“Evrim gerçeği eğitim programlarından çıkartılıyor. Bütün toplumlarda mistik ve bilim dışı düşünceye olan ilgi arttı. Oysa modern toplumlar bilimin keşfettiği zenginlikleri ve güçleri çoktan kabul ettiler; fakat bilimin en derin mesajını dinlemediler: “[Modern toplumlar] Bilim’e borçlu olduğu tüm zenginliklerin keyfini sürerken, toplumlarımız bilimin kendisi tarafından kökten çürütülmüş değer sistemlerini yaşamaya ve öğretmeye devam etmekteler.” Modern toplumlardaki bu ikiyüzlülüğe dikkat çeken Monod’ya göre insanlar bir yandan bilimin sağladığı bütün olanakları kullanırken, öte yandan bilimden çıkan mantıksal sonucu, maddenin kendiliğinden rastlantısal macerasının getirdiği sonucu, özetle bu evrenin bizim için tasarlanmadığı sonucunu kabul etmek istemiyorlar. Bilimin bu soğuk katılığı onları rahatsız ediyor. İnsanlar ”inanmak” istiyorlar, hayatlarının bir anlamı olması gereğine olan inanç insanları rahatlatıyor.”
Yukarıdaki paragraf, Jacques Monod’nun Rastlantı ve Zorunluluk adlı kitabının yeniden basımı için yazılan önsözden alıntı (taslağını gördüm, baskı öncesi ufak tefek değişiklikler olmuştur muhtemel, ama temel savın değiştiğini hiç sanmıyorum). İster istemez şu soruyu getiriyor akla: Teknoloji bilim mi?
Çok kestirmeden cevaplamak gerekirse; herhangi bir bilimsel bulgunun insan kullanımına nasıl ve hangi formda sokulacağı, hatta kullanıma sokulup sokulmayacağı, ideolojik bir karardır.
Bugün bu kararları kapitalist ideoloji veriyor. Tabii ki elektromanyetizma olarak tanımladığımız doğa olayı tespit edilmiş olmasaydı bugün, örneğin cep telefonu hayatımızda olmazdı. Ama sermayeci güçler işin ucunda büyük bir kazanç öngörmeseydi, cep telefonu denen icat kâğıt üzerinde bir karalama olarak kalabilirdi ve hayatımızda hiç olmayabilirdi. İşte bu kararın ideolojik olduğunu söylüyorum, başka bir şey değil.
Şimdi düşünceyi biraz daha ileriye götürüp argümanın ileri sürülen tezle tutarlılığı açısından maddi temellerden de sapmadan, bilimle teknoloji arasındaki farkı; bir de keşif ve icat arasındaki fark üzerinden ele alalım. Eğer varoluş, Saffet Murat Tura’nın Madde ve Mana’sında ileri sürüldüğü gibi öznesiz bir süreçse, insan edimlerini de bu perspektiften değerlendirirsek, doğada zaten var olanı tespit edip açıklamakla, bu açıklamadan hareket edip doğada olmayan bir nesneyi üretmek arasında köklü bir fark var. Öznesiz süreç perspektifinden konuşursak, örneğin elektromanyetizma denen doğa olayı, yine bir doğa olayı olarak kabul ettiğimiz bilinç üzerinden kendini açık etmiştir diyebiliriz. Yine S. M. Tura’nın deyimiyle burada ruhlarla-muhlarla karşılaşmadığımız gibi, adına keşif diyebileceğimiz bu insan ediminde, insana özel bir statü tanıyacak istisnai bir duruma da tanık olmadık. Elektromanyetizma denen doğa olayı da, bilinç denen doğa olayı da zaten vardı. Belirli bir zaman diliminde bu iki doğa olayı arasında bir korelasyon oldu demek doğru mudur bilemiyorum ama, aklım yettiği kadarıyla böyle bir tanımlama yapacağım. Bilim dediğimiz şey böyle bir şey olmalı. Zaten var olan, bilince terfi etti, bilgi oldu. Hafife aldığım gibi bir duygu çıkmasın. Sadece, merakın, rasyonel düşünmenin, deneyle delillendirmenin, tüm bunların fiziksel olaylar olduğunu söylüyorum; öznesiz süreç tezi esasında tabii.
