Okuma süresi: 41.5 mintues

Askeri Lise sıralarında öğrenci iken “république” (cumhuriyet) diye bağıran genç Mustafa Kemal, cumhurbaşkanı olduktan sonra “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” derken bunu ecdadından miras aldığını özellikle belirtmektedir. Tarihte esareti kabul etmemiş bir millet olduğumuzu vurgular.

Çocukluk arkadaşı ve sırdaşı Nuri Conker ile yazışmalarını içeren Zabit ve Kumandan ile Hasbihal adlı kitapta zabit Mustafa Kemal, askerleri ve dolayısıyla insanları yönetmeyi bir sanat olarak görür ve şöyle der: “İnsanlar ancak emelleri, fikirleri somut hâle getirildiğinde sevk ve idare edilebilirler” (2009). İnsanları yönetme sanatının gereği olarak da o toplumda yaşayan insanların birlikteliğiyle oluşmuş ortak bilinci hedef gösterir. Bu ortak bilinç, bir fikir etrafında kenetlendiğinde hep birlikte bir gayeye yönelir ve bunun sonucunda fikir, o gaye etrafında somutlaşarak yaşama dönüşür. Bu nedenle öncelikle yönetecekleri insanların fikir ve emellerinin belirlenmesi gerektiği üzerinde durur. Askerlerinin ruhunu kazanmak ise ancak o fikri, emeli belirledikten sonra somutlaştıran yani hayata geçiren bir kişi olmakla başarılabilir.

“Ne olursa olsun, askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görevdir. İlk önce onlarda bir ruh, bir emel, bir karakter yaratmak da Allah’tan, Peygamber’den sonra bize düşüyor” (Atatürk, 2009, s. 21).

Bunu gerçekleştirirken yöntemi ise “gönülleri kırarak değil, kazanarak hükmetmektir.”

Düşünce gücü zamanla duyguya evirilerek iman haline geldiğinde artık onu hiçbir kuvvet yıkamaz. O nedenledir ki, 57. Alaya “Size ölmeyi emrediyorum!” dediğinde askerleri hiç tereddüt etmeden kendilerini feda etmiştir.

Mustafa Kemal’in fikri yapısını oluşturan üç kişi kendi söylemiyle; Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp’tir. Daha çocuk yaşlardan itibaren onda açığa çıkan özgürlük ruhu” Namık Kemal’in eserlerini okudukça karakterini şekillendirmiştir.

Yeşil Bursa’nın işgal edildiği (Temmuz 1920) günden beri meclis kürsüsünün örtüsü siyahtı. Bursa milletvekili Muhittin Baha Bey Namık Kemal’in ‘Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini / Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini (anne)’ mısralarını okuyunca Mustafa Kemal yerinden kakmış, kelimelerle ifadesi imkansız heyecan içinde ‘Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini / Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini…’ sözünü vermiştir” (Özden, 2017, s. 263).

“Ben inkılâp ruhunu ondan aldım” dediği Tevfik Fikret’ten aldığı devrim ruhu” ondaki bağımsızlık ateşini alevlendirir (Solak, 2020). Tevfik Fikret kendisini “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” bir şair olarak tanımlamaktadır. Atatürk, 1925’te öğretmenlere “Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” diye seslenirken ondan esinlenir.

Bu söz bir formül, bir süreç göstergesi olarak ele alınabilir. Fikri hür olmak, akıl düzeyinde özgürleşmektir. Bunun üzerinde sezgi ve ilham alanı yer alır. Vicdan özgürlüğü ise ancak bu alandaki tinsel bağlardan da kurtularak elde edilebilir. Platon’un en yüksek değer olarak tanımladığı adalet idesi işte tam da bu özgür vicdan sahibi birey tarafından gerçekleştirilir. İrfanını yani anlayışını özgür kılan birey artık arif-bilge olarak adlandırılır. Bilenle bilmeyenin ayrıştığı noktadır bu.

Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim (bengi tarih) adlı şiiri “İşte müjdelerin en güzeli / İşte en gerçek özgürlük” diyerek savaşların, ezen ve ezilenin, zulmün kalmadığı gelecek çağların müjdesini verir ve bunu kimin yapacağını sorgular: “Bu öyle büyük, öyle kocaman bir devrim ki / Hangi güç kalkar, ben yaparım der?” İşte Mustafa Kemal’in “ben yaparım” diyerek üstlendiği ve ondaki devrim ruhunu canlandıran dizeler bunlardır.

Tevfik Fikret’in gençliğe, “Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!” diye seslendiği Ferda (gelecek) adlı şiiri, Mustafa Kemal’in en sevdiği şiirdir.

