Yabancılaşma; 19. yy.da Hegel’in kurgul düşüncesinde varoluşsal bir mahiyet kazanarak felsefi anlamda kavramlaştığı kabul edilen, Marx’ın iktisadi temellere oturtmasıyla politik aklın eline düşen ve oradan da popüler bilince yerleşen, Varoluşçu Felsefeyi benimseyen yazarlarla edebiyat dünyasına aktarılan, bugün farklı anlam öbeklerine ayrılmış bir şekilde herkes tarafından kullanılan bir terim. Hakkında, özenli-özensiz pek çok akademik çalışma yayımlandı. Bunlar arasında felsefi nitelikte olanların genel akışı, konuyu Hegel’den başlatarak kısaca Feuerbach’a değinip oradan Marx’a vardırmak şeklinde. Terimin kronolojik dönüşümünü takip etmek ve Hegel-Marx çatışkısı zemininde ele almak doğrultusunda akademik bir ısrar var. Marx’ın, diyalektik materyalist düşüncesiyle Hegel’in kurgul dizgesine karşı tam bir anti-tez geliştirdiği, böylece onun tepetaklak duran diyalektiğini ayakları üzerine oturttuğu ve olumsuzladığı doğrultusundaki bu ısrarlı görüş, yabancılaşma düşüncesini Felsefi Tinin bağlamından çıkartır; bireyin kendi emeğine (ki Marx’ın Hegel okuyuşuna göre insanın özüdür), içinde yaşadığı dünyaya, başka bilinçlere ve giderek kendine yabancılaşması şeklinde patolojik sayılabilecek bir “psükhe hali”ne indirger. Bugün yabancılaşma sözcüğünden anladığımız, anomik bir öznel yaşantılamadan başka bir şey değildir.
Biz bu çalışmada aksi bir yol izleyeceğiz; Hegel düşüncesini merkeze alarak onun perspektifinden, Felsefi Tinin Hegel sonrası geçirdiği yabancılaşma evrelerini ve geldiği nihai noktayı değerlendirmeye çalışacağız. Böyle bir yol, haklı olarak iki nedenle izlenebilir: Birincisi; yabancılaşma düşüncesinin Hegel Felsefesinde kavramlaştığı doğrultusundaki yaygın kanı, ki terimin Hegel’in dizgesine varoluşun koşulu olarak girmesi itibariyle haklılık payı vardır. İkincisi; Hegel’i olumsuzlayan karşı tezler bile, onun felsefi yetkinliğinin hakkını teslim etmekte tereddüt etmez. Hegel’in kurgul düşünce dizgesi, kendini düşünen bilinç olarak felsefenin doruğudur. Felsefe tarihi “Hegel öncesi-Hegel sonrası” şeklinde okunabilir; ya da felsefi düşüncenin “gelişmesi- dağılması” şeklinde.
Hegel Düşüncesinde Yabancılaşma
Yabancılaşma olgusu Hegel’in düşünce dizgesinde, oluşu mümkün kılan sürecin bir koşulu gibi yer alır. Ancak bu koşulluluğu dışarıdan dayatılmış olarak ele almamak gerekir. “Yabancı olan bilinmeyendir, ve insanın kendine, dünyasına vb. yabancılaşması ise, bir ‘süreç’ olarak, düşüncenin, kavramın, ve böylece bilginin kendisinin bozulması diyebileceğimiz şeyden ötesini anlatmaz.” Aziz Yardımlı, Diyalektik Yöntem?
