Başlık “Arkana Bakma[1]” olunca, bu benim için çok provokatif bir konuya dönüşüyor. “Arkana bakma” bir emir kipi olabilir. Eğer öyleyse bu benim iradem dışında demektir; ben karar vermemişim, yani birisi bana arkana bakma diyor. Yok, emir kipinde değilse “arkana bakma” bir nasihat olabilir. Sonuna bir de gizli bir “k” ekleyebilirim, parantez içinde bir “k” koyarsam, “arkana bakma(k)” olur. O zaman gerçekten alternatifli, problematik bir başlık elde ederim. Hangi perspektiften bakarsanız o yolda ilerleyebilirsiniz.
Geçmişe ya da arkana bakma. Peki, şimdi ve burada varoluşumu nasıl anlamlandıracağım? Bunu belirleyen nedir? Ben hudayinabit bir varlık mıyım? Orada hemen bir bitki gibi bitmiş miyim? Bu sorunsal üzerine baktığımızda; yani şimdiyi anlamlandırmak, şimdiki beni, şu anda var olan beni anlamlandırabilmek için ilişkilerime, nedenselliklerime, amaçlarıma yönelik bir düşünce oluşturduğumda şunu görüyorum: İçinde yaşadığım şimdiyi verecek bir geçmiş yoksa, şimdi yoktur. Şimdiyi bir geçmiş yaratmıştır. Geçmişi zaman kavramı açısından düşünürsek, Heraklitos’un nehir benzetmesiyle panta rhei yani “sürekli akış” dediği… “Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız” anlamında kullanıyordu bunu. Evet, nehir akıyor ama biz biliyoruz ki bu sembolik bir anlatım, bu nehir zaman nehri ve zaman nehri akıyor.
Zaman sürekli akışta olduğu zaman, bizde bir birikim oluşturmaz, bizi de sürükler. Nehir sembolizmasına geri dönersek eğer, nehir alüvyonlar taşır ve bu alüvyonlar nehrin çeperine yayılarak orada mümbit araziler oluşturur. Nil Nehri örneğin, elbette başka nehirler de var ama Nil Nehri’ni söylememin nedeni onun çölün içindeki Mısır’ı hayata kavuşturan bir nehir oluşundan. Nil Deltası’nda alüvyonlar orada birikir. Bunun anlamı hafızadır. Zamanın getirilerini hafızamızda koruruz ve onu sonsuza taşırız. Bellekte sonsuzlaşır. Zaman akış içindedir evet ama bunu bilincime taşırım ve kendime refleksiyon (conversion) yaparım. Bilincime taşır ve belleğime kaydederim. O zaman bellekteki bu kayıt zamanı tarihselleştirir.
Kısaca söylersek herkesin geçmişi vardır, tüm insanların, bireylerin, toplumların, hepsinin geçmişi vardır ama herkesin tarihi yoktur. Geçmiş ile tarihi ayırt etmek bir bilinç olgusudur. Geçmişlerini bilincine taşıyıp, onunla hesaplaşarak, belirli bir gelecek tasarımı, bir umut üzerinden geçmişi sorgulayıp, onu teferruatından arındırıp, özleriyle kendine katacak bir girişim ancak insanı tarihsel bir varlık yapabilir. Tarihsel varlık olmayan toplumlar, başka toplumların güdümüne girerler. Çünkü onların artık kimlikleri yoktur. Eğer arkaya bakış bir flashback, bir göz atma ise bir fotoğraf çekme gibi, bir enstantane gibi şöyle geçmişe bir bakıyorsam, o zaman bir şeyden kaçıyorumdur. İnsan arkasına şöyle ani bakıp yola devam ediyorsa bu korku göstergesidir. Tarih bilinci dediğimiz şey, arkaya göz atmak, geçmişte herhangi dönemde başımıza gelen şeylerin enstantaneler olarak anımsanması ise, bu bölük pörçüklük tarih bilincini de kimliği de yaratmaz.
Peki, alüvyonlarla ne kastedilir burada? Alüvyonlar, zaman ve tarihsellik içinde denenmiş, yoğrulmuş mücadeleler, göçler, savaşlar, ticaretler, her türlü siyasi, ekonomik deneyimler ve bu deneyimlerin içinden üretilen bir arada yaşayabilme değerleridir. Alüvyonlar, değerler olarak günümüze gelir demek istiyorum, onlar geçmişte kalmaz. Geçmişte kalmadıkları için günümüze gelen değerler; bize bir bellek, bir tarih bilinci ve bir kimlik verir.
Burada kültür dediğimiz bir arada yapılan ilişkiler içinde yoğrulmayla, tarihsel deneyimle ilgili olduğu için bir akrabalık, hatta başlangıçta belki bir ırk, gitgide büyük aileler, aşiretler biçimindeyken daha sonra ortak bir kıble, ortak bir kabuldür. Yani başta farklı aşiretleri bir araya getirebilme olanağı, sonra farklı toplumları ve farklı inançları bir araya getirme olanağıdır. Bu şekilde genleştiğinde insana varmış oluruz.
İnsan, bir soyutlama gibi duyulur. Hangi kültürü kastediyorum insan dediğimde? Tümünü. Eğer tümünü kastediyorsam, eğer her yerdeyse hiçbir yerdedir. Çünkü tümünü söylemek somut değil soyut. “İnsan” soyut bir kelimedir, somut olabilmesi için onun gerçekten bir kültür içeriğiyle belirlenmiş olması gerekir. O zaman ayrışır ve biz Türk kültürü, Arap kültürü, İngiliz kültürü, Japon kültüründen söz edebiliriz. Her birinin deneyimi, coğrafya koşulları, ilişkileri farklıdır. Ama “insan” dediğimiz zaman bu bir soyutlamadır. İnsan kavramı aslında tüm kültürlerarasılık bağlar ve ayrımlar bakımından belirleyici bir ide, bir ilkedir. Hiçbiri dışlanmadan tüm kültürlerden soyutlanmış olan bu “insan” idesi, tüm diğer kültürleri ayırma ve ilişkilendirmedir; bu bizi adalet (dike) kavramına götürür.
Kültürlerarasılıktaki iletişim, bildirişim sorunuyla karşılaşırız bu kez. Ne kadar birbirimizi anlıyorsak o kadar yakınlaşırız, akraba oluruz. Bu beden akrabası, ruh akrabası, düşünce ya da ideolojik akrabalıklar olabilir, değil mi? Akraba (kurbiyet), yakınlık demektir. Irkımı ben seçmedim, hiç kimse de seçmedi kendi ırkını. Belirli bir coğrafyada, belirli bir tarihsel dönemde, belirli bir kültürün içinde bir toplumun bir üyesi olarak doğarız. Varoluşçuluk buna dünyaya “terk edilmişlik, fırlatılmışlık” der. Bu tarihte, şu coğrafyada, şu kültürde doğacağımı ben nereden bileyim? Tinsel düşünen, manevi düşünen, spiritüel düşünen insan, burada “bedenin” kastedildiğini bilir. Beden dünyada bir kültürün içine terkedilmiş olabilir ama orada ben yokum ki… Ben filan yerde doğdum diyemem, benim doğabilmem için kendimin bilincinde, özbilinçte olmalıyım. O zaman coğrafya, tarih, kültür olarak her nerede bir beden olarak varoluşa geliyor olursak olalım, orada esasında özbilincime vardığım anda doğmuş olurum. Ben, o zaman benim. Yoksa ben, bana dışsal kalırım.