Toplumsal hedef olan “ülkü” kavramını şekillendiren Ziya Gökalp, Cumhuriyet devrinde Milli Eğitim Bakanlığı “Telif ve Tercüme Heyeti” başkanlığına getirilecektir. Ziya Gökalp’in “Kızıl Elma” ülküsünün maddi bir hedef olarak, hele de fetih amaçlı gösterilmesi, onu hakikatten uzaklaştırır. Atanın da söylediği gibi artık amaç fetih peşinde koşmak değil, kendi milli sınırlarımızı ve bağımsızlığımızı korumanın gerekliliğidir. O nedenle bize “yurtta ve dünyada barış” ilkesini benimsememizi önermiştir. Doğum yeri olan Selanik’i de geri alma önerisini getiren arkadaşlarına “vatan savunması söz konusu değilse her savaş cinayettir” diyerek savaşın tek geçerli sebebinin milli sınırların bütünlüğünü savunmak olduğunu ortaya koymuştur. Ne yazıktır ki Selanik, Balkan savaşlarında Bulgarlar şehri talan etmesin diye Yunan askerlerine hiç savaşmadan teslim edilmiştir.

Ergenekon destanında Kızıl Elma, Ergenekon’dan çıkıp eski yurda yeniden sahip olma ideali olarak karşımıza çıkar. Bu, Platon’un hakikati unuttuğunu hatırlama anemnesis olarak betimlemesi ile de benzeştirilebilir. Aslında Kızıl Elma’nın güneşi temsil eden ve eski Türkler’in benimsemiş olduğu bir simge olan altın küreye karşılık geldiği de söylenir. Buradaki altın; saf, arı, değişmez, dönüşmez, kirlenmez anlamındadır. Küre ise sınırlı sonsuzu temsil eden kadim ve felsefi bir simgedir. Böylelikle altın küre gerçekliğin kesin ve mükemmel oluşuna bir göndermedir. Dolayısıyla Kızıl Elma tinsel (manevi) bir ülküdür ve insanın kendini gerçekleştirerek olgunlaşmasını (kemale ermesini) hedefler. Kendini gerçekleştirmekse zorlu bir süreçtir.

“Pirden sual ettim: “Sevgilim hani? Dedi bana: Önce kendini tanı.” diye başlayan şiir, ülküsü kendini tanımak olan bir insanlaşma sürecini anlatır. Bu yönüyle de Sokrates’i bize anımsatır. Şiirin sonunda ise şöyle der: “Son arzumuz budur fani dünyada: Türküz, varacağız Kızıl Elma’ya…”

Ziya Gökalp’in derin anlamlar içerisindeki dizelerinde sunduğu kendini gerçekleştirme sürecini Ata bize bir formül olarak önerir: “Türk, öğün, çalış, güven.” Buradaki Türk kavramı, asla ırk temelli bir yaklaşım değil, ulus bilinci ile alakalıdır. Kendini bu ulusun bir ferdi olarak gören herkes için geçerlidir. Onun deyişiyle Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halktır Türk Milleti. Atatürk bir milleti oluşturan öğeleri tanımlarken; siyasi varlık, dil, yurt, ırk ve köken, tarihsel ve ahlaki yakınlığı sayar ve “bizim milletimiz bunların tümüne birden sahiptir” der.

“Türk milleti zekidir, çalışkandır.” ifadesi, gerekçesini “milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir” sözünde bulur. İkinci kısım pek dikkate alınmadığında bu sözlerin yalnızca milleti teşvik etme amaçlı söylendiği varsayılsa da, aslında Ata bunu tüm kalbiyle inanarak ifade etmiştir. Dolayısıyla Türk milleti, bu birlik anlayışına sahip olan herkesin ortak çatısıdır. Burada bireysel aidiyetlerin yadsınması ise asla söz konusu değildir.

Atanın önerdiği formül aslında bir sürecin çok net, arı bir özetidir. Öğünmekten kasıt içi boş bir büyüklenme değil, özbilinçli olmaktır. Özbilinç kazanmak da hem birey olarak kendi özünün farkındalığına erişmek hem de ulus olarak tarihsel süreç içerisindeki yerin ve değerin bilinmesiyle mümkündür. Bu bilince sahip olmak tek başına yeterli olmayacak, aynı zamanda uygar dünyada rol üstlenerek, topluma ve insanlığa yeni değerler katmakla gerçekleşecektir. Ancak bu aşamalar sonucunda gelen eminlik, güven duygusunu oluşturur. Kendisi, bu eminlikle hem kendine hem de milletine güvenmiş ve demiştir ki; “Asla şüphem yoktur ki Türklüğün unutulmuş medeni vasfı (uygar niteliği) ve büyük medeni kabiliyeti (uygarlık yetisi), bundan sonraki inkişafı (gelişmesi) ile atinin (geleceğin) yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. Bu söylediklerim hakikat olduğu gün, senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız”

Ziya Gökalp, Kızıl Elma şiirinde güzel’in güzelliğini, ilerleme olarak betimler. Nazlı aya benzetilen ilerleme, uygarlaşma sürecinin ta kendisidir. Türk’ün hedefi, ülküsü uygarlaşmadır. Uygarlaşma yetisi ise, ulusumuzun bengi niteliğidir. Geçmişte sahip olunan bu niteliğin anımsanması ve benimsenmesi, ulusumuzu uygar devletler seviyesine çıkaracaktır.