Diğer bir deyişle, Tinin kendi öz-bilince ulaşma sürecinde yabancılaşma, Tinin kendini bir başkası olarak ele almasının koşulu olarak ortaya çıkan, bu süreçlerle koşut, ama en nihayetinde geçici bir olgudur. Yabancılaşma, sürecin ayrılmaz parçası olarak, sürecin kurgul işleyişinin bilgisine ulaşamamaktır bu durumda. Açıklamaya çalışalım:
Hegel’in kurgul düşünce dizgesi; Varlığın, var olanın, bilginin gerçek nesnesinin değil, ama Oluşta olanın, Varlığı olduğu gibi Yokluğu da kapsayanın, deneyimsel olanın bilgisine ulaşmanın dizgesidir. Oluşta olan, sonlu olan, duyusal dünyanın şeyleridir ve bunların kendinde varlıkları yoktur. Bunlar sadece Görüngüdür, kendi başlarına nesnel gerçeklikleri yoktur, sadece bilinçte vardırlar. Bunların bilgileri de gerçek anlamda metafizik bir Logostan, ussal ilkeden yoksun duyusal bilincin bilgileridir. Hegel’e göre “Görüngü, salt varlıktan daha yüksek bir basamaktır. Görüngü genel olarak Varlığın gerçekliğidir ve ondan daha varsıl bir belirlenimdir, çünkü kendi-içine-yansıma ve başkası-içine-yansıma kıpılarını kendi içinde birleşmiş olarak kapsarken, buna karşı Varlık ya da dolaysızlık henüz tek-yanlı ve bağıntısız olandır ve (görünürde) salt kendi üzerine dayanır.”
Varlık, Görüngü ile karşıtlık içinde saltık olarak soyuttur, dolayısıyla kalıcı ve dingindir; Saltık Tindir. Görüngübilim, duyusal dünyanın, yani bilinçte görüngüden ibaret olanın, Saltık Tin ile ilişkilendirilerek nesnel gerçeklik kazanmasının; Tinin gizil olamamasının, zamanda olmasının, edimselleşmek ve gelişmek zorunda olmasının anlatımıdır. Bu açıklamaların ışığında ilerleyen satırlarda, yabancılaşma düşüncesini anlatırken başvuracağımız var olma, varoluş, oluş, meydana çıkış vb. terimlerin “Görüngü” olarak anlaşılması, konunun berraklaşması adına önemlidir.
Hegel, Tinin geçirmiş olduğu deneyim aşamalarının ve bilinç biçimlerinin bütünsel bir kavranışını Tinin Görüngübilimi’nde kurgul bir dizge içinde açıklar. Bu anlamda Görüngübilim, bilincin deneyiminin bilimidir; Tinin ilk ya da yalın görüngüsünden, “dolaysız bilinç”ten yola çıkar, düşüncenin nesnesiyle bağıntısının tüm biçimlerini geride bırakıp saltık bilgide son bulur. Bu süreçte Tin ilk aşamada soyut bir öz durumundadır, arı varlık halindedir, ki Hegel bunu “Öznel Tin” olarak adlandırır. Tin bu aşamada gerçekliğe sahip değildir. Bir şeyin gerçekliğinin olabilmesi ve bilinebilmesi için bir belirleniminin olması gerekir. “Bu nedenle Tin var olmak için kendi başkasını kendi içinden kavramsal bir zorunluluk ile çıkarmalıdır. Çünkü var olan her şey kendi varlığını başkalarından ayrımına borçludur.” Enver Orman, Hegelci Diyalektikte ‘Bir şey ve ‘Başkası’
Demek ki Tin var olmak için kendi kendine yabancı olmalı; yabancılaşmalıdır. Böylelikle belirlenir, var olur, bilinir hale gelir, kendi bilincine ulaşır. Tinin kendi bilincine ulaşması kendi kendisini bilmesi demektir; yani kendi kendisinin nesnesi olması.
Ancak bu süreç aynı zamanda bir “değilleme” yani olumsuzlama sürecidir. Hegel’in kurgul dizgesi olumsuzlama ile başlar ve Tin’in belirlenmesi ile son bulur. Tin kendini belirlemek için kendisi olmayana, “başkasına” (andere) ayrışır. “Kendisi olmayan” olarak olumsuzladığı “varoluş” aracıyla kendini olumlar. Olumsuzlama varlığı meydana getiren ve bilgiyi mümkün kılan edimselliktir. Tin ve olumsuzladığı başkası, bunların her ikisi de birbirinden yalıtılmış karşıtlıklar değil; birbirini tamamlayan, bu yolla soyut gerçekliklerini olumsuzlayan evrelerdir.