Peki, benim özgürlüğüm nerede? Bütün zorunluluk, bu mecburiyet içinde ben kimim? Neyim? Var mıyım? Nereden geldim? Nereye gideceğim? Neler oluyor? Olan oldu, ne yapalım işte böyle panta rhei, aksın gitsin bu yaşam diyemem. Kendimin bilincine varmadan önce içine doğduğum bu olanaklılık, annenin memesindeki sütü ikram etmesi gibi kültürü bana boca eder. Hem de büyük bir şefkatle. Bir de baba saygınlığı devreye girer ve mini minnacık bebek, hiçbir direnç gösterecek gücü yokken, sadece muhtaç bir halde kültürü bir anne sütü gibi almaya başlar.
Diyelim Japonya’dasın, Japon kültürünü aynı şekilde alırsın, Türkiye’deysen coğrafi olarak hangi bölgesine aitsen oranın kültürünü emersin. Sonra biraz büyüyünce o kültürün, o topluluğun içinde veya başka kültürlerle, başka topluluklarla bir problem çıkar. Hemen savunmaya geçer, o kültürün şövalyesi olursun. Onu savunur, “biz” dersin. Peki ama nasıl “siz” oldunuz? Sen var mısın ki “biz” diyorsun? Eğer öteki toplulukta doğmuş olsaydın o zaman “siz” dediğine “biz” diyecektin. Bunu sen mi yaptın? Hayır. O bizler, bizim atalar, bizim geçmişimiz… O zaman arkana bak, arkadan beslenmek (feedback) için arkana bak.
Bilinci yaratan dildir
Beni bu kültürün içinde bilinçli kılacak olan tarihsel bir veri var. Sadece kültür nesneleri veya adetler, gelenekler değil. Bilincimi yaratan bir şey var. O geçmişten bana gelen: Dil. Bilinci yaratan şey, dildir. Dili kaldırırsak bilinçten de söz edemeyiz. Doğa bilinç yaratmaz, doğa donanım verir. Beyin bir donanımdır ama dil, bilinç yaratır. O halde dilim, benliğim ve giderek kişiliğim, aidiyetim dil üzerinden kurulur. Şimdi o zaman “arkaya bak.”
Dil, soyut bir şey olarak, sadece yazılı metinler olarak gelmez. Dil dediğimiz şey, düşüncemi, bilincimi, imgelerimi, hayallerimi, umutlarımı oluşturduğu için beni eyleme iter. Eyleme girdiğim zaman da kültür denen o varlığı üretirim. Kültür bir varlıktır ve o varlık birlikte üretilen bir şeydir, tek başına kültür üretilmez. İş bölümü, iş birliği, üretim-üleşim süreçleri söz konusudur. Kültür böyle görünmeyen ama zeminde, bilinçdışında, en güçlü şekilde aidiyetimi ele geçirmiş bir varlıktır. Bunu yok saysam da başka kültüre göç etsem de o vardır. Çünkü onunla yoğrulmuş olan bir bilinçdışım var. Kültür, bilinçdışında yerleşmiştir. Bu nedenle ben kültür ve uygarlık diye ayırırım. Uygarlık, bilincine varılmış kültür demektir. Bu, gelişme olarak başka bir şeydir. Ama kültür, benim davranışlarımda, reflekslerimdedir. Biraz heyecanlı, korkulu, coşkulu olduğum zamanlarda; dil sürçmelerimde, gülüşümde, kahkahamda, kendiliğinden ortaya çıkan birtakım davranışlarımdadır.
Değerleri yeniden üretmek
İnsanlar, yalnızca doğanın rastlantısal varlıkları değildir. Doğa varlığı, insan için yeterli değildir. İnsan, ikili birlik olarak bir varlıktır. İnsan dışındaki varlıkların içi yoktur. Bir hayvanın, bir taşın, bir ağacın içi yoktur. Yalnızca insan ikili birliktir çünkü insanın içi vardır. Çok ilginç değil mi? Bu içi ne yaratır? Ruh mu? Canlılıksa eğer hayvanın da bitkinin de ruhu var diyoruz. Peki, beden mi? Hayvanın da bedeni var. İçi yaratan nedir? İçi yaratan, dışı yaratır; bu da bilincin ta kendisidir. İnsan bilinci, dış ve iç ayrımını yaratarak ikili birlik olan insanı yaratır. Bilinç, burada özbilinç olarak anlaşılmalıdır. “Bir şeyin bilinci” bilinçtir, bu hayvanlarda da vardır. Hayvanlar da seçer, bazı şeyleri yer bazısını yemez, seslendiğinde sahibini tanır. Demek ki sezgisel, içgüdüsel yani ikisinin arası bir bilinç hayvanlarda da var. İçe iç oluşturabilecek bir olanaklılık olarak diyebilirsiniz tabii ki ama sezgisel. Bir şeyin bilinci bilinçtir doğru ama “bir bilincin bilinci” nedir?
Bilincimin konusu bir şey, bir nesne değil de bilinç ise o zaman bir bilinç karşısında ben, özbilinçli olurum ve o zaman benim bir içim vardır. Özbilinç, özgürlüktür ve özgür eylemlerim, özgür edimlerimle ben, özbilinçli olarak kendi kültürümün içinde onun bilincine varıp, tüm insanlık ailesinin kültürünün de benim malım olduğunu, onu tevarüs etmem gerektiğini, onu miras almam gerektiğini düşünürüm.
Bizim geçmişimiz işte o ünlü sözlerle “ecdadımız, ceddimiz” demiyorum, çünkü herkesin yani bütün toplumların ceddi var. Bilincinde olduğum değerler asıl geçmişimdir benim. Geçmişine baktığımız zaman hiç şaşırmaz, tüm dünyayı bir aile olarak biliriz. İslam temelli kültürümüz, belirli bir dönemde tevarüs ettiğimiz bir şeydir. Ondan önce Şamanik, Budistik, Şintoist hatta oraya kadar varan daha başka birçok inançlar, deneyimler, ırklar, farklılıklar içinde yoğrulup gelen bir toplum… Belirli bir dönemde de İslam’ın değerlerini içselleştiriyor ve ondan sonra bunları üretiyor. Ama dünyaya açılmaya başlayınca bu bir inanç ve bir motivasyona dönüşüyor. Bir bakıyor ki Yunan diye bambaşka bir akıl, Roma diye bambaşka bir güç var. İşte onlar düşmanlarımız, kafirler, biz onları öldürelim demiyor; o ünlü çevirileri yapıyoruz. Tüm Yunan aklını, felsefesini insanın ürünü olduğu için, insanın yarattığı bir şey olduğu için önce miras alıyoruz, temsil ediyoruz, sonra temessül ediyoruz, sonra istimlak ediyoruz, içselleştiriyoruz ve arkadan öyle eserler yazıyoruz ki bir Farabi artık Aristoteles’i tekrar eden biri değil, Aristoteles’i aşan bir aşamaya geliyor.
Dünyanın neresinde hangi kültür olursa olsun, ondan korkmuyorum artık. Onu alımlıyorum ve yeniden üretebilecek, daha üst düzeye taşıyabilecek bir şey yapıyorum. Artık bunu kaybettik biz. Arkana bakma… Şimdi ve burada, hudayinabitim. Birileri düşman, birileri kötü. Birileri dedi bana bunu. Ben bunun bilincinde miyim? Öyle bir şey mi yani? Aman onlardan değilim, bunlardan değilim.