Uygarlık ve Ahlak

Türk dilinin bir özelliği kelimelerin heceden türetilmesidir. Uygar kelimesinin de kökü “uy” dur. Uyum (harmoni) buna karşılık gelen hali tanımlar. Uymak yani uyumlu olmak da uyumun gerçekleştirilmesi yani edimidir. Uy-gun; uyum (harmoni) ve dengeyi sağlama halidir. Uygar bir toplum ise ancak fertlerinin dengeli bir halde, uyum içerisinde yaşayabildiği bir toplum olarak tanımlanabilir. Bu ise evrensel insan haklarının hukuk ile korunduğu toplumlarda gerçekleştirilebilir.

Evrende her şeyin esası, tözü dengedir. Evrensel değerlerin amacı bu dengeyi oluşturmaktır. Bu değerlerin (Platon’un ideleri) en yücesi olan adalet idesi ise tüm yaratımın temelidir. İşte toplumlar ancak bu değerleri benimseyip yaşama geçirdiklerinde uygarlaşmış olur. Bu da hakların; din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin herkese eşit dağılımı ile gerçekleştirilir. Dolayısıyla sağlıklı bir hukuk sistemine sahip olmayan toplumlar uygar olarak nitelendirilemez.

Tarihte kendisini uygar olarak isimlendiren ilk ve biricik devlet Uygur devletidir. Kaşgarlı Mahmut’un kitabında “Uygur” kelimesinin anlamı “kendi kendine yeten” olarak da geçer. Bu, bağımsızlık kavramı ile eşleştirilebilir. Atanın hatırlanmasını istediği, “Türk’ün unutulmuş medeni vasfı” budur.

 “Uygarca başarılar sağlamak yeteneğinden yoksun uluslar özgürlük ve bağımsızlıklarını er geç yitirmek zorundadırlar. İnsanlık tarihi buna kanıttır.” Atatürk gelişmiş uygarlıkların ve onların erdem nitelikleri olan evrensel değerlerin örnek alınması gerektiğini vurgularken emperyalizm gibi kötücül özelliklerini ise yadsır. Dünya vatandaşları için barış ancak toplumlarda; haset, açgözlülük ve kin ortadan kalktığında gerçekleşecektir.

17 Mart 1937 tarihinde Romanya Dışişleri Bakanı Victor Antonesco’nun Ankara’yı ziyareti sırasında, Atatürk tüm dünya uluslarını bir organizma olarak tanımlar:

“En uzakta sandığımız bir olayın bize bir gün dokunmayacağını bilemeyiz. Bunun için insanoğlunun hepsini bir gövde ve bir ulusu bunun organı saymak gerekir. Bir gövdenin parmağının ucundaki acıdan öteki bütün organlar etkilenir… Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa, bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne kadar uzak olursa olsun bu ilkeden şaşmamak gerekir, işte bu düşünüş, insanları, ulusları ve hükümetleri bencillikten kurtarır”.

“İnsan, mensup olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin mutluluğuna ne kadar kıymet veriyorsa, bütün dünya milletlerinin mutluluğuna hizmet etmeye elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki bu yolda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu temine çalışmak demektir.”

Türk toplumunun gelişmeye, yeniliklere açık, çağdaş ve uygar olduğunu düşünür. Bunun yanında özgün olma gereği üzerinde de ısrarla durur.

“Şüphe yok ki bizim milletimizin karakteri de bütün karakterler gibi ilerlemeye, arzu edilen şekle değişebilme kabiliyetlidir, fakat kendi kendisi olmak şartıyla! Eğer bizim karakterimize, dışarıdan başka karakterlerdeki etkileyiciler tarafından bir şekil verilmek istenirse kalıcı ve belirgin hiçbir şekil, hiçbir sonuç elde edilemez” (Atatürk, 2009, s. 21).

Burada uygar toplumlar örnek alınırken ulusal kimliğin korunması gerektiği vurgulanmaktadır. Taklitçilik ve özentinin toplumu çökertebileceği uyarısı yapılır.