Hegel’e göre “…bütünün dengesi kendi içinde kalan birlik ve onun kendi içine geri dönmüş yatışması değildir, tersine karşıtların yabancılaşması üzerine dayanır.” G. W. F. Hegel, Tinin Görüngübilimi
Hegel bu karşıtlığın kendisinden çok; bu karşıtlık yoluyla, düşünce ve varlığın oluş ve edimsellik sürecini açıklamaya çalışır. Belirleme ya da belirlenimden kesin bir ayrım ve olumsuzluk oluşturmak yerine, olumsuzlamadan bir belirlenim çıkarır. Olumsuzluk, bilincin diyalektiğinde bir karşıtlık ve “başkalık” evresidir.
Hegel’in düşünce dizgesinde yabancılaşma süreci iki farklı terimle ifade edilmiştir: «Entfremdung» (yabancılaşma) ve “Entausserung” (dışsallaşma, kendini açığa çıkarma). Tin, kendine “yabancılaşma” yoluyla “kendini açığa çıkarır” ve oluş sürecini mümkün kılar. Demek ki yabancılaşma, kendinde bir bütün olan Tinin dağılıp daha karmaşık bir hal alma sürecidir.
Özetle yabancılaşma, oluşun bir koşulu olarak, süreçle koşut, yani sürece katılımıyla süreci mümkün kılan bir olgudur. Ve bu bağlamda yabancılaşma süreklilik içindedir; çünkü tin durağan değildir, o bir süreç içinde var olur.
“…Tin hiçbir zaman durup dinlenmez; hep ilerleyen bir harekete kapılıp gider… ağır ağır biçimini olgunlaştırır…” G. W. F. Hegel, Bütün Yapıtları:Seçmeler
Doğayı da tarihi de meydana getiren bu süreçtir. “Tin ‘kendi-kendisi-ile-olma’dır. Bu ise sözcüğün tam anlamıyla özgürlüktür, çünkü bağımlı olduğum zaman kendimi bir başkası ile bağıntılarım ki, o değilimdir; dışsal bir şey olmaksızın olamam; eğer kendi kendim ile isem, özgürümdür. Tinin bu kendi-kendisi-ile olması özbilinçtir, kendinin bilincidir.” G. W. F. Hegel, Tarih Felsefesi
Tarih, Tinin kendi özbilincine ulaşıp özgürleşme yolundaki gelişim sürecidir ve yabancılaşma, yani Tinin dışsallaşması, kendini açığa çıkarması, sadece bu sürece eşlik eden bir olgu olarak değil; bizzat bu sürecin kendisi olarak da okunabilir; okunmuştur da. Bu okunuş çerçevesinde yabancılaşma, nihayetinde kendini ortadan kaldıran sonluluk olarak “olumlanan olumsuzluk”tur denebilir.
Ancak biraz daha dikkatli okunursa yabancılaşmanın, başlangıçta bir zorunluluğu ifade ediyor görünse de, sadece bir süreci işaret etmek için kullanılan ve sonra terk edilen bir terim, sadece bir gereç olduğu, aslen Kavram gibi ele alınmaması gerektiği görülür. Metnin başlangıçta ifade ettiğimiz felsefi kabulün hilafına, yabancılaşma düşüncesi Hegel tarafından kavramlaştırılmış değildir, sadece bir gereç–terimdir.