Mesela ben ‘68 kuşağındanım. Benim geçmişimde sol, sağ hareketi diye bilinirdi o zaman. İşte temsilcilerini de biliyorsunuz. Sol, emperyalizme karşı, emperyalist ülkelerin gelip bu ülkenin kültürünü, eğitimini, değerlerini yok etmesini istemiyor ve ona karşı bir duruş ve dolayısıyla bir araya gelme, birbirini tanıma, birbiriyle işte gördüğü zaman ha bu bizden diyebilmek içinde bir kılık kıyafet oluşuyor. İlk antiemperyalist tepkiyi veren Atatürk, onun arkadaşları ve kendisinin kullandığı bir kalpak var. Onu giyiyorlardı bizim arkadaşlar. O dönemde kalpaklarla ve mücadele ruhuyla tepkiler veriliyordu. Sonra birtakım başka işaretler, başka semboller ortaya çıktı. Bir de emperyalistlerin maşası olduğunu ileri sürdükleri ama kendilerini vatanperver olarak tanımlayan, bu ülkenin milletine, milliyetine bağlı olduğunu söyleyen “sendenim, senin değerlerini savunuyorum” deyip, başkasına çalışan ajanlar vardı. Eskiden “çaşıt” dermiş Türkler, çaşıt casus anlamında.
Bilfiil kültürün içinde provokatif etkilerle, özbilincine varmıyor isek o kültür bizi kullanmaya, sevk ve idare etmeye ve dıştan manipüle etmeye yönelir. İlginç bir durum; sol hareket, antiemperyalist harekete bir bakıyorsun üzerinde Amerikan askeri parkası. Parka denirdi ona, Amerikan askerlerinin giydiği ama rütbeleri olmayan giysi. Ayağında kovboy çizmeleri, bir de o askerlerin palaska dedikleri vardı. O zaman idrakinde değildik, bu bir modaydı. Biziz işte, “biz” olunca parka giyeriz tabii ki. Kalpak gitti, şimdi militarist görünmek istiyoruz. İyi de en güzeli hangisi? Nereden alacağız? Çinli’ye mi benzesin? Hayır, yok canım onlarınki güzel değil. Amerikan parkası, Amerikan palaskası, Amerikan kovboy ayakkabısı ve antiemperyalist hareket… Müthiş değil mi?
Sembolik konuşuyorum. Bunu derinleştirin ve değerlerinize taşıyın. Değerlerinizi bilincinize taşımadıysanız bunu üretmelisiniz. Bu değerleri yeniden üretmek, geçmiş kalıplara geri dönmek değil. Geçmiş kalıplarla onları tekrar etmek değil. Hamasetle değil, şimdinin koşullarında yeniden üretmek. Keşke yanımda olmuş olsaydı, yıllarca tasavvuf üzerine yaptığımız çalışmalardan kardeşlerim bilirler. Tüm kadim söylemlerin izini sürdük. Mevlâna, Yunus Emre, Niyazi Mısri, Hacı Bayram-ı Veli ve kültürümüzün değerlerini taşıyan tüm o yıldızları izledik. Ondan sonra söyledim dedim ki ya kardeşim Allah, Allah bunların hepsi öldü gitti mi? Yani anıları mı kaldı? Bu ölen bir şey miymiş? Bu yok olan bir şey mi? Canlısı nerede? Dirisi nerede?
Baktığınızda Yunus Emre’yi taklit edip şiir yazanlar, İbn-i Arabi’nin alıntılar yapanlar var, laflar, usul, üslup zaten çalıntı ama nesi yok? Heyecanı yok, diri değil, canlı değil, coşku duymuyor. Bir gün Caddebostan Kültür Merkezi’nde Anadolu Aydınlanma Vakfı olarak sunumlar verdiğimiz zamanlarda İhsan Kamberoğlu adında bir şair geldi. Kendisi de orada şiir okuyordu ve bizim toplantımıza davet ettim şiir okuması için. Rahmetli geldi, şiir okuduk, beraber sohbetler ettik, konferansı dinledi ve çok mutlu olduğunu, aradığı ortamı bulduğunu söyledi.
Sonra bir gün “İzin verir misiniz buradaki deneyimimden bir şiir doğdu. Bunu okumama izin verir misiniz?” dedi. Kendi coşkusuyla, bugünün diliyle, bugünün ruhuyla o yer altı sularını yeniden coşturdu.
Onun İsmi ile
Şu uzun hatta ne var; göz, kulak, saç sendin sen
Bir taç bin baş içinmiş, demek ki taç sendin, sen
Hallettin de bir yazı dağıttın o/telinde
Hallaç, “enel hak” demiş, demek Hallaç sendin, sen
Çeşmeden susuz akar, aç dökülür ekmekten
Ben varlığına kandım, anladım; aç sendin, sen
Ademi muhtaç kılmak, ona muhtaç olmakmış
Ben ki sana muhtacım, demek muhtaç sendin, sen
Nerden aklına geldi, çifte su vermek akla?
Ay kesti, yıldız çaktı; demek ki haç sendin, sen
Bizi ilaçlar gibi birbirimize sürdün
Havan içinde bildik, demek ilaç sendin, sen
Kıvrak bir kısrak zaman, ha desen havalanan
Şak şak üstüne şak şak, demek kırbaç sendin, sen
Dünya topal bir yalvaç kendi kendine döner
Dans içinde dans varmış, demek amaç sendin, sen
Din…din…din diyor saat; akrep yok, yelkovan yok
Sınırsız kadran benim, demek sarkaç sendin, sen
Ne kaytanmış ki hayat, boyu var, metresi yok
Ezeli çiviyim ben, demek topaç sendin, sen
Yunus Emre gibi, Niyazi gibi yazarsan değil. Mevlâna gibi yazarsan değil. İncil benzeri bir şey yazıp yeni bir şey yaptım deyip piyasaya çıkartıyorlar, bir bakıyorsun İncil’den iki tane söz çalmış ama bu değil. Sanat eserleri, kültürün çiçekleridir. Bir kültürü onun düşünce sistemleri, felsefi akımları, ideolojileri, alışkanlıklarıyla kalite anlamında ölçemeyiz. Biriciklik yok çünkü onlarda, biriciklik olmalı. Biricik olması için sanat eseri olmalı. Bir kültür ne denli sanat eserinde kendisini temsil ediyorsa o denli o sanatçıları varsa, o denli o kültür kalıcıdır.
Şimdi, o zaman arkaya bakmıyorum ki aslında, çünkü kalıcı olan klasik olandır. Klasik olan, her an olandır. O nedenle ben, arkaya bakmış olmam. O özgün yapıtlarda, sürekli kendi özümü, kendi deneyimimi, kendi kültür deneyimimi ve hatta insanlık deneyimimi bulurum. Yunus Emre’yi, o büyük yıldızı anımsamamak elde değil. “Yetmiş iki milleti bir bilmeyen insan değil,” diyor. Biz hala kendi mahallemiz, öbür mahalle falan diyoruz. Bıraktık diğer milletleri kendi aramızda artık onlar, bunlar, şu mezhep, şu tarikat, ben onlardan değilim diyoruz. Paramparçayız biz. Peki, o ne diyor? “Yetmiş iki milleti bir bilmeyen insan değil.” Bakın dikkat edin. “İnsan” değil!
Bu bir ayna, bu bir klasik ayna. Bu aynaya bakıp kendimizi görmemiz lazım. İnsan mıyım? Değilim. Yoksa geveleyip durmak, o zaman Yunus’u hiç ağzına almayacaksın. Hiç söylemeyeceksin. Onu kullanmayacaksın, o kukla değil. Onu oynatmayacaksın, konuşturmayacaksın. Onun aynasında kendini sorgulayacaksın. Ben insan mıyım? Çünkü öyle diyor: “Bilmiyorsan yetmiş iki milleti bir, nasıl insan olabilirsin?” İşte bilmiyorsan, arkaya bakmamış olursun. Ama yetmiş iki milleti bir bildiğinde; klasiğe bakmış, evrensele bakmış olursun. Evrensele baktığın zaman gördüğün insandır. Evrensele bakmadan gördüğün beşerdir. Beşer, Arapça bir sözcüktür. Deri demektir ama bedeni kasteder. Her birimizin bir bedeni var, beşeriz. Beşer olarak bedenimizin bile babası varmış. Ebû’l-Beşer Âdem Aleyhisselam. Peki, bir bilincimiz var, onun babası ya da anası kim? Hep “baba, baba” deyip de bir de kültürümüzü berbat ettik. Anadolu deriz ama “ana” kenarda dursun deriz.