Ulusuna tinsel bir ülküyü yani evrensel değerleri yaşamak suretiyle uygarlaşmayı hedef olarak göstermek ancak filozof bir önderin yapabileceği bir şeydir. Platon’un Devlet adlı kitabı, tümüyle filozof yöneticiler tarafından idare edilen ideal devlet düzenini tarif eder. Farabi’nin Erdemler Şehri adlı kitabı da bu olgu üzerinedir. Tarihte filozof öndere örnek olarak bir tek asil bir ailenin oğlu, Roma imparatoru olan Marcus Aurelius gösterilir. Oysaki Platon’dan 2000 yıl sonra Mustafa Kemal, kendi anlatımıyla “uçurumun kenarında yıkık, her karış toprağı işgal edilmiş” bir ülkeyi küllerinden yeniden ayağa kaldırmış ve kurdukları Cumhuriyeti bir daha aynı konuma düşmemesi için gerekli tinsel (manevi) dayanakları sunacak şekilde pekiştirmiştir.

Ata, “Türklerin ahlakı hiçbir milletinkine benzemez” derken ahlak kavramını açar. Burada tanımladığı ise yerel ahlak değil, evrensel olan yani etik değerlerdir: “Ahlak, kitaplarda yazılı olan nasihatler, kurallara uymak değildir. Ahlaklı işler hem mecburi, hem de aynı zamanda arzu edilebilir işlerdir.” Burada Hegel’in zorunlulukla özgür iradenin birliği düşüncesi görülür. Bir iş, ahlaki bir değer taşıması için bireysel değil, evrensel bir kaynaktan beslenmelidir. Bu da ahlaki değerlerin asıl kaynağı olan Platon’un idelerini çağrıştırır. “Mükemmel millette milli ahlak, bireylerinin adeta; şuursuzca, vicdani, hissi bir saikle (güdüyle) yapılır. En büyük milli his, heyecan budur” (İnan, 2020, s. 20). “Milli ahlak medeniyette terakki (ilerleme) ve teali (yükselme) için alaka (ilgi), gayret, nefs feragati (benliğinden vazgeçme) ve gerekirse seve seve fedasını talep eder (İnan, 2020, s. 20). Ahlakın kutsal olduğunu vurgulayan Atamız bunu şöyle açıklar: “Vicdanlarımıza etki eden ruhi hayat, toplumun bireyleri arasındaki etki tepkiden oluşur. Dolayısıyla toplum, yoğun bir düşünsel ve etik eylem ortamıdır” (İnan, 2020, s. 21).

Dil Tarih ve Coğrafya

Cumhuriyetin temelindeki tinsel dayanakların ilki, ulusu bir arada tutan ve ona benlik bilincini veren en önemli unsur olan dildir. Türk dili çok yaygın bir coğrafyada çeşitli lehçeler altında uzun bir tarihsel süreçte kullanılmaktadır. Türkçenin en önemli özelliği hece temelli olması ve sonuna aldığı eklerle anlam bulmasıdır. Bu özelliği nedeniyle bilgisayar dili olarak (konuşma işlemcisi) dünyada en uygun dil olarak belirlenmiştir. Bunun yanında kelimelerin, fiillerin cinsiyete göre değişmemesi de, aslında eski Türk toplumlarının kadın-erkek ayrımı gözetmemesinden kaynaklanmaktadır.

“Türk dilinin yapısı matematik. Dünya üzerinde böyle bir dil daha yok. Türkçe, matematik gibi bir dil. Bunu ben değil, Alman dilbilimciler söylüyor. Sanki birtakım matematikçiler oturmuşlar, şöyle matematiksel yapısı olan, kuralı düzgün bir dil icat edelim diyerek Türkçeyi bulmuşlar. Hâlbuki bu dil en az 10 bin senelik. Şimdi iddia ediyorum ki, eğer Türkçe bilim yapar, yanımıza da bilgisayar teknolojisinin inanılmaz imkânlarını alırsak, matematik gibi olan bu dille harikalar yaratırız” (Sinanoğlu’ndan akt. Yiğit, 2018).

Alman Dil Bilgini Friedrich Max Müller (1823-1900), 1854 yılında yayımlandığı kitabında, “Türkçenin bilimselliğini” vurgularken, “bu dili yaratan insan zekâsına sonsuz hayranlık duyduğunu” belirtmiş ve şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Yabancı kelimelerden arındığında Türkçe kadar kolay, rahat anlaşılan ve zevk verici pek az dil vardır” (akt. Yiğit, 2018, s. 4). Atatürk bu amaçla 1932 yılında kurduğu Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarını yakından takip etmiştir. Devrimlerin en önemlisi dil devrimidir. Diline sahip çıkmayan toplumların yıkılmaya yüz tuttuğu tarihsel bir gerçekliktir.

