Her aşk, aslında hakikati anlama fırsatıdır. Her evlilik, nizamı koruma çabasıdır. Ve her çocuk, kendi geçmişimizle yüzleşmeye davettir. Tanık olduğumuz her ölüm de kendi hakikatimizden koptuğumuzu hatırlatan bir uyarıdır.
Konuya giriş babında, geçtiğimiz günlerde İstanbul Üniversitesi’nde verdiğim Hegel dersinin son bölümünden bir alıntı yapmak istiyorum. Hegel uzmanı ve yorumcusu Kojève’in düşünce tarihi hakkındaki görüşüyle bitirmiştim konuyu.
Kojève’e göre bütün teolojiler zorunlu olarak birer antropolojidir. Aslında, mitsel düşüncenin de dinsel düşüncenin de konusu insandır. Din, Tanrı başlığı altında insanı düşünür. Dinsel düşünce, kendi bilincinde olmayan bir antropoloji, felsefi bir düşüncedir. Tanrılar tarihi, dinler tarihi, insanın kendi bilincine ulaşma yolunda ilerleyişinin tarihidir. Din ve felsefe karşıtlığının ortadan kalkması için, her şeyden önce insanın aşkınlık kategorisinden kurtulması ve kendi tümelliğini, kendi gerçek dünyasının ötesinde bir varlığa gönderme yapmadan kavrayabilmesi gerekir. Hegel’in aşkınlık kategorisini ilga etmesiyle din de ortadan kalkmış ve yerini, artık tini tanrısal değil, insansal bir şey olarak kavrayan tanrıtanımaz bir antropolojiye bırakmıştır.
Kojève böyle özetliyor Hegel’e kadar olan düşünce tarihini. Pek de haksız sayılmaz. Çağımızda aşkınlık kategorisine gerek yok gibi görünüyor.
Bugün, eskilerin deyimiyle hakikat çağında yaşıyoruz. Bilim, aydınlanmacılığın açtığı yoldan öyle büyük bir süratle ve iştiyakla doğanın sırlarını açmaya soyundu ki, bizler arkamıza bakmadan kendi insani yaşantılarımızı, tarih boyunca dünyayı değiştiren yapıp etmelerimizi unutmanın eşiğine geldik. Unutmak ne kelime, inkârın doruğundayız. İnkârı hafife almıyorum, yanlış anlaşılmasın. Aslında inkârın hafife alınmasına itiraz ediyorum.
Birçoğumuzun çocuğu var. Eğitmeye, bu dünyaya yetiştirmeye çalışırken onların büyüsel, mitsel, dinsel dünyalarına, çoğu zaman olup bitenin farkına bile varmadan tanık olduk. Onlar bu yollardan, bizim onlara dayattığımız kavramlarla geçtiler. İşin acısı, kavramlar bizim kavramlarımız da değildi, emperyalist düşüncenin kavramlarıydı. Zaten bizler de nasibimizi almıştık ucundan bucağından bu kavramların. Koruyucu ve besleyici Marshall babanın süt tozu ve turuncu peyniriyle beslendim ben. Rabbim Marshall babaydı, kâmil insanım Superman’di. Âdem ve Havva’yı kendi anam babamdan değil, Tarzan ve Jane’den okudum. Kendimi Şit değil de maymun sanmaya meylim biraz da bu yüzden muhtemel.
Oysa, düşünce tarihi benim kendi tarihimdir. Büyü, mit, din, felsefe ve bilim olarak akıp giden bu süreçteki her bir dönemim, kendi Zeitgeist’ının hükümleriyle belirlenmiş, ancak o hükümlerin bilinmesiyle anlam kazanacak hakikatimdir benim. İnkâr da ancak o zaman mümkündür. Olguları ve olayları esas alarak inkâr ettiğim yegâne şey, olgular ve olaylardır. Atom bombasıyla yapılan zulmü inkâr etmem, atom çekirdeğinin içerdiği enerji miktarını da, bu enerjinin insan eliyle ortaya çıkartılabileceği gerçeğini de değiştirmez. Ya da örneğin, nefret ettiğim bir insanın canını almam, o insanın benim psikemdeki tözsel varlığını değiştirmez. Belki onu görüngümden kaldırmışımdır ve bu da beni rahatlatmıştır, ama o, benim nezdimde temsil ettiği tüm anlamlarıyla psikemdeki varlığını sürdürmeye devam eder. Aynı, tüm insanlık tarihinin bir kültür mirası olarak dilde, düşüncede, sanatta varlığını devam ettirmesi gibi… Örneğin, Rönesans ölmüştür belki, ama günümüzün tüm sanatsal edimlerinde tözsel olarak varlığını sürdürür. Ve biz deriz ki: Rönesans’ı anlamadan sanat yapılmaz. Ama Rönesans’ı anlamak bugünkü algıyla mümkün değildir. Artistik perspektifi ortaya koyan sanatçının verdiği zihinsel mücadele, fotoğraf kültürüne doğan bizler için anlaşılması çok güç bir olgudur. Ama asıl sorun, bunun güç olduğunu düşünmek değil gereksiz olduğunu düşünmektir. Günümüzün liberal–postmodern ideolojisi bize pragmatik olmayı telkin eder.
Düşünce tarihinin tüm nüanslarına hâkim olmak mümkün değil kuşkusuz. Ama kavramların evrilme sürecini anlamak mümkündür. Demem o ki, olaylardan değil, kavramlardan hareketle pekâlâ büyüden bilime, genel bir anlayışa kavuşmak çabası gösterilebilir. Belki bu yolla, tüm bu dönemlere ait düşünme biçimlerinin kendine has bilinç durumlarını kendi bilincimizde deneyimleyerek, yani hakikatini tümel bir kavrayışla idrak ederek, bilgece bir tavır alabiliriz hayat karşısında.
Doğa ve kültürel yaşam el ele verip bu olanağı sunup durur bize. Her aşk, aslında hakikati anlama fırsatıdır. Her evlilik, nizamı koruma çabasıdır. Ve her çocuk, kendi geçmişimizle yüzleşmeye davettir. Tanık olduğumuz her ölüm de kendi hakikatimizden koptuğumuzu hatırlatan bir uyarıdır.
Çocuğumuzun büyüsel dönemini yaşarken onunla birlikte büyü yapmak, arkaik döneminde onun tanrılarına tapmak, dinselliğe yöneldiğinde onun tanrısına iman etmek, sonra onunla birlikte aşkınlığa sahip olup tanrıyı terk etmek, doğaya yönelmek, oradan yine insana ve becerebilirsek kendi özümüze dönüp özgürleşmek; bize pekâlâ tüm bu süreçlerin üstünde, ama hepsinin hakikatini hatırlayıp idrak etmiş bir evrensel birey olmanın kapısını aralayabilir. Üstelik çocuğumuzun benliğini inşa ettiği tüm bu dönemlerde, onun deneyimlerine ortak olmak, o dönemleri onunla birlikte, içinden yaşamak sanatsal bir tavırdır. Ben kontrolünde arkaik gerilemedir bir yanıyla, diğer yanıyla da eser vermektir, insan yapma sanatıdır.
Ferdiyet böyle elde edilebilir, mümkündür yani. Entelektüel olmak gerekmez, samimiyet gerekir. Varlık adildir; çobanı profesöre ayrı tutmaz. Kendi hayatlarımızla ilgili tatminimiz ya da memnuniyetsizliğimiz de sadece kendimizi bağlar. Ama memnuniyetimiz başkalarının memnuniyetine bağlıysa, o zaman üstümüzde yük ve sorumluluk var demektir.