Bilincimin geçmişi, tarih yani, tarih olarak bilincimin bilincinde olduğum geçmiş, düşünce tarihidir. Düşünce tarihinin içinden bu filancaların düşüncesi, falancaların düşüncesi ya da Hint felsefesi, Çin felsefesi diye bakamazsın. Düşüncenin Çin’deki hareketi, düşüncenin Hint’teki hareketi, düşüncenin Türk’teki hareketi diye bakacaksın. Bir ırkın yani bir bedenin düşüncesi yoktur bir bilincin düşüncesi var. O zaman nasıl indirgeyebilirsin onu ırklara?
Eğer kendi düşüncem düşüncenin evrenselliğinin içinden geçerek şimdiye gelirse alüvyonları özbilincime getirir. Bunların bana geldiğini nereden bileceğim? Biricik sanat eserleri, şiir, tiyatro, sinema, bugünkü formlar olabilir. Geçmişte o formlar yoktu. Geçmişte sinema diye bir şey yoktu ama tiyatro vardı. Tiyatro dediğimiz sanatların mabedidir, tüm sanatlar içinde demektir. Resim, heykel, müzik içindedir tiyatronun. Aktörler, aktrisler, senaryo hepsi içindedir ve kapsanır. O zaman benim kültürüm, senin kültürün, onun kültürünü kapsayan, bir insanlık kültürü, bir insanlık mabedinin içinde bir birey olarak kendinin bilincine varacaksan, bu kültürle olanaklı değil, bu “uygarlık” ile olanaklıdır. Tüm insanlık kültürünün değerlerini bilincime taşıyıp, onlardan sorumlu olursam olur. Onlardan sorumlu olmakla ve o kültürün kendi değerleriyle yaşamasına katkıda bulunmakla…
Benim içinde rahat ettiğim dil hangi dildir? Meta dil olarak fizik, matematik, biyoloji, hukuk, felsefe yapıyorum. Bunlar meta diller yani teknik diller. Ama bunlarla çalışıyorum, zihnim yoruluyor. Eve dönüyorum, ana dilimde dinleniyorum. Ama diğer kültür de böyle, o da ana dilinde dinlenmeli. Onunla ilişkim hep sürekli meta dil üzerinden ise ve onun dinlenmesine hiç izin vermiyorsam, benim dilimde düşün, benim dilimde boyun eğ dediğim zaman; bu bir kültürü diğer kültüre egemen kılmak, bir kültürün diğer kültürü ezmesi, dışlaması, yok etmesine, bir yabancılaşmaya gider ise, ortak yaşam başladı parçalanmaya demektir. Bu parçalanma, çatışma önümüzü göstermez, önümüzü karartır. Bu sadece bizim toplum diye böyle demek istemiyorum tüm insanlık şu anda böyle. O kadar iletişim arttı ki, tüm insanlığın davranışlarına, konuşmalarına, bilgilerine, sanatına anında haberdar olabiliyoruz. Eskiden Endülüs’te İbn-i Arabi bir şey söylediğinde Konya’da duymak için on iki sene lazımdı. Şimdi anında duyuyoruz. O zaman dünya kültürel bir homojenliğe de gidiyor. Aynı tip giyiniyoruz; Fransa’da, İngiltere’de, Japonya’da fark göremeyeceksiniz. Hala kendilerini korumaya çalışan, geçmişte kalmışlığı, sahiplenmeyi, bir kimlik olarak düşünen bazı kültürlerdeki insanlar, bu aynileşmeyi istemiyor. Bu aynileşmeyle kastedilense modernleşme. Modernleşme denen bakıp bu Mevlevi, bu Kadiri galiba, şu Japon, bu da Hintli dememek. Bunlar şimdi kim? İnsan.
Onun dinini, ırkını ayırt edecek bir sembol taşıyor olması onu ayırt ediyordu. Ona karşı bir tavır, ona karşı bir içgüdü, ona karşı bir tedbirim oluyordu. Şimdi burada kime karşı tedbirim olabilir, kim kimdir? Bu aynileşme iyi bir şey mi? Homojenleşme iyi bir şey mi? O zamanda gizlenmiş olmuyor muyuz? Örtü arkasına saklanmış olmuyor muyuz? Tabii ki aynı zamanda öyle. Bizim bu geleneksel kültürümüzün içinde çok ilginç bir sözcük vardır “iblis.” İblis, eblese sözcüğünden türetilmiş bir sözcüktür, eblese, double cross yani münafık, göründüğü gibi değil anlamındadır. Eblese, şaşı bakmak, organik şaşılıkla bir ilgisi yok. Bu eblese, bu çift kişiliklilik, yani bu kandırıcı şey, bu provokatif kişilik libas giyiniyor. Bakın aynı terim, eblese temelinde libasın da üretildiği köktür. Libas da elbise demek, elbisemiz aynı libas, ama kimisi bu libas altında münafık, kimisi bu libas altında mümin.
Münafık burada ara buluculuk değil ara bozuculuk yapar. Mümin de iman, güven demek. Birbirine güvenmeyi aşılar ama libasları aynı. Bu libas giydiğimiz bir libas değil, bedeni kastediyor. Bedenimiz aynı ama bazılarımız daha esmer. Kimimiz güneşlenmeyi sever benim gibi kara derili olmayı ister. Michael Jackson da beyazlaşmak istedi, çok hor görülüp itilip kakıldığı için. Deri üzerinden bakın neler yaşıyoruz…
Şimdi geriye bakma, gerisi felaket. Geriye ne zaman bakmalıyım? Geleceğe yönelik bir tasarımım varsa, gelecek projem varsa, geçmişin ortadan kaybolmamış, ortadan yitmemiş, halen varlığını, etkisini sürdüren değerlerini özleri bilincime taşımalı ve onlardan bir ürün ortaya koymalı, bir etkinlik oluşturmalıyım. O zaman geçmiş dirilir.
Örneğin bunu din için yapanlara “İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn” demişler. Dini ihya etti, dini diriltti manasında. Ölmüş müymüş ki? Bakın, din ölürmüş meğerse. İhya diyor, diriltmek, canlandırmak demek. Din vardı ama coşkusu yoktu, zevki yoktu. Şekilleri, şemaili var, davranışları, kuralları var, evet hiç onlar kaybolmadı. Ruhu kayboldu yani coşkusu, sevinci, bayram yerine gider gibi onu yapmıyor artık. Yapalım da bir an evvel bitsin de şu borcumuzu ödeyelim, bundan kurtulalım…
Peki, “İhyâ’u Ulûmi Lisan” da olabilir. Nasıl emperyalist ülkeler malına, mülküne, ırzına gelip el koymaya kalktığında büyük bir tepki verdin ve onlara başkaldırdıysan, o zaman bilincine bak. Bilincini oluşturan dildir. Dilin içinde emperyalist öğeler var mı? Yani kökü sende olmayan, türetemediğin sözcüklerle mi düşünüyorsun? Bunlar şu şeye kültüre, falan kültüre ait olmuş olması bir önem taşımıyor. Türetiyor musun onunla bilincini, düşünceni yoksa türetemiyor musun? Çok sözcükle düşünüyorum efendim, çok zengin. Kırk bin sözcükle. Zenginlik değil o, fakirliğin dik âlâsı. O envanter, bir odaya doldurmuşsun oyuncakları, çocuğuna diyorsun seç al. Onun yerine sen ona bir tane oyuncak koy, bunu nasıl ona monte edip bir başka bir şey yaratacağını çocuğuna göster. O kadar çok sözcük düşünmek fakirliktir. Bir tane kökle, bir ağaç gibi türetebileceğin bir düşünce etkinliğin varsa müthişsin, zenginsin. O zaman bak bakalım, işgal altında mı bilincin? Vatanın işgal altında, bilincin işgal altındaysa kültürün tamamen elinden alınmıştır. Sen de buna yardım edersin, ona çeşitli nedenler bulursun.