Okuma yazma oranının son derece düşük olduğu imparatorluk yıllarında eğitim yalnızca belli bir zümreye ait kalmıştır. O dönem, erkeklerin %93’ü, kadınların %99’unu okuma yazma dahi bilmemektedir. Bu nedenle 1 Kasım 1928’de Yeni Türk Harfleri kabul edilmiş ve çok yoğun bir eğitim süreci başlatılmıştır.

Bir diğer dayanak da tarihtir. Atatürk, tarih bilincine sahip olmayan toplumların ayakta kalamayacağı düşüncesiyle 1931 yılında Türk Tarih Kurumu’nu kurmuştur. Kendisi bu konuyu o denli önemser ki, manevi kızı Afet İnan’ı tarih tahsiline yönlendirir ve ömrünün son yıllarını Türk tarihini ve kökenlerini araştırmaya adar. Atatürk, Türk tarihini yalnız son imparatorluk bağlamında ele almaz. İlk çağlardan (Ön-Türkler, Proto-Türkler) başlayarak günümüze kadar olan süreci anlatan dört ciltlik tarih kitapları liselerde okutulmaya başlar.

Atatürk’ün en ilginç tarih çalışması Mu kıtası ile ilgili olandır; tufan öncesi devirlerde Pasifik Okyanusu’nda yaklaşık 60 milyon insanla birlikte battığı söylenen Mu kıtasını araştırır. Çok gelişmiş bir medeniyet olduğu söylenen Mu’dan göç edenler; Mısır’a, Tibet’e, Çin’in Uygur bölgesine ve Güney Amerika’ya yerleşmişlerdir. Atatürk, Güney Amerika’ya giden Mayalar’ın Ön-Türkler ile bağı olup olmadığını araştırmak üzere Tahsin Beyi büyükelçi olarak gönderir. Tahsin Beyin yolladığı belgeler Türk Dil Kurumu’nda kayıtlıdır. (56/57 no’lu) Amerika kıtasını konu alan bu belgeler, Amerikalı Arkeolog William Niven’in araştırmalarına dayanır. Atatürk bunların yanı sıra James Churchward’ın, Mu ve Atlantis kıtaları ile ilgili kitaplarını tercüme ettirmiştir. Bu kitaplar halen Anıtkabir Kitaplığı’ndadır. Orta Asya ve çevresi ile ilgili olan bu eserler, Niven’in bulguları ile paraleldir (Candan, 2002, s. 488-489). Churchward, eski Mısırlıların Mu’nun kolonisi olan Atlantis’ten göç edenler olduğunu, hatta Atlantisli bir rahibin oğlu olan Hermes’in Mısır kolonisini kurduğunu anlatır (Meydan, 2008, s. 241).

Maya dili de Türkçe ve Sümerce gibi sondan eklemeli bir dildir. Gramer yapısı, ses özellikleri, ünlü uyumları, ünsüz kullanımı gibi konularda Türkçeye benzer (Meydan, 2008, s. 371). İsmail Doğan’ın Maya Türkçe sözlüğünde 3500 kelime bulunmaktadır.

Güzel Sanatlar

Güzel sanatları sevmenin ve yükseltmenin tarihsel bir vasıf olduğunu söyleyen Atamız için müzik; yaşamın neşesi, ruhu, gülüşü kısaca kendisidir. Askeri ateşe göreviyle gittiği Sofya’da izlediği operadan çok etkilenmiş, bizim de bu seviyeye gelmemiz gerektiğini arkadaşına söylemiştir.

1934 yılında ülkemizi ziyarete gelen Şah Rıza Pehlevi onuruna “Özsoy” isimli bir opera sahnelenmiştir. Adnan Saygun tarafından 2 ay gibi kısa bir sürede yazılan opera, Firdevsi’nin Şehnamesi’nden uyarlanmış olup, iki ülkenin dost ve kardeşliği temasını taşır.

Atamız müzik üzerine yapılan bir sohbette herkesin fikrini aldıktan sonra müziğin “insanlığın ilk temel taşı değil, son ve yüksek insanlığın ziynet taşı” (akt. Halıcı, 2008) olduğunu söyler. Ona göre müzik, insan zekâsı ve yüksek duygusu ile paralel olarak gelişecek, toplum ilerledikçe de fikir yaşamında yerini alacaktır.

Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında konser ve tiyatro sayısı beş sene içinde yaklaşık üç katına çıkmıştır. Opera’da Leyla Gencer, Semiha Berksoy; keman sanatçısı Suna Kan; piyano sanatçısı İdil Biret; tiyatro sanatçısı Afife Jale; sinema sanatçısı Cahide Sonku; ses sanatçımız Safiye Ayla Cumhuriyetin ilk yıllarında yetişmiş ve gururumuz olmuştur. Nurullah Berk, Nuri İyem, Abidin Dino, Fikret Mualla, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aliye Berger, Burhan Doğançay da resim dalında değerli eserler vermiştir.