Felsefi Tinin Başkalaşması
Hegel’in kurgul düşüncesinde abideleşen ve neredeyse sanatsal bir yetkinlik içinde dokunulmazlık kazanan felsefi bilinç, Hegel ardılı düşünürler tarafından eleştirilmeye çalışılsa da, bu eleştirilerin tam da Hegel’in işaret ettiği Doğal Bilincin sınırları içinde kaldığı ve Felsefi Bilincin gerekliliğini, hatta ethica’sını yerine getirmekten uzak olduğu görülür. Diyalektik, artık Hegel’in kurgul dizgesinin holographic bütünselliğinden farklı, düzlemsel ve boyutsuz karşıtlıklar çatışmasına indirgenmiştir. Belli ki yeni bir felsefe başlamıştır ancak, Hegel’in kurgul düşüncesi içinden bakarsak bu felsefe, felsefe adını hak etmekten gittikçe uzaklaşan, kavramsız ve düşüncesiz bir felsefedir.
“Kavramdan ayrı olarak, aslında Kavramsız olarak alınan Varlık, bilinç için ona yabancı, aşkın, bilinemez birşey olarak görünür. Bu bölünme ya da ayrılık Tinin Görüngübilim’in incelediği bütün bir fenomenal bilinç sürecine özgüdür ve bu bilinç biçimleri bu karşıtlıktan ötürü sonlu, böylece gerçeklik ile bağları kopuk, geçici ve yitici biçimlerdir. Ama Görüngü kendinde kuşkuculuğu aklayacak bir kavram, Özü ile ilişkisiz ve iletişimsiz olan analitik bir anlak tasarımı değildir. Görüngü görüngüsü olduğu şeyden, Özden ayrım içinde hiçbirşeydir, bir düşünce-şeydir.” Aziz Yardımlı, Diyalektik Yöntem?
Görüngüde olan, yalnızca ve yalnızca özde olandır. Görüngüde olan kendi başına bir gerçeklik olarak ele alınırsa, Varlık düşüncenin dışına atılmış olur. Hegel’in ardılı ve eleştirisi olarak diyalektik materyalist görüş, tam da bu anlamda “doğal bilinç” olarak tanımlanan yabancılaşma sürecinin bizzat kendisi kabul edilebilir. Maddeyle Varlığı aynı şey kabul eden, Oluşta olanın, Varlığı olduğu gibi Yokluğu da kapsadığını görmeyi reddeden materyalist düşünceye göre bilinç de, Marx’ın tanımladığı şekliyle “düşünce biçimlerine çevrilen özdeksel dünyadan başka bir şey değildir.” Marx’ın düşüncesindeki “ya bir şey başkasını belirler ya da başkası bir şeyi” şeklindeki anlaksal pratik tutum (yani ya madde bilinci belirlemiştir ya da bilinç maddeyi), onun düzlemsel diyalektiğini oluşturur. Materyalist diyalektiğin Varlığı, bir soyutlama değil, indirgemedir; Maddenin kendisidir. Oysa Varlık sonludur, fenomenalitedir. Her ortadan kalkışıyla gizil olarak taşıdığı Yokluk kıpısını ortaya koyar. Sonluyu kendinde tözselleştirmek, yani Varlık-Madde eşitliği paradoksaldır; çünkü geçici ve tikel olanı yine kendisiyle bütünler, böylece Madde fenomenaliteden başka bir şey olamaz. Fenomenalite ise öznel bilinçtir. Marx’ın eleştiri maksatlı “…arı, soyut felsefi düşünmenin yabancılaşması” ifadesi, tam da bu indirgemede kendini gerçekleştirir. Materyalist bilinç kurgul düşünceyi kavrayamadığı; Varlığın Kavramla birlikteliğinde nesnelleştiğini görmeyi reddettiği için kendi dışına çıkamaz, özneldir. Eleştirisi de farkında olmadan kendi anlayışının dışavurumudur, zorunlu olarak yalnızca kendi durumunun belirlemesini imler. Materyalizm ideolojidir, yanlış düşüncedir. Felsefi Tinin yabancılaşmasıdır.