Diyorsun ki “inancım buna sebep oluyor” ya da “modern olmak, şunlara benzemek istiyorum, onun sözcükleri daha hoş geliyor, ama teknik terimler var zorunlu ne yapalım” diyebilirsin. Bunları söylemiyorum. Felsefe üretiyor musun? O meta dili kendi dilinden türetebiliyor musun? Eskilerimiz Farsça, Arapça, Türkçe kelimelerle karmaşık Esperanto gibi bir dil kullanmış. Sonra Fransızca girmiş Kanuni döneminde. Böyle karma bir dil ile yapabilmiş mi? Eser vermiş mi? Vermiş hem de muhteşem eserler vermiş. Şimdi nasyonalite var, imparatorluk kalkmış. Herkes kendi ulusal diliyle var olma noktasına gelmiş. Bir imparatorluk değilsin artık, diğerleri de değil. Şimdi herkes kendi otantik dilinin türeterek onunla aynı eserleri almak, alımlamak değil o eserlerin ruhunu yeniden yeşertmek, sanatsal bir etkinlik olarak ortaya koymak durumunda.
Niye ikide bir sanat diyorum? Felsefi metin yazsanız üç kişi okur. Ben felsefeye ömrümü verdim, üç kişi okuyor. Okuyor dediğim, okuduğunu anlıyor anlamında. Binlerce üniversitede felsefe mezunları var ama dünyada bir tanesinin bir etkisini gösterin bana. Žižek mi yani hepsinin sonu? Sanat niye? Çünkü sanat, hayranlık uyandırır. Aristoteles’in felsefe için söylediği bir söz var. Diyor ki; doğa karşısında hayret etmek felsefe yapmaktır. Hiç hayret ediyor muyuz doğa karşısında? Algı tekrarları bizi kör ettiği için ne çiçeği görüyoruz ne ağacı görüyoruz ne taşı görüyoruz. Bir çocuğa bakın, ilk karşılaştığı zaman herhangi bir şeyle nasıldır? Biz pırlanta, bir de şu marka bir pırlantayla karşılaşıyorsak, hayret ediyoruz sadece, “aferin nasıl aldı” der gibi. Pırlantanın kendisini görmüyoruz, ona hayret etmiyoruz. Bir deneyin, beş yaşındaki çocuğun önüne bir plastik su şişesiyle bir de pırlantayı koyun bakalım. Onun için fark etmez, ışıldaması önemli. Zaten senin pırlantanı boynuna asmanın nedeni ışıldaması değil miydi? Unuttun. Unuttun, sen orada taşı satın alıyorsun, taşı takıyorsun. O taş artık ışıldamıyor! Algıların körelmiş.
Şimdi evrenden söz ettiğimizde ki “evren” sözü evrilmekten gelir ama kozmos karşılığı kullanırız onu biz. Kozmos çok ilginç bir sözcüktür. İlişkiler ağı demektir ama öyle ilişkiler ağı ki, yani doğanın iç dünyası, doğanın içi görünüşleri değil; doğanın içi, kuvvetler, melekler, kuvvetler âleminin birbirleriyle olan ilişkisi bu tezahürü, bu fenomenleri çıkartıyor bizim karşımıza, O iç dünya görünmüyor. Biz dıştaki fenomenleri, ağacı, güneşi, taşı, toprağı algılıyoruz. Arkadaki güçleri, kuvvetleri, fizik kuvvetleri kastediyorum, doğayı var eden fizik kuvvetleri görmüyoruz. Onları duyumsamıyoruz biz.
Yer çekimini duyumsayan var mı? Hiç gördünüz mü yer çekimini, tanıştınız mı onunla? Sizi yer çekimiyle tanıştırdılar mı? Hayır. Peki, kuşkunuz var mı yer çekiminden? Yok elbette, tuğla kafana düşüverir ister inan ister inanma… Burada inanç değiştirir mi bu olayı? Değiştirmez. Benim inancım bu taşın kafama düşmesini engeller mi? İnancın engellemez, tedbirin engeller. Ama o duyumsamadığım, görmediğim şeyi denetliyorum; uçak uçuruyorum, otomobil yapıyorum. Nerede bu duyumsamadığım, tanışmadığım şey? Akılla onu buldum, (mathemathos) matematikle buldum, o bir formül olarak geldi. Sonra enerjiyi birbirine, maddeyi enerjiye, enerjiyi maddeye, maddeleri birbirine çevirmeye başladım endüstri devrimiyle. Nasıl yaptım bunları? Akılla. Duyularımla değil, zihnimle değil. Akıl neydi? Ya bir formül ya bir form. Biz ona sûret diyoruz. Sûre, form. Bir ayet, bir sûre içinde anlam taşır. Bir sûre, kontekst, bağlam demek. Aslında akıl, işte bu bağlamın adıdır. Akletmiyor musun demek bir kontekst içinde bir sûre, bir form içinde değerlendirmeye almıyor musun demektir.
Yani; “E ≡ mc2” (E denktir mc²) dediği zaman Einstein, bir formül ortaya koydu. O formül işte form dediğimiz, sûre dediğimiz şey. Peki ama üç tane harf (E, m, c) bir de arada denklik var, bu ne diyorsun? Bu formül tüm varoluşun, enerji, madde, yani yoğunluk, subtillik (letafet) değişim ölçüsünü bana veriyor. Bir form kâinatı kaplıyor. Üç tane simge tüm kâinatta ne olup bittiğinin aklı olarak bana verilmiş oluyor. Peki, önceden biliniyor muydu? Hayır. Bilinmediği zaman da aynı doğada yaşıyorduk, geçmiş ya da arka dediğimiz zamanda. Onun bize sağladığı bugünkü nükleer enerji ve benzeri bütün kullanım, teknoloji alanları bize yasaktı bu formül bulunana, akıl bu forma girinceye kadar. Akıl bu forma girince artık nükleer enerji, onun doğurduğu bütün nükleer şeyler dünyaya ve onun altına da kuantum dünyasına da giriverdik. Bunu yapan akıl.
Bizim geçmişimiz çok kıymetli, çok değerli tamam hiç sorun yok, peki ama gelecek tasarımın ne yapacaksın o zaman? Teknoloji senin geleceğini, akıl –yani teknoloji akıl demek– akıl senin geleceğini sana sunar ama akıl filancanın eliyle sunar, falancanın eliyle sunar ama yaptığı şey akıl. Senin de onu yapabilir olman bakımından o senin de malın. Filanca onu bulmuş ama inhisarında tutuyor değil. Teknoloji kullanma bilgisi demek ama bir de yaratma bilgisi var. Bulma, yaratma, kullanma bilgisi.
Şimdi bir toplum arkaya bakarak, -arkaya özenme anlamında- körelir, bir geleceği olmaz o toplumun. Ama arkadan beslenme, değerler anlamında arkaya bakmak anlamında, benim söylediğim gibi dönmese de kendi kimliği ve kendi değerler sistemi içindeki var olmasını yitirir. Birisi modern, birisi gelenek. Modern, geleneği asimile edip içselleştirmişse bu olumlu modernitedir ve bu bir kazanımdır. Modernite, bizim geleneğimizde ferdi hikmete denk düşer. Ferdi hikmet, bireysel değer demek yani insan demektir. Ferdiyet insandır, Füsûsu’l-Hikem’in son faslıdır, ferdiyet, birey olmak. İşte modern birey demektir zaten. Ama değerleri olmayan bir birey, yapay zekâdır. İlk kez dünyayla karşılaşan, ilk kez çevresine bakan, sıfırdan başlamak zorunda olan, o pozitivistlerin, Auguste Comte’un söylediği gibi sıfırdan başlanması gerektiğini zanneden bir varoluşa dönüşür. Peki, niçin bunu istemişler?