Kadın Hakları

Tevfik Fikret’in, Atatürk’ü etkilediği diğer yönü, kadınlara verdiği önemdir. Atatürk, 1925’te İzmir Kız Öğretmen Okulu’nda “Türk Kadını na­sıl olmalıdır?” sorusunu şöyle yanıtlamıştır: “Burada Fikret merhumun cümlece malûm olan bir sözü­nü hatırlatırım: Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer.”

Bebeğinin canı pahasına mermi taşıyan, kurtuluş mücadelesine canla başla katkıda bulunmuş olan kadınlarımızı her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir varlık olarak görür. “Ey kahraman Türk Kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.”

Atanın uygar milletlerin çoğunda kadından esirgenen hak dediği seçme seçilme hakkı, Cumhuriyet ile birlikte kadınlara ilk kez 1930’da belediye seçiminde, 1934’de ise milletvekili seçiminde tanınmıştır. 1935‘e geldiğimizde mecliste 18 kadın milletvekilimiz yer almaktadır.

Kadınlarımızın yönetimde hak sahibi olmasının eski bir gelenek olduğunu söyleyen Atamız bunu şöyle ifade eder: “Türk tarihinin en eski safhaları incelendiğinde devleti temsil edenin yalnız devlet reisi olmayıp hatunun da yönetimde söz hakkı olduğu görülür. Kadınların adalet hissi vardır. Tutumlu, barışçı, milli söylem ve gayrette olan kadının hissini hor görmek hakkı kimseye verilmemiştir!” (İnan, 2020, s. 92).

İlim, bilim

“İlim, toplumların büyüklüğünün sırrını insanlara açmıştır; bu sır, insanların birbirine olan bağlarıdır” (İnan, 2020, s. 71). İlerlemenin hedefi insanlığı; sınıf, derece ve ahlak farklılıklarını azaltmak suretiyle ortak bir anlayışa getirmektir. Bu da en gerçek yol gösterici olan bilimin eşliğinde gerçekleştirilebilir. “Milletimizin dehasının gelişmesi ve layık olduğu medeniyet seviyesine ulaşması ancak, yüksek bilim ve teknik elemanların yetiştirilmesi ve millî kültürümüzün yüceltilmesiyle mümkündür” diyerek ulusuna gaye olarak uygarlığı gösteren Atamız, yeni nesli emanet edeceği öğretmenlere en gerçek öğreticinin ilim ve fen (bilim) olduğunu söylemiştir. İlimi ise hakikati bilmek olarak tanımlar. Ona göre cahil, hakikati bilmeyendir. Bu bağlamda Yunus Emre’nin sözlerini bize anımsatır.

İlim ilim bilmektir;

İlim kendin bilmektir.

Geleceği emanet ettiği gençliği tanımlarken de “genç fikirli demek, hakiki fikirli demektir” diye belirtir. Bu durumda gençlik yaşla ilgili değil; yeniliğe, gerçekliğe açık olma ile ilgili bir tanımdır. Aynı zamanda gelişmiş uygarlık seviyesini hedefleyen toplumların pozitif bilimi temel alması gerektiğini vurgular. “Sosyal ilim sahasında ilim adamları bana doğru yolu göstersin.” diyerek kendi sözlerinin de bilime karşı olanlarının eleştirilebileceğini ve bilimsel olanların benimsenmesi gerektiğini söyler. Bu yalnızca söylem olarak kalmaz. Tüm fikirlerin uzmanlarca tartışıldığı sofrası onun danışma (istişare-şura) kültürünü benimsediğine en güzel kanıttır.

Çocuklarımıza öyle bir eğitim, öğretim, ilim ve irfan vermeliyiz ki, ticaret, tarım, sanat alanlarında yararlı, etkin, faal uygulayıcı olsunlar. İlk ve ortaöğretim bu esasa göre düzenlenmelidir.” Bu bağlamda kurulan köy enstitülerinde öğrenciler bir yandan müzik aletleri çalmayı diğer yandan tarımda üretim yapmayı ve bununla ilgili ziraat eğitimini öğretmiştir.

Atatürk, manevi mirasçıları olarak akıl ve bilimin rehberliğini kabul edenleri görür.

Osmanlı’da bilim, 1577’de Takiyüddin’in Tophane’deki gözlemevinin yıkılması ile son bulmuştur. Kepler ve Tycho Brahe’nin çağdaşı olan Takiyüddin’in kullandığı ölçüm aletleri ve yaptığı ölçümler çağdaşlarından daha hassastır. Buna karşılık iki senelik çalışmasından sonra hurafe ve siyasetin kurbanı olmuş, şeyhülislamın fetvası, padişah 3. Murat’ın emriyle gözlemevi yıkılmıştır. Ne yazık ki Uluğ Beyin yıldız kataloğunu geliştirme arzusu, bundan sonra Avrupalı astronomlar tarafından gerçekleştirilecektir. Bu aynı zamanda, din ve devlet işlerinin neden ayrı olması gerektiğinin acı bir deneyimidir. Bu yüzden Atamız yol gösterici olarak müspet ilimi sunar: Türk Milleti’nin yürümekte olduğu terakki (gelişme) ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.” 