Gelelim icat meselesine. İcat da özünde, imajinasyon diyebileceğimiz bir beyin olayıyla ilgili. İmajinasyonun türetici dilsellikle ilgisi filan gibi konulara hiç girmeyeceğim; konu, meraklıları için malumdur sanırım. Ancak insan, bu yetisiyle doğayı dönüştürür. Natüralist-materyalist bir perspektiften; doğa, imajinasyon denen bir beyin olayı üzerinden kendini dönüştürür denebilir. Örneğin; buğdaydan ekmeğe, çamurdan çanak çömleğe ya da ne bileyim, taştan meskene, ağaçtan mobilyaya dönüşür. Sonuç olarak yine bir doğa olayıyla karşı karşıyayız diyebiliriz, ancak niteliği farklı. Zira bu dönüşüm insanı doğa karşısında etken bir duruma getirir. Daha da önemlisi, ereği belirlenmiş dönüşümlerdir bunlar. Evrenin çeşitli yerlerinde nükleer patlamalar oluyor. Bu patlamaların bir ereği olduğunu söylemek mümkün değil. Ama atom bombası vasıtasıyla oluşan nükleer patlamanın ereği önceden bellidir (Alman siyaset bilimci Hannah Arendt’in “iş” diye tanımladığı kavramı andıran bir şeyden söz ediyorum; ancak farklı bir bağlamda. Söz konusu dönüşümü/üretimi, imajinasyon dediğimiz beyin olayıyla ilişkilendiriyorum.).
Şimdi; bu iki doğa olayından ilkine doğanın kendini açımlaması, ikincisine doğanın kendini dönüştürmesi diyelim. İkisi de bilinç üzerinden oluyor. Biri var olanı ama bilinmeyeni ortaya çıkarıyor, diğeri var olanı daha önce olmayan bir şeye dönüştürüyor. Öznesiz süreç esasında konuşuyorum yine. Ya da şöyle diyebiliriz: Biri ilkeyi belirliyor, diğeri bu ilkeyi kullanarak doğayı dönüştürüyor. İdeoloji dediğimiz şey bu dönüşümün bizatihi kendisi aslında (aşağıdaki alıntıda Arendt’in “yapay dünya” dediği şey yani). Ideologia, doğada verili olmayan esasındadır ve zihinde olana dair fikriyat demek. Yani bir başka deyişle imgelemde oluşana dair fikriyat… Tabii bu benim anlayışım. De Tracy’nin verdiği anlam itibariyle ideoloji, fikirlerin nesnel temelini araştıran ilim demek (Logia’nın türediği logos sözcüğü aslen fikriyat demek; ilim ya da bilim değil. Yazık ki Grek philosophia’sındaki anlamını çeşitli nedenlerle yitirmiştir.). Tabii ideologia’nın anlamı zaman içinde değişti, Alman felsefe okulu içinde negatif bir anlam yüklendi. Marksist perspektiften ideoloji, kabaca anlamıyla yanlış bilinç demek. Marx; yanlış bilgi olarak ideolojinin karşısına, doğru bilginin kaynağı olarak bilimi koyar. Ben ise burada, doğruluğunu yanlışlığını tartışma konusu yapmadan gündelik-yerleşik kullanımından hareketle bir anlayış geliştirmeye çalışıyorum. Zeynep Gambetti’nin Marx ve Arendt: Emek, iş, eylem üzerinden üç siyaset biçimi başlıklı çalışmasından bir alıntı yapacağım burada:
“İş sayesinde doğadan kopan insan, kendi yapay dünyasının üreticisi ve üretim faaliyetinin gerçek öznesidir. Yaşamsal-biyolojik zorunluluk yüzünden harcanan emeğin aksine iş, insanı doğadan özgürleştirir ve “özneleştirir”. Doğanın insan tarafından evcilleştirilmesi, insanın doğadan uzaklaşmasına bağlıdır. İnsan doğaya ancak bu şekilde hâkim olabilir. Ama daha da önemlisi, insan yaratıcılığından bahsetmek iş sayesinde mümkün olur.”