Tarihin materyalist yorumu olarak Tarihsel Materyalizm de felsefi düşüncenin uzağına düşer. Her şeyin başında, istenci zorunlu kılan tarihsellik ve materyalizm yan yana duramaz. Tarihsel olan, ama gerçekte ama Kavramına göre, tinsel olandan istenç tarafından üretilen bütün bir törellik sürecidir. Oysa materyalizmin yadsıdığı da tam olarak bu tinselliktir, onda temellenen istençtir. Ama yine de törelliği, herhangi bir felsefi çıkarsama sonucu olmayan anlaksal pratik bir tercihle altyapı olgularında temellendirmek ve yeniden tanımlamak mümkündür, ancak nesnellikten yoksun düşüncedir, sadece tasarımdır. Marx ile tarihsel süreç içinde iktisadi temellere oturtulan yabancılaşma düşüncesi de böylece, Hegel’deki gereçsel niteliğinin üzerinde bir anlam kazanarak Marksist düşüncenin belirleyici unsurlarından biri haline gelir ve olumsuzlanır. Marksist diyalektiğin içinde herhangi bir bilince, örneğin sınıf bilincine ulaşmak yoluyla yabancılaşma aşılamaz. İki nedenle: İlkin; doğal bilincin sınırları içinde tanımlanan her bilinç gibi sınıf bilinci de bir düşünce-şey olarak doğal bilincin tikel bir ifadesidir, kavramsız-nesnesiz düşüncedir. İkincisi; yabancılaşma zaten doğal bilincin kendisidir. Marksist düşünce, zaten olumsuzlama olan doğal bilincinin sınırları içinde temellendirdiği ve olumsuzladığı yabancılaşmayı, maksadıyla çelişik olarak, kendi bilincine özgü bir farkındasızlıkla aslında olumlamış olur.
J. P. Sartre Varoluşçu felsefesinde, Hegel’in karşıtlıklar diyalektiğinden (köle-efendi karşıtlığı) yola çıkar, başkasıyla kurulan ilişkinin sorunlu yapısına dikkat çeker ve öteki varlığı anlamanın olanaksızlığı vargısına ulaşır. Sartre’ın felsefesi, başka bilinç karşısında ötekinin varlığını uzlaşmaz karşıtlık olarak çözümsüz bir sorun haline getirir. Sartre’ın düşüncesi, Hegelci diyalektikten haraket etse de karşıtlık diyalektiğinin ötesine geçip dolayım ve bireşime olanak tanımaz, aşma diyalektiğini kendi dışında bırakır. Çelişki tam da bu anlamda düşüncenin sonluluğudur; onun karşıtına yabancı kalmasıdır. Çelişkinin bilinci, bilgi değil bilgisizliktir. Varoluşçu Felsefenin sanatta ve edebiyatta karşılık bulmasının nedeni de budur. Bilgisizlik tinsellikten uzaklaşmaktır da. Bilginin olmadığı yerde, sanatsal sezgi devreye girer. Yabancılaşma teriminin gerçekten hakkının verilebileceği yegâne alan, felsefi düşüncenin dışında kalan bu alandır. Sanatta ve edebiyatta yabancılaşma, Doğal Bilincin diyalektik çözümsüzlüğünün neden olduğu tinsellikten yoksunluk halini, psükhe–bilimsel bir patolojik fenomen olarak ortaya çıkan umutsuzluğu, kayıtsızlığı, tiksintiyi kendine konu edinir. Sanatın ve edebiyatın Yabancı’sı, gerçeklik kabul ettiği ama nesnel gerçekliğinin bilgisini kavrayamadığı görüngüsel dünyanın çözümsüzlüğü karşısında çaresiz kalan, tinselliğini tamamen yitirmiş insandır. Gerçekte farkında olmadan tiksindiği ise kendi dışında kabul ettiği dünya değil; onunla aynı şey olan kendi tinsizleşmiş bilincidir. Böylece sanat ve edebiyat yabancılaşmayı, Öznel Bilincin bir psükhe olarak patolojik deneyiminde somutlaştırır.