Atatürk, “istikbal göklerdedir” fikrini Cumhuriyetin kuruluşundan tam iki yıl sonra 1925’de Türk Hava Kurumu kurarak hayata geçirir. 1926 yılında Kayseri’de kurulan uçak fabrikasında 200’e yakın uçak üretilmiştir. 1935’de kurulan Türk Kuşu’nda birçok havacı yanında ilk Türk kadın pilotumuz olmasıyla gururlandığımız, manevi kızı Sabiha Gökçen de yetişmiştir.

Osmanlı’da tek üniversite olan Darülfünun bilimsel açıdan çok yetersiz kalmıştır. Önce ıslahına çalışılmış sonra kapatılarak İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. Cumhuriyetle birlikte Üniversite Reformu da gerçekleştirilmiştir. Yurt dışından gelen yetkin öğretim görevlileri, çok değerli akademisyenler yetiştirmiştir. Birçok öğrenci de yurt dışına eğitime burslu olarak gönderilir. Örneğin bunlardan biri, Cumhuriyetin yetiştirdiği değerli bilim insanı Aydın Sayılı, 1942 yılında Harvard Üniversitesi’nden Dünyada Bilim Tarihi konusunda ilk defa doktora derecesini alma başarısını göstermiştir. Yeni kurulan diğer kurumlar şunlardır:

İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi
Musiki Muallim Mektebi
Ankara Yüksek Ziraat Mektebi
Yüksek Ziraat Enstitüsü
Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü
Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi[1]

1933’de Almanya’da çalışma olanağı kalmayan profesörler için Einstein bizzat Atatürk’ten ricacı olur. Böylelikle yurt dışından 30 profesör davet edilir. Üniversitede tam gün çalışacaklar, yan iş yapmayacaklar, öğrenciler için çevirmenler yardımıyla Türkçe kitap hazırlayacaklar, üçüncü yıldan itibaren Türkçe ders verecekler, gerektiğinde hükümete bilirkişi raporu hazırlayacaklar, gelişme ve halkın aydınlanması için kurulan tesislerde aktif olarak görev alacaklardır.

 

Ekselansları, ben sadık hizmetkârınız Albert Einstein

OSE Dünya Birliği’nin onursal başkanı olarak, Almanya’dan 40 profesörle, doktoralı uzmanın bilimsel ve tıbbi çalışmalarını Türkiye’de sürdürmelerine izin vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından istirham ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya’da halen yürürlükte olan yasalar nedeniyle mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş deneyim, bilgi ve bilimsel yeterlilik sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece yararlı olacaklarını kanıtlayabilirler.

Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz deneyim sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda başvuru arasından seçilmişlerdir. Bu bilim adamları, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.

Bu başvuruya destek vermek amacıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi durumunda yalnızca yüksek düzeyde bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalınmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği umudumu ifade etmek cüretini buluyorum.

Ekselanslarının sadık hizmetkârı olmaktan onur duyan,

Prof. Albert EINSTEIN

 

Atatürk’ün benimsediği eğitimin, milli niteliklere sahip ve başarılı olabilmesi için her şeyden evvel öğretimde birliğin olması gerekir. Bu nedenle 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılarak Milli Eğitimde birlik, bütünlük sağlanmıştır. “Medrese ve okullar Maarif Bakanlığı’na bağlanmış; tekkeler, türbeler, zaviyeler kapatılmıştır. Bunun yanı sıra yabancı ve azınlık okulları da devlet kontrolüne girmiştir. Böylece, daha önce mektepli ve medreseli olarak ikiye bölünmüş olan toplumun sosyal bütünleşmesi ve çağdaşlaşması, eğitimin bilimsel temellere dayalı olmasının ilk adımı atılmıştır.”[2]

Lozan[3]

Lozan görüşmeleri ilk olarak 4 Ocak 1924’te açılır. İlk konuşmayı İsviçre temsilcisinin açılışından sonra Lord Curzon’un yapması planlanmıştır. Oturma düzeni ve konuşma sırasının Türk delegesine mesaj vermek üzere ayarlandığını önceden fark eden İsmet Paşa, her ikisine de razı olmaz ve ikinci konuşmayı kendisi yapar. İsmet Paşa bu inatçı tutumunu tüm görüşmeler boyunca sürdürecek ve çok zor bir diplomatik başarıya imza atacaktır. Bu başarı ile Lozan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir nevi tapusu gibidir.