Pozitivistler diyor ki dört evrededir insanlık, geçmişle, arkaya bakmaya ilgili olduğu için söylüyorum. Mitos dönemi dinle kalkmıştır. Din dönemi felsefeyle kalkmıştır. Felsefe dönemi bilimle kalkmıştır. Dünyadan artık bunlar silindi, sadece bilim var ve bilimle yaşayacağız. Sıfıra geldik dediler. Teferruatları attık özleri koruduk demediler yalnız, tümüyle attık dediler. O zaman yetim bir insan çıktı ortaya. Kimsesiz insan çıktı. İşte Heidegger, Sartre, varoluşçular, bizim tasavvuf geleneğine çok benzer, “Terk edildiniz” diyor. Terk edilmiş varlık, dünyaya atılmış varlık oldun diyorlar. Niye? Sıfırdan başlıyorsun. Kimsen yok. Haydi, başla o zaman.
Dil-düşünce farklı kültürlere göre şekillendiğine göre, çeşitlendiğini söylemek istiyorum ve bu çeşitlenmeler gittikçe birbirinden anlam olarak uzaklaşırsa yabancılaşmaya dönüşüyor. Bunun için de iyi ve ilginç bir örnek var. Yunanlılarla, Persler biliyorsunuz sürekli savaşıyorlar. Hatta Üç Yüz Spartalı’da görürüz. Persler gelmiştir, o üç yüz tane Spartalı bir geçitte Persleri durdurdukları için kahramandır, Yunanlılar onunla övünürler hâlen. Müthiş çatışmalar var, Peloponez Savaşları… Bizim çok duyduğumuz ama bunun tarihsel çıkış noktasına çok da bakmadığımız bir şeydir bu.
Yunanlılar, Perslere barbar diyor. Bunun iki nedeni var. Bir felsefi düzeyde barbar, barbarian diyorlar; bir de günlük, halk dilinde barbar. Halk dilinde barbar demek, ses çıkartıyor ama çıkan seslerin anlamı yok demek. Barbar yani “bır, bır, bır” yapıyor, fakat bir şey anlamıyorum. Bir Çinli ile karşılaşsanız bugün, hiç olmazsa en azından ses kıvraklığı, görünüşüyle dersin ki bu Çinlidir ama ne dediğini anlar mısın? Anlamazsın. Aynı bunun gibi, bunlar insan değil, ses çıkartıyorlar ama seslerinden anlam çıkmıyor. Bunları keselim “hurra!” Filozof açısından da ilginç; onlar da barbar diyor. Filozof bilmiyor mu o adamın dilinin olduğunu. Halk gibi düşünmüyor, biliyor ama o da barbar diyor. Aristoteles de Pers’e barbar diyor. O ne demek istiyor? Diyor ki bunlar konuşuyor ama logosları yok, mantıklı konuşmuyorlar, verdikleri sözde durmuyorlar. Bir söz veriyor antlaşma yapıyoruz, antlaşmaya bağlı kalmıyorlar. Bunlar barbarian, bunlar insan değil. Bakın, dil kullanımı ve dilde değerler, antlaşmalar, bir arada yaşayabilme, hukuk, hukukun üstünlüğü, haklar, özgürlükler, hepsi bunun içinde. Bunu yazılı bir metin hâline getirmek, o yazılı metni söz verip o sözde durmak, ünsiyet, insanlık, enîs-i hak, hakkı bilmek… Yoksa ne? Yoksa barbarian, sözünde durmaz, bir antlaşmaya uymaz, değerleri korumaz, insanlığı korumaz; menfaatlerini korur, kendi sadece çıkarlarını. Bu, insan değil.
İşte tartışma bakın nerelere kadar gitti, insan olup olmamayla ilgili bir yere kadar. Evren iletişimler ağıdır, dil de bildirişimler ağıdır. O hâlde bildirişimler ağı, network ağı içi çalışmadır. Ama inter-net-work, bu kültürlerarasılık, bu dillerarasılık, bu uygarlığın yaratılma koşulu, çeviridir. Yani Yunan-Pers savaşını bitiren, anlamlı hâle getiren, o dönemin Yahudileridir. Çünkü onlar gezici tüccarlardı ve hem Pers’e hem Yunanlı’ya ürün satıyor, dolaşıyorlar, diğer toplumlara ürün satıyorlardı. Dolayısıyla farklı kültürlerde, farklı dillerde ticaret yapabilmek için “intercultural logismos” lazım. Yani kültürlerarası düşünebilmek; onların ne dediğini bilip, onun ne dediğini bilip, onların ürün takasını yapabilme, kültür takasını yapabilme olanağını onlara sağlamak; çevirmenlik, evrenselliğe geçiş.
Neden peygamberlik bu kavme nasip olmuş, o kavimden çıkmış? Kültürler arasında dolaşıp, onların arasında çeviri yaparak ortak değerler bazında evrensele açılan bir kültürlerarasılık yarattığından ama bugüne yanlış intikal etmiş ve yanlış anlaşılmış olmakla birlikte, kültürlerin içinden seçilmiş olan bir üst kimlik oluşturmak. Şu kavim bu kavimden üstün olarak seçilmiş değil, onların arasında emin olduğumuz müminlerle, şu toplumda bununla anlaşma yap sözünde durur, bununla yap denerek seçilmiş bir üst kavim. Bu evrensele giden bir üst kültür olarak, insanlık kültürü olarak, insanlık toplumu, insanlık mabedi inşası için bir gelecek tasarımıysa, bu kez geçmişten beslenebilirsiniz. Nasıl? İşte çeviri yaparak. O nedenle çeviriden kaçılmamış. Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarına bakın, doğu klasikleri, batı klasikleri aynı denli, aynı titizlikle çevriliyor. Taraf tutulmuyor “Ben doğuluyum doğulu yönü, batı ayrı” denmiyor. Hayır, ikisi birlikte! Fark yoksa cem yok. Farktan önceki cem körlüktür, farktan sonraki cem birliktir. Fark uyanıklık farkındalık demektir. Farktan kaçmayalım, farklılıkları beslememiz gerek. Farklılıkları yok ettiğimiz an ölürüz.
Ancak tarih bilinci olanların geleceği vardır
Her halkın bir geçmişi vardır dedim ama bazı halkların tarihi vardır. Bireyler için de öyledir. Ancak bir tarih bilinci olan kişi ve halkların geleceği olur. Tarih bilinci olmayan kişi veya halkların geleceği yok, onlar başka halklara yem olurlar ve olmuştur. Tarihe dönün bakın. Yani işte kendinize diyebilirsiniz “biz korunuruz, bizi işte falan kimsemiz, filan şeyimiz korur” falan gibi, böyle çocuksu duygusallıkları ben çevremde görüyorum. “İlelebet değil miydi ya? Yapma, etme.” Elimde olsa zaten ben de bir değnek sallayacağım, yeter ki sen emek verme, yeter ki sen çalışma, birisi halletsin, biri çıksın nasıl halletmişti, gene halletsin. O zaman dua edelim hep beraber, yağmur duası. Biri gelsin bizi kurtarsın. Bu ebeveyn bağımlılığıdır; özbilinç, özerk, özedim içermez. O hayran olduğun kişi, masanın üzerine çıkar, herkes terk ederse, herkes bu yolu bırakırsa, “tek başıma da kalsam, hepinizi tepelerim” der. Özerk, özbilinç, ancak böyle… Ama dava ne davası? Para pul davası mı? Kendi çıkarlarının davası mı? Hayır, bu toplumun ihya edilmesi, diriltilmesi davasıydı.