Öznesiz Süreç (ya da Anti-Tin)
Felsefi Tinin Yabancılaşmasına konu edilebilecek ara felsefelere değinmek, bu çalışmanın maksadı açısından çok da gerekli değil. Marksizm ve Varoluşçuluk, gerek politik ve bireysel sonuçları, gerekse de edebi ve sanatsal yansımaları itibariyle yeterince belirleyici örneklerdir. Ancak günümüzün felsefe dünyasında etkili olan Zihin Felsefesinin diyalektik materyalist yorumuna göz atmadan geçmeyeceğiz. Önce kısa bir saptama:
Geçtiğimiz yüzyılın ikinci çeyreğinden bu yana, Maddenin varlıksal Töz olduğu düşüncesini başlangıç ilkesi olarak kabul etmeyen hiçbir felsefenin tutunma şansı olmamıştır. Bilimsel bilginin düşünce evreni üzerindeki egemenliği doğal bilincin kendini doğrulamasının teminatı kabul edilir. Bilimsel bulguların Materyalizmi doğruladığı oranda, materyalist düşünce de felsefe dünyasının yerleşik bilinci haline gelmiş, felsefede Anlaksal-Analitik vargılara ulaşmaktan öte bir yöntem aramaz olmuştur. Bilimin doğal bilinç üzerindeki teminatı öylesine yüksektir ki, inanca dayalı düşünce bile dinin Evrim Teorisiyle ya da Büyük Patlamayla çelişmediğini tanıtlamanın yolunu arar. Öte yandan Materyalizm de bilimsel bilginin nesnelliğine duyduğu güven yüzünden, son yüzyıla kadar hep felsefenin konusu olmuş olan Zihin üzerine yapılan bilimsel araştırmaların sonuçlarını, ne kadar yadırgatıcı olursa olsun kabullenmeye hazırdır.
Zihin Felsefesinin diyalektik materyalist yorumu (S. M. Tura, Madde ve Mana), fizik, biyoloji, nörobilim gibi doğa bilimlerinin bulgularıyla felsefi düşüncenin diyalektik materyalist kanadını buluşturmaya çalışır ve bunu büyük oranda başarır. Dayandığı felsefi zemin, Marksist düşünceyi tartışırken açıkladığımız üzere, zaten sorunludur. Ancak niyeti itibariyle önemli bir görevi başarır, diyalektik materyalizmin kendi içindeki tartışılabilir eksiklerini, bilimsel bulguların desteğiyle tamamlar. Böylece fenomenalitenin, beyindeki nöral süreçlerde gerçekleşen bir yanılsamadan başka bir şey olmadığı, öznel deneyimin de, öznenin de yanılsama olduğu vargısında özne-nesne karşıtlığını ortadan kaldırır. Bu yorum, öznel deneyimin (ya da bilincin) dışındaki maddi varlığın kendinde nasıl bir şey olduğunun deneyimlenemez (hiç kimse elektron ya da foton vb. görmemiştir) olduğunu söyler. Maddi Varlığın bilinçteki deneyimi, onun nöral süreçlerde ortaya çıkan bir yanılsaması olan fenomenalitedir. Ancak bu yanılsama da maddi bir olaydır, hatta öyle ki, maddenin indirgenemez formudur. Bu yanılsamanın nasıl oluştuğunun cevabı ise yine bilime bırakılır. Yani Kant’ın kendinde-şeyi (noumenon’u), kendinde nasıl bir şey olduğu bilinmese de maddedir; onun yanılsamalı deneyimi (fenomenalite) olan öznel bilinç de, özne de, bunların hepsi maddedir. Kısaca, maddenin “kendinden kendine işleyişi”nden, yani “oluş”tan başka hiçbir şey yoktur, evren öznesiz-nesnesiz süreçtir: “Öyleyse yokum.” İnsan için yaşamın nihai anlamı da “…oluşla metafizik (ki ‘…metafizik hakikatimiz fizik hakikatimizdir’) maksadına uygun ilişkisi olsa gerek. Bu maksatsa oluşun bizde kendisini kavramasına açık olmaktır; oluşta yok olmaktır.” S. M. Tura, Madde ve Mana
