İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, 20 Eylül 2010’da Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmasında bilimsel tarımın önemini ve dünyanın geleceği üstündeki etkisini vurguladı: “Savaşların çoğu toprak için yapılır. Günümüzde bilim ve yaratıcılık bir refah kaynağı olan toprağın yerini aldılar. Toprakları fethedebilirsiniz. Bilimi değil. Bilim sınırsız ve küreseldir… Gıda olmadan barış olmaz. Devlet adamları politik göçlerini barış için seferber etmelidirler. Bilim adamları ise toprağın daha fazla gıda üretmesini sağlamalılar…”
Toprak verimliliğinin bilim ve yaratıcılık sayesinde arttırılması, modern dünya ve toplumların hızla artan nüfusunu besleyebilecek kaynaklar yaratıp açlıkla mücadele edilebilmesine olanak sağlar. Toprak üstüne bilimsel olarak eğilmeden 21.yüzyıla uygun bir verimlilik ve çözüm geliştirilmesi imkansızdır.
Bir ülkenin toprağı, onun en büyük zenginliğidir. Ancak tabii ki, bilimin konusu haline gelip ondan nasıl etkin olarak yararlanılacağı kurgulanırsa, çağdaş yöntemlerle desteklenirse…
Atatürk, günümüzde bütün dünyanın dikkatini çeken bu görüş ve vizyona 1920’li yıllarda sahipti ve tüm dünyaya örnek oluşturabilecek bir devrimin haberini şu sözlerle dile getirmişti: “Milli ekonominin temeli tarımdır. Bunun içindir ki tarımda kalkınmaya büyük önem vermeliyiz. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar bu amaca ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Fakat bu hayati işi isabetle amaca ulaştırabilmek için, ilk önce ciddi etütlere dayalı bir tarım siyaseti uygulamak ve onun için de her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek uygulayabileceği bir tarım rejimini kurmak lazımdır.”
Atatürk kazandığı askeri zaferi tarımsal reform ile ekonomik bir zafere de taşıması gerektiğini biliyordu ve halka da öğretiyordu. Bu düşünceler, 1925 yılında Atatürk Orman Çiftliği’nin kurulmasına önayak olacaktı. Arazi seçimi için yerli ve yabancı uzmanların görüşünü isteyen Atatürk’e hepsinin ortak cevabı, Ankara gibi çorak ve bataklıklar içindeki bir bölgede orman çiftliği gibi yeşil bir projenin gerçekleşmesinin imkansızlığı yönündeydi. Toprak ne ekime elverişliydi, ne de ağaç dikimine. Ancak bu görüş ve sonuçlar Atatürk’ü durdurmak bir yana, heves ve isteğini daha da güçlendirdi. O, tüm halka çorak ve verimsiz bir toprak parçasının bile çalışarak, araştırarak ve yeni yöntemler geliştirerek nasıl canlandırılabileceğini kanıtlamak istemişti. Bu şekilde, “Yeşili görmeyen gözler renk zevkinden mahrumdur. Burasını öyle ağaçlandırınız ki kör bir insan dahi yeşillikler arasında olduğunu fark etsin,” diyerek çiftliğin kurulma talimatını vermişti.
Çiftliğin bundan sonraki çalışma ve araştırmaları o dönemdeki olanakları geliştirmiş ve yeni ufuklar açmıştır. Hatta o dönem yapılan bazı çalışmaların hangi aşamaya geldiği daha yeni yeni anlaşılmaya başlamıştır. Geçtiğimiz günlerde basında yer alan bir habere göre Devlet Planlama Teşkilatı uzmanlarından Emrah Hatunoğlu’nun hazırladığı “Biyoyakıt Teknolojilerinin Tarım Sektörüne Etkileri” adlı tez, “çağın yakıtı” olarak tanınan biyoenerji türevlerinin, Türkiye’deki geçmişine ilişkin ilginç bir detayı gün yüzüne çıkardı. Gelişmiş ülkelerde bile geçmişi 20-30 yılı ancak bulan biyoyakıtlarla ilgili, Türkiye’nin 1930’lu yıllarda raporlar hazırlayıp üretime geçtiği, tezde yer alan arşiv belgeleriyle kanıtlandı.
Belgelere göre dünyadaki biyoyakıt teknolojisinin ilk örneği, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na bağlı Atatürk Orman Çiftliği bünyesinde geliştirildi. 1934’ten itibaren bugünkü adıyla biyodizel üretiminin çiftlikte kullanıldığı kaydedilen tezde, “Atatürk’ün de talimatıyla dönemin milletvekilleri ve ilgili kurumların yetkililerinin 1934 yılında imzaladığı belge, Türkiye’de biyoyakıta ilişkin ilk resmi belge olması açısından önemlidir. Belge, çiftlikte ‘Bitkisel Yağların Tarım Traktörlerinde Kullanımı’ isimli çalışmanın devletçe başlatıldığını gösteriyor. “Çalışma ile, çiftlikte tarımsal üretimde faaliyet gösteren traktörlerde bitkisel yağların yakıt olarak kullanımı sağlanmıştır. Böylece, o zamanki adı bitkisel yağ da olsa, biyodizelin araç motorlarında kullanımı gerçekleştirilmiştir” ifadesine yer verildi.
Günümüzde bu vizyonu taşıyan ve sürdüren milletler dünya ekonomisinin yönlendiricileri haline gelmiştir. Tam bağımsızlık da ancak bu şekilde elde edilebilir. Kendi ayakları üstünde durabilmek, geleceklerini garanti altına almayı başarmak ancak bilimsel çalışmaları, araştırmaları hedef edinmiş, kaynaklarını en etkin şekilde kullanmayı keşfedebilen ülkelerce başarılır.
Dünya milletleri arasındaki barış da ancak herkesin refah içinde yaşadığı bir düzende kurulabilir. İşte Atatürk’ün başlattığı tarım reformu da aslında, temelde “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” söylemine hizmet eden araçlardan bir tanesiydi. Atatürk, bunu yüzyılın başında görmüş ve bir sonraki yüzyıla kendine güvenen bağımsız ve barış içinde bir Türkiye hedefi için hayata geçirmişti. Şimdi, 2010 yılında Türkiye kendine dönüp baktığında bu mirasa ne kadar sahip çıkmış ve bu hedefin ne kadarını gerçekleştirmiştir? Bu herkesin sorgulaması gereken bir sorudur…