Nasıl olabilir? Nasihatle olur mu? Nasihatle olmaz. Felsefeyle mi olur acaba veya tüm toplumu felsefe eğitiminden geçirirsek olur mu? Olmaz. “Canım onları üniversiteye alalım hepsini eğitelim.” Bu olur mu? Bilgilendirmiş oluruz, hayatı doğru kullanır, akla ulaşır ama dirilmez. Dirilmek, imge ile olur, rol modelle olur. Kahramanlık bir formda. Tüm toplumun umutlarının imgesi yaratıcıdır. İmge yaratıcıdır. Buna yaratıcı imgelem ya da kreatif imgelem ya da tahayyül, muhayyilenin kullandığı tahayyül kreatif diyebiliriz. Akıl yaratmaz, akıl düzenler; kurumları, yasaları, hukuku akılla yapacaksın.
Yürek akıldan hiç hoşlanmaz. Aşk çünkü ferman dinlemez. Ferman haklı olsa da dinlemez bu aşk, çünkü coşkulu. Bunu yaratansa imgedir. Çok ilginç bir şeydir, benim hem gözlemlediğim hem yaşamımın içinde defalarca gördüğüm bir şey olarak paylaşayım: Merak ediyorum diyorum ki üniversite yıllarında, “Allah, Allah, erkekler şairliklerini yitirdiler, hiç kızlara şiir yazmıyorlar.” Sonra seneler geçti, rica ettiler üniversitede mitoloji, felsefe üzerine öğrencilere sözleşmeli ders verir misiniz dediler. Orada da sınıfımda otuz küsur kişiden çoğu kızdı, erkekler de daha azdı. Hanımlara sordum sevgiliniz var mı diye, pek ses çıkmadı. “Peki, size şiir yazdılar mı?” diye sordum bu kez. “Size şiir yazan var mı? Bana yalan söylemeyin okuturum” dedim. Çünkü eğer şiir yazılmışsa bir hanıma, onu asla unutmaz. Hayır dediler. “Çünkü aranızda aşk yok” dedim. Fırından ekmek alır gibi birbirinizi takas ediyorsunuz. Uzaklık kalktı, uzaklık kalkınca hayal ve hayalin arzusunun, tutkusunun coşması aşk kalktı. Birbirinize bedensel olarak yapıştınız ama imge kalmadı, kreatif imge kalmadı. Bu sadece kadın-erkek ilişkileri için söylediğim bir şey değil; metalar için de öyle. Metalardan artık sanat yaratamıyoruz. Onun imgesiyle değil, onun görünüşüyle ilgileniyoruz. Bu insana iblağ edildiğinde, acaba ne çıkar karşımıza? Tüm bunları bir de oradan düşünelim.
Şimdi, “arkana bakma” demekle neyi anlıyoruz? Eğer geçmişe göz atmayı anlıyorsak söyledim, bu “arkaya bakma” olmalıdır. Eğer geçmişe dönmek istiyorsak, bu zaten olanaksız. Takliden dönebiliriz, toplumumuzun geçmişteki kültürünü taklit edebiliriz, giyim kuşamı taklit edebiliriz ama onu yaşayamayız. Çünkü onun koşulları içinde değiliz. Koşullar değişti, o öz yeni koşullar içinde örtük durumda. Onu yeni koşullarda ortaya çıkartmam lazım. Şimdi sen giyiniversen Mevlevi elbisesini, oldun mu Mevlevi? Yunus Emre onu diyor; “hırka ile taç değil, gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil.” İşte gönlü derviş etmek, coşturmak… Aşk her yerde değil eylediğin yerdedir. Ama her yerde eyleyebilirsin. O zaman aşktır, ayakta tutar bir toplumu; tutkudur ve bu tutkuyu imge yaratır. İmgeyi de sanat yaratır. Edebiyat, şiir, roman, sanatın diğer türleri, hepsi. Her dönem, kendi koşullarında deneyimlenir ve yaşanır. Bunu unutmayalım. Onun için geriye bu anlamda dönülemez.
Dilin en gelişmiş biçimi sanat, bilim, felsefe ama yaratıcı olanı sanatsaldır. Burayı tekrar vurgulayayım yanılsamaları kaldırmak için. İçinde sanat, bilim ve felsefe yapılamayan bir dil, kültür dili olamaz. Demek ki kültür dili diye kendi kültürümüze baktığımızda ne var içinde dinamik olarak ve ne yok? Bu dille bilim yapabiliyor muyuz? Yapıyoruz. Sanat yapabiliyor muyuz? Felsefe yapabiliyor muyuz? Evet. O zaman bu kültür canlıdır ama bunu canlandıran bu üç şey değil. Sanat yapabiliyor muyuz? Herkesi sanatçı yapacak halimiz yok. Sanatçının yarattığı imgeyi içselleştirebiliyor muyuz? Bir şiirdir o. İşte “İstiklal Marşı” olmuştur. Sonuçta bir şiir. Mehmet Akif bir şiir yazmış ama ondan isteniyor. Birçok kişiye demişler getirin diye. Ondan isteniyor. Çünkü o, içinde yaşamış tüm zorlukları, o savaşı, o geçmiş-gelecek kaygılarını, o modernleşme-tutuculuk kavgalarının içinde olmuş. Diyorlar ki “sen bu yaşadığını bir anlat bize arkadaş!” Şu toplum İstiklal Savaşı kazandı, onun için bir şiir yaz da gönder demiyorlar.
Herkes yazıyor, bir de o yazıyor. Mecliste hepsi okunuyor. Onunki okununca bütün meclis heyecanla ayağa kalkıp, coşkuyla alkışlıyor, oturmuyorlar. Alkış, alkış, alkış… Nedir o? İmge. Yaratıcı. Bir şiir herkese ruh verdi… Hâlen öyle. Hâlen… Okumasını beceremesek de toplum olarak bir türlü okuyamadık, beceremedik. “Prozodi hatası var” dedik. Yok müziğine kusur bulduk, ona buna buna… Yani “böyle İsveç orman şarkısı gibi olsaydı, ne güzel olurdu”ya kadar indik yani. Hani birileri bizim için yapsın. Hatta futbol maçları olmasa, İstiklâl Marşı’nı duymuyorsun. İmgeyi tekrarlamazsanız, yani ateşe odun atmazsanız söner. Çocukluğunuzda onun, o heyecanını duymazsanız, yetişkinken o artık bir marştır. Bir toplumun kurtuluşunu, imge halinde o toplumda içselleştirmeyi keserseniz, hayat damarlarından birini kesmiş olursunuz.
Felsefi etkinlik dediğimizde dilin, düşüncenin en yetkin biçimde kullanıldığı bir alan olarak, diyalogdan söz etmiş oluyoruz. Felsefe bir dialogos yani iki bilincin konuşmasıdır. Ama bir çevre olmazsa iki kişi felsefe yapabilir mi? Dialogosu söyleyen Platon’dur; felsefenin felsefe olduğunu anlatan bize odur. Dialogos yani konuşun ama hakikatler üzerine konuşun. Hakikatler “hakkında” hatta “üzerine” de değil, hakikatleriyle hakikatleri düşünün demiş ve felsefe ortaya çıkmış. Kant’a kadar bu öğreniliyordu; okullarda felsefe dersleri var işte “Aristo dedi ki”, “Platon dedi ki,” sonra gelen işte “Augustin dedi ki”, filan diye Orta çağ felsefesi filan, Rönesans… Kant birdenbire uyandırdı milleti; düştüğünüz çukurdan çıkış cesaretini siz göstermelisiniz dedi. Siz düştünüz bu çukura insan, ey insan, sen düştün, birileri beni itti filan deme. Sen düştün bu çukura, şimdi kendi aklının cesaretiyle buradan çıkış yap. Nasıl yapacağız yani, senin gibi felsefe hocası mı olalım? Diyor ki, felsefe öğrenilemez.