Böylesi radikal bir vargıya ulaşırken dolandığı alanlar arasındaki epistemik ve yöntemsel çeşitliliği Modern Bilincin tabiatına versek bile, son kertede dayanmak durumunda olduğu Ussal İlke, yani Doğa Yasaları, felsefi açıdan her anlamda sorunludur. Her şeyin başında, doğa yasalarının kendilerini de açıklayan daha derin yasalar vardır ve onları da; ve bu böyle sürüp gider. İkincisi; bilimsel bilginin nesnelliği, bir Töz olarak Özneyi gerektirir. Ancak bilimsel düşünce zorunlu olarak materyalisttir, bir Töz olarak Özneyi kabul edemez. Olgusal olanı, sonlu olanı maddeyle eşitler, yani bilinci maddeyle; ve maddede tözselleştirir, böylece Töz, sonlu olanda, “oluş”ta yok olur. Demek ki oluş da maddi bir süreç olarak Yokluktur, çünkü dayandığı bir Töz, yani Madde yoktur. Varsa da bir düşünce-şeydir. Öznesiz Süreç maksadının ötesinde, özneyi dayandırdığı varlığı, Maddeyi yok ettiğinin, geriye zorunlu olarak bir Öznel bilinç bıraktığının farkında değildir. Öyle bir bilinç ki, aslında salt bilinçsizlik, yani saltık Özne. Böylece doğal bilincin zorunlu farkındasızlığıyla Hegel’in başlangıç ilkesini doğrulamak durumunda kalır: Kendi bilincinde olmayan Tin; ya da Saltık Varlık, yani Yokluk. Öznesiz Süreç tezinin metafizik ufku fizik değil saltık yokluktur.
Ama yine de yabancılaşma düşüncesi çerçevesinde, özneyi topyekûn ılga etmeye kalkışmasındaki farkındasızlık yüzünden Hegel’in düşünceyi vardırdığı ereğin tam karşı kutbuna yerleştirilebilir: Tinleşen insana karşı hiçleşen insan. Öznesiz Süreç düşüncesi, kendi niyeti itibariyle yabancılaşmanın artık bir süreç olmaktan geçip kendini gerçekleştiren bir Anti-Tin olarak ortaya çıktığı saltık “anti-hümanizmada”dır. Böyle bir saltık anti–hümanizma, kendi içinden zorunlu bir ethikos çıkarmaktan yoksun olduğu gibi, aisthetike’nin tinsel alanına girmeye de yetkin değildir, sanatsal eylemi değersizleştirir. Yepyeni bir ethica ve aesthetica tasarlamak şüphesiz mümkündür, ama hangi ilkeyle? Diyalektik materyalizmin ulaştığı son aşama olarak Öznesiz Süreç düşüncesi ancak, deneysel-özgün düşünme pratiği olarak kabul edilebilir; eğer felsefeyse de, farkında olmadan kendini yıkıma uğratan materyalizmdir. Hegel’den alacağımız esinle denebilir ki: “İdealizm olmayan felsefe yoktur, farkındasız bilinç vardır.” Ya da Felsefi Tinin yabancılaşması.
