşünme potansiyelini henüz gerçekleştirmemiştir. Din olarak da, tecellinin, tezahürün bilinci olduğunun idrak edilmesi biçiminde ifade edilir ve bu birliktelik tevhiddir. Eril yönelim, kendi tinselliğini tanıdığı ölçüde, ötekinin insan olarak varlığını tanımaya yeteneklidir. Beden düzeyindeki ayrım, haklar ve özgürlükler konusunda en ileri ülkelerde bile henüz tam anlamıyla çözülememiştir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, hak ve özgürlük kazanımlarının, gerçekte, elde edilmiş birtakım imtiyazların terk edilmesi olduğu görülecektir. Hak kazanımı şimdilik, cinsiyet, din, dil, ırk, akıl üstünlüğü bahanesiyle, ötekinin üzerinde iktidar elde edenin, imtiyazlarını terk edişidir.
İnsan hakları henüz yokluğunu, şimdilik uğradığı ara basamaklarda hissettirmektedir: Kadın hakları, çocuk hakları, sosyal haklar, çevre hakları, yaşlı hakları, göçmen hakları… Kimi düşünürce, bu, hak enflasyonudur. Neredeyse 21. yüzyıla girildiği günlerde, Yugoslavya’nın parçalanması sırasında çıkan savaşlarda, din, dil, ırk ayrımının, Batılı ülkelerce henüz yadsınamadığı görüldü. İnsan hakları kavramı, şimdilik tam anlamıyla olgusallaşmadığından, pek çok ülkede, İnsan, henüz, bir İnsan olduğu için insan sayılamıyor. “İnsan denilen meçhul”, eylemlerimizde ortaya konulabilirse, öncelikle kendimize meçhul yanı kalmayacaktır. Bu, belki de, insana özgü en ağır yabancılaşmanın da giderilmesi demektir.