Nitekim felsefenin doğduğu diyaloglara bakınız, Platon’un diyaloglarına. Sokrates diye birisi var, bir bilge, sophos, çevresinde de onun hikmetli sözlerinden hoşlanan ve onun olduğu ortamı seven, onunla konuşmayı seven insanlar var. Philosophos, sophos’u sevenler. Sophos’u sevenler, hikmeti sevenlerdir. Hikmetli bir ortam var. Orada Sokrates bir önceki Empedokles’in veya ön Sokratiklerden herhangi birisinin söylediklerini ders olarak onlara okumuyor, okutmuyor. Onlarla konuşuyor, sorguluyor. Bilinçleri arasında tartışma açıyor ve bu tartışmada gizli tuttuğu bir hakikat var. Çocukken yapardık, saklıyorsun arkaya bir şey, sorularla bul bakalım ben neyi sakladım diyorsun bunun gibi. Sokrates bunu yapıyor. Hakikati keşfettirmek esas, öğrenmek değil; hakikat öğrenilemez çünkü. O dönemde okullar felsefe öğretme çabası içindeyken,Kant, Sokrates’e dönerek diyor ki, felsefe öğrenilemez. Felsefe yapılır. İşte dialogos. Bir filozofla konuşacaksın diyor. Yapılır…
Wittgenstein da diyor ki, “Kant’ın dediği de olmaz.” Böyle demiyor, tırnak içinde ben söylüyorum Wittgenstein’a söyletmiş oldum. O diyor ki dialogos bir kişiyle konuşarak olmaz. Çünkü Sokrates’le Platon oturup karşı karşıya konuşarak o felsefe çıkmadı. Orada Alkibiades vardı, orada Parmenides vardı. Orada bir etkinlik var. Yani Wittgenstein diyor ki, felsefe bir etkinliktir. Bir çevre gerektirir ve polidiyalektiktir -şimdi burayı da ben söylüyorum- polidiyalektiktir, iki bilinçarasılık ile kalmayacak.
Hakikat lafını biliyor muyuz ki? Nedir ki onun üzerine olsun? Hakiki mi, değil mi? Sahte mi, hakiki mi? Doksa-episteme tartışması. Bu su mu, değil mi? Nereden bileyim? Test edeceğim, laboratuvara sokacağım. Buldum, suymuş. Hakikati bulduk, o zaman felsefe bitti mi? Hayır, felsefe şimdi başlıyor. Hakikat hepimizde; dedik ki bu sudur, bu sudan ne yapacağım ben? Çay mı demleyeceğim, çorba mı yapacağım, şarap mı yapacağım, bira mı yapacağım, sadece su için mi kullanacağım, yıkanacak mıyım bununla, efendim ilaç mı yapacağım bunu? Bakın hakikat marifetlere dönüşüyor. Hakikatin yoksa, marifetin yoktur.
Peki, o zaman bir felsefi çevre polidiyalog ortamı oluşturmak gerekiyor. Hazır bulamıyorum efendim bizim toplumda yok. Biz ömrümüzde yakın çevremizdeki üç-beş dostla başlayarak sonra giderek genişleyerek, sonra giderek, giderek, giderek artarak bir çevre haline geldik ve artık her biri, ürün vermeye başlayan bir ağaç oldular. Emek vermediğiniz zaman… Bahçıvan emek vermese bir bahçe yok. Hazır bir bahçeye sizi bahçıvan olarak göndermeyi veya kendinizi öyle bir yerde bulmayı istiyorsanız orada bahçıvan olmazsınız, bekçi olursunuz ve o bahçe çöker. Bahçeyi sıfırdan siz kurarsınız… Hayır, çiçekler sıfır değil ki, toprak sıfır değil ki. Yani töre, geleneklerin içindeki değerler üzerine bahçe kuracaksın. Onlar hakiki ve canlı bilinçdışından bilince çıkacaklar. Bilinç dışında, alışkanlıklarda sezdiğini bilincinde bulursan rahat edersin.
Şimdi arkaya ya da geriye bakmak, eskiyi özlemek ve geriye dönme arzusu ise, bize Hoca Nasreddin’in bir uyarısını anımsatıyor. Hoca merkebine ters binermiş, bildiğiniz bir şey bu. Sadece bizim kültürümüzde değil Kafkas kültürlerinde var, Uzakdoğu kültürlerinde de rastlanmış yani bu çok evrensel bir imge. Hoca bir gün merkebine ters binmiş olarak pazara çıkar. Hoca böyle nereye gidiyorsun diye sorduklarında, “Ben ne bileyim, eşeğim nereye giderse oraya giderim!” der. Eşek kelimesi biliyorsunuz, hani haşa huzurdan derler, eşek taşıyıcı demek, taşıyan. İnşaatlarda da vardır. Taşıyan. Hani Aristoteles’in hipokeimenon dediği… Yani substance dediğiniz, felsefede töz dediğiniz şey. Bakın çok ilginç. Bir eşek diyorsun. Eşek, töz demek, taşıyıcı. Zemin demek, topos demek, üstüne bastığın şey demek.
Aklın geride ise eşeğin gittiği yere gidiyorsun demek; bedenin gittiği yere, içgüdülerin gittiği yere gidiyorsun demektir. Aklın gerideyse, önüne bakmıyorsa, içgüdülerin peşine takılmış gidersin. Bugün modern insan değil, modern insan bir kazanımdır modernist insan, mekanistik insan, doğayı bir makine olarak, çevreyi bir düzenleme olarak algılayan insan, içgüdülerinin peşinde perişan olmuyor mu? Şimdi bana en çok o soruluyor. Ya biz heba olduk gittik de çocukları ne yapacağız? Kültürden, o kültürden koparıp çocuğunu bir yerde fanus içinde yetiştirebilirsin. Gene rahmetli Michael Jackson örneği, mikrop kapmayayım diye biliyorsunuz, yattığı yerler fanus içindeydi. İlk dışa temas ettiğinde öldü. Aşıdır oysa, mesela çingene çocukları çok sağlıklı olurlar. Çocukluktan beri çamurun içinde dışarıda, tüm bakterilerle tanıştığı için vücut, karşı tedbirini kendisi antikorlarını üretmiştir. O aşılıdır, çeliklenmiştir. Sen çocuğu evden dışarı çıkartma, dur dur dur, sonra bir gün sokağa sal, hemen hastalanıveriyor. Çünkü vücut direnç göstermiyor.
Demek ki kaçış değil; mücadele. Kaçış yok. “Bu toplum işte bozuldu, bütün her taraf şey oldu.” Ya, İstiklal Savaşı’ndan daha kötü durumda mısınız? “Dünya çöktü, işte battık, işte baksana bu felaketler” filan. Hani bataklıkta lotus olmaktı marifet? Hiç olmazsa böyle bir şey de var değil mi? Bataklıkta lotus olunur, bataklık yoksa lotus olmaz. Ayrık otları çok büyüdü diyorsun, ayrık otlarının büyüdüğü yerde ekin de büyümüştür. “Sen ayrık otlarını ayıklamaya bak” dediler bize. Yok eğer akıl geriye dönükse, geri geri giderken nereye gideceğini bilemeyen insanlara dönüşürüz.
[1] Bu yazı, Metin Bobaroğlu’nun 01.02.2025 tarihinde, 17. Uluslararası 360 Dereceden Aşk Festivali’nde yaptığı konuşmadan derlenmiştir.