Felsefe tarihi boyunca ortaya çıkan farklı düşünce dizgeleri, Felsefi Tinin gelişme sürecinin aşamaları olarak kabul edilirse, Hegel’den sonra onun kurgul dizgesini daha yüksek seviyeye taşıyacak herhangi bir felsefenin ortaya çıkmadığı açıkça görülür. Marksizmin boyutsuz diyalektiği zorunlu olarak içkin bir ereksellikte ve buna bağlı olarak politikada son bulmuş, böylece kendi kendini felsefesizleştirmiştir. Bu anlamda Varoluşçu düşüncenin bireyde temellenen ve başkasının bilincini çözümlenemez karşıtlık kabul ederek tam anlamıyla yabancılaştıran düşüncesi felsefi bir dizge olmanın çok uzağına düşse de, doğal bilincin kendi içindeki çözümsüzlüğünün itirafı olarak en azından felsefi ethica’ya sahiptir. Tin ya da Varlık gibi kategorileri düşüncenin dışında bırakarak felsefi sürekliliği ısrarlı şekilde yadsıyan modern felsefe, tikel kavramları düşünmenin ötesine geçemeyen çoğulcu bireysel belirişler olarak, felsefi sürece katkıdan çok, Modern Batı kültürünün sürekli oluş ve yenileşme vurgusuyla uyum içinde, bir bilinç dağılmasını sergiler; çoğu zaman sanıldığı gibi düşüncenin özgürleşmesini değil. Bu çoğulculuk ve bireyselcilik, Tinin dağılıp daha karmaşık hale gelmesi olarak da okunabilir; ama bir kez tikel kavramların Bütünle ilişkisinde gerçeklik kazandığı bilincine gelindiyse, tikellikte ısrar etmek, felsefesizleşmede ısrar etmekle aynı şeydir. Bu aynı zamanda felsefeye yabancılaşmak anlamına da gelir ve sorumluluğu Felsefi Tine yüklenemez. Öte yandan bu dağılmanın Hegel’in öngörüsünü aşan bir kararlılıkla devam etmesi bize, Hegel’de zirveleşen Batı düşüncesinin, daha ötesini üretmeye yetkin olmadığını düşündürmeye yeterlidir.
***
Bu çalışma boyunca yabancılaşma olgusunu Hegel Felsefesi çerçevesinde ele almaya, ardılı düşüncelerde yüklendiği anlamları yine aynı çerçeve içinde değerlendirmeye-eleştirmeye çalıştık. Ancak tüm eleştirilerin hilafına görünen odur ki, Hegel’den bu yana sadece felsefenin değil, tarihin de Tinin kendi özbilincine ulaşıp özgürleşme yolundaki gelişim süreci olduğu düşüncesini doğrulayacak hiçbir şey olmamıştır. Modern Bilincin daha yüksek bir ilkeye çıkamayıp kendi salıverdiği oluş ve yenileşme kültürü içinde dağılmayı sürdürmesini, onun tabiatı olarak kabul etmek gerekir. En nihayetinde felsefe de kültürden bağışık değildir ve kendini, içinden çıktığı kültürün gerektirdiği gibi sergileyecektir, oluşa kapılıp kendi tarihi boyunca iş başında olan Logosa, kendi varlıksal ilkesine yabancılaşacaktır. Tin de Logostan yoksun olarak bilinçsiz–biteviye oluştur zaten.
Modern Bilincin felsefesizleşmedeki bu ısrarı, Hegel’in ussal ilkesini aşan bir insanlık durumunu da işaret eder. Yabancılaşma artık, Hegel’in kurgul dizgesindeki geçici ve sonlu olumsuzlama süreçlerini imleyen bir terim değil; modern insanın üzerine yapışıp kalan, tüm çağrışımlarıyla ve sonuçlarıyla deneyimlediği somut bir ruhsal çöküş halidir. Logosunu yitirerek felsefesizleşen bilinç, bu hakikati aşacak güçte değildir. Zeitgeist, salt psükhe’dir.
Felsefesizliğin çorak toprağında Varlığa ve kendi mahiyetine her anlamda Yabancı insan için, kadim geçmişin ethos’una sığınıp irfandan medet ummak dışında çare kalmış mıdır artık?