Lozan Heyetinde İsmet Paşa, Dr. Rıza Nur, Hasan Saka, Münir Ertegün, Tevfik Bıyıklıoğlu yer alır. Görüşmelerde en büyük sorun kapitülasyonlardır. İsmet Paşa kapitülasyonları 1914’de kaldırdık dese de, Fransız ve İtalyan delegeler ayrıcalıklarından vazgeçmek istemez. Üstelik işgal sırasında verilen ayrıcalıkların da devamını istenmektedir. Kanuni devrinde verilen kapitülasyonlar özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde ciddi sorun olmuş, ticaret yabancı ve azınlıkların eline geçmiştir. Bunun yanında hiçbir yasal sorumlulukları da yoktur. Bu yüzden görüşmelerde en önemli kırmızı çizgimizdir.

Osmanlı son 70 yılda Fransa’ya milyonlarca lira borçlanmış, bu borçlar halktan doğrudan vergi alınmasıyla (Düyun-u Umumiye) ödenir olmuştur. Fransızlar, Lozan’da bu borçların ve faizinin altın olarak ödenmesini ister. En büyük çatışma bu konudadır. İkinci kırmızı çizgimiz Ermenilere toprak verilmesidir. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen devlet olduğumuz için bütün tazminatı bizim ödememiz talep edilir. Milletler Cemiyeti üyesi Dr. Namsen’in önerisi, Türk ve Yunan halkları arasında değişim, Yunan heyeti tarafından önce kabul edilir. Bu değişim din temelli olduğundan bazı acı sonuçları da olacaktır.

Azınlıkların (din, dil, ırk temelli olarak tanımlanan), Milletler Cemiyeti’nin güvencesi altında ve askerlikten muaf olmasını Türk heyeti kabul etmez.

Rodos ve 12 Adalar 1912’de Osmanlı-İtalyan (Trablus) savaşı sırasında İtalyanlar tarafından işgal edilmiştir. Uşi Antlaşması ile iade edilmesi gerekmesine rağmen işgale devam edilmiştir. Lozan’da bu fiili durumun devamına karar verilir. 1947’de savaş tazminatı olarak İtalya bu adaları Yunanistan’a devreder[4].

31 Ocak’ta Lord Curzon ültimatom gibi bir konuşma yapar. Türk heyetinin çabalarını doğuda halı pazarlığı olarak değersizleştirmeye çalışır. İsmet Bey teklifi bir hafta okuyup değerlendirmeleri gerektiğini söyleyerek hamlesini yapar. 4 Şubat günü de teklifin 24 maddesini reddeder. Bu durumda, görüşmeler yarım kalırsa ya savaş başlayacak ya da erteleme olacaktır. Anadolu’da İstanbul ve Çanakkale’yi ele geçirme planları başlar. Lord Curzon ertelemeyi tercih etmek zorunda kalır. Treni kalkana kadar İsmet Bey’den cevap bekler. Böylece ilk yarı biter ve İsmet Bey geri döner.

Görüşmelerin ikinci yarısı ise 23 Nisan’da Uşi Oteli’nde başlar. Kapitülasyonlar kalkar, borçların altınla ödenmesinden ve azınlık meselesinden, Ermenilere toprak verilmesinden vazgeçilir. Tazminat talebi Osmanlı’dan ayrılan tüm yeni devletlere eşit pay edilerek çözülür. Türk heyetinin Yunanistan’dan istediği tazminata karşılık olarak Karaağaç bölgesi verilir. Patrikhanenin Türkiye’de kalması kararlaştırılır. Boğazlarda 3 yabancı şirkete ayrıcalık verilir ve 3 filonun kalmasına izin verilir. 1936 yılında Montrö Antlaşması ile boğazlarda kontrol ve savaş gemilerinin geçiş yetkisi kazanılır.

24 Temmuz’da ilk imza yetkisi verilen İsmet Bey, kendisine Mustafa Kemal’in verdiği altın kalemle imzayı atar. İsmet Paşa tıpkı 2. İnönü savaşında olduğu gibi diplomatik alanda da milletin makus (baş aşağı) talihini yenmiştir. Amerikalı gözlemci Mr. Grew “İsmet Paşa Lozan’da büyük bir diplomatik zafer kazanmıştır. Belki de bu tarihte kazanılmış en büyük diplomatik zaferdir“ diye yazar (akt. Özakman, 2009, s. 318). Daha sonra Türkiye’yi 2. Dünya savaşına sokmama kararı da her zaman minnetle anılacaktır. İsmet Paşa Lozan’da yalnız Türk milletini değil, tüm mazlum milletleri temsil etmiş, hepsi için umut olmuştur.