Kendi yorumuma geri dönersem; doğada olmayan, ama imgelemde olan, sadece icada atfedilebilecek bir durum değil şüphesiz. Bilimsel teori de imgelemdedir başlangıçta. Ancak bilimsel etkinlik kökene (buna bağlı olarak da çoğu zaman geçmişe) yönelikken, icada ilişkin imgelem her zaman geleceğe yöneliktir. Bir başka ifadeyle bilim, tanık olunan gerçeklikten theoria’ya; icat, theoria’dan yeni bir gerçekliğe yöneliştir. İcada aracı olan imajinasyon, doğada daha önce olmayan bir nesne tasarlar ve bunu gerçekleştirir (Bu anlamda ideoloji de şimdiye ya da geçmişe dair değil; geleceğe dairdir. Hegel diyalektiğindeki “ereksel neden” bahsi konunun anlaşılması açısından ziyadesiyle önemli kanaatimce.). İcatlar üretim ilişkilerini yeniden belirlerken, bir yandan da geleceği tasarlar; yeni yaşam biçimlerini, yeni toplumsal ilişkileri mümkün kılar. Öznesiz süreç perspektifinden, örneğin; bu maddi dönüşüm sadece cep telefonu olarak ortaya çıkmaz, Zeitgeist olarak ya da toplumsal ilişkiler olarak da belirir. Dolayısıyla, başlangıçta savunduğum görüşün hilafına diyebilirim ki (geleneksel anlayış içinde yazdım o satırları) adına ideoloji dediğimiz şey aslen bu dönüşümlerdir ki, bu durumda teknolojinin bizatihi kendisi de ideolojidir (Teknoloji sözcüğüyle kast ettiğimiz şeyin aslı Almanca’da Technik. Grek dilinde ise techne “iş, beceri, ustalık” ve logia “bilme” sözcüklerinden türetme. Grek dilinde “iş” aynı Arendt’in anladığı anlamda kullanılıyor ve çoğu zaman bugünkü anlayışımızdaki “sanat” sözcüğüne karşılık geliyor. Technologia, yaratıcı işin ilmi, fikriyatı oluyor aslında.).
Cep telefonunun ardındaki ana fikir nedir mesela? “Birtakım elektronik devreleri birbirine öyle bağlayalım ki, elektromanyetik sinyaller gönderip alabilsin, bunlar da sese dönüştürülebilsin” mi? Hiç sanmıyorum. Ana fikir şudur: İnsanlar herhangi bir mekâna bağımlı kalmadan iletişim kurabilsinler. Adı üzerinde: Mobile technologies deniyor bu kategoriye. Bu hayal tarih boyunca vardı; yani ana fikir elektromanyetik dalganın tespitinden çok öncelere, taa arkaik dönem mitlerine kadar uzanır. Bu basbayağı ideoloji aslında; Fikriyle ve cismiyle ideoloji. Sanayi devriminin müsebbibi olan makineler de öyleydi. Kapitalist ideoloji makineleşmeyle birlikte, yani üretim teknolojilerindeki dönüşmeyle koşut gelişmiştir. Avrupa’da endüstri devrimi öncesinde de bir işçi sınıfı vardı, ama tanımlanmış bir işçi sınıfı ve bunu takip eden sınıf bilinci kavramları endüstri devriminin ardından geldi. Kapitalist ideolojinin tanımı da böyle mümkün oldu. Yani başlangıçta tanımlı bir kapitalist ideoloji vardı da kapitalist sistem bunun üzerine kuruldu diyemeyiz. Buhar makinesinin icadıyla başlayan makineleşmenin, kol gücüne dayalı “iş”i diskalifiye etmesiyle başlayan dönüşümün etkileri, özellikle 20. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren teknoloji olarak karşımıza çıktı; yani sistemin ideolojisi. Teknoloji, düşünme ve yaşama biçimini de beraberinde getiren dönüştürücü bir yaratıcı edimdir. Kendi yapay dünyasını kurarak bizi doğal gerçekliğimize yabancılaştırır. Daha yakın döneme geldiğimizde, örneğin; dijital teknolojinin yaşamı ne denli değiştirdiğine bakarsak, aslında bizi çevreleyen şeyin teknoloji değil ideoloji olduğunu, elimizdeki cep telefonunun ya da bilgisayarın nasıl yeni bir dil, yeni bir düşünme biçimi, yeni bir evren algısı oluşturmaya aracı olduğunu görürüz. Ya da iyice temele inelim. İnsanın alet yapma yetisi (yani amiyane tabiriyle zekâ) bir doğa olayıdır. Yapılan her alet (icat) insanın doğayı dönüştürmesi demektir ki bu da aynı zamanda bilincin dönüşmesidir. Bilinç üzerinden meydana gelen her maddi dönüşüm, beraberinde bir gelecek tasarımını getirir. Bilinç de tasarladığı şeyle birlikte değişir.
İnsanın tanımı John Searle’ün ele aldığı gibi sadece bilimsel, özgür, düşünen, akıllı türünden öğelere indirgenirse, önemli bir becerisi ıskalanmış olur: Yaratıcı düşünme, doğayı dönüştürme gibi etken nitelikleri göz önünde bulundurulursa insanın, doğanın rastlantısal bir parçası olduğu tezi, en azından benim gözümde biraz itibarını yitiriyor. İmajinasyon –kabul, bir beyin olayıdır– ancak, dönüştürücü bir etkisi vardır. Doğa bizim bilincimiz ve emeğimiz (Arendt’in tanımıyla “iş”imiz) üzerinden kendini dönüştürüyor diyebiliriz demesine de, burada anomik bir işleyiş yok mu? Cep telefonu, televizyon, nükleer santral gibi kompleks yapılara dönüşmüş maddeye bu evrende ne gerek var? Üstelik bunların hepsi de bizim kontrolümüzde.
Monod’un asıl tezini gözden kaçırdığım sanılmasın, sadece tartışmasız bir hakikat gibi kabullenmeden önce biraz daha etraflı düşünmeyi yeğliyorum. Dünya bizim için tasarlanmadı belki, ama onu tanımladığımız hali bizim ürünümüzdür. Ya da şöyle de diyebiliriz: Mahiyetini bilmediğimiz maddi yapı, bizim bilincimiz üzerinden bu dünya gibi. Kendisi olarak ne olduğunu bilemediğimize göre, bildiğimiz halinin “bizim için” olduğunu söyleyeceğim.
Yazının başında da belirttiğim gibi, Monod’un tezine karşı tutarlı bir görüş oluşturabilmek için materyalist temellerden sapmamaya çalıştım. Aslında şunları da söylemek isterdim: Belki de insanın hakikatini biyolojik kökeninde değil, tarih boyunca oluşturmaya çalıştığı “yapay” dünyasında, yani kendisiyle ilgili kurguladığı gelecek tasarımında aramalı. Belki de hakikat kökene dönük rasyonel bir açıklama değil, geleceğe dönük bir imgelemdir. Arendt’in “yapay” diye tanımladığı dünya, belki de türümüzün yegâne hakikatidir. Ha bir de, cep telefonu, nükleer santral filan gibi uyduruk icatlardan değil; daha büyük icatlardan söz etmek isterdim. Ama yeri ve zamanı değil, ayrıca gönlüm de yok.
Bu yazıyı; modern insanın, bir yandan bilimin olanaklarından yaralanırken, diğer yandan bilim tarafından çürütülmüş inançlara saplanmasını eleştiren görüşlerden hareketle yazdım. Üniversite yıllarımdan beri zihnimde dönüp dolaşan bir düşünceyi de yazıya aktarmış oldum bu vesileyle.
Doğa bilimlerini nesnel bilginin yegâne zemini kabul eden felsefi görüşler, kaçınılmaz olarak materyalisttir. Öte yandan “nesnellik”, felsefenin büyük sorunlarından biridir. Bu yazının maksadı, günümüzdeki nesnellik kavramının geçerliliğini tartışmak değil. Aksine; özellikle de bu nesnelliğe tutunarak, modern insanın ikiyüzlülüğüne yöneltilen eleştirilerin ne kadar dar bir perspektiften yapıldığını gösterebilmek. Sıkça gözleyebildiğim kadarıyla bilim insanları, insani yaşantıyı (değerleri, alışkanlıkları, inançları, toplumsal refleksleri, hatta kültürleri) eleştirirken, ama kavramlara, ama eleştirdikleri konuların derinlemesine bir anlayışına sahip olmadıklarından olsa gerek, militanca bir üsluba tamah ediyorlar. Oysa gerçek anlamda nesnellik, perspektifsiz kalabilmek demek. Bu da, eleştirilen şeyin derinlemesine anlaşılmasını gerektiriyor. Kısacası, biraz da usule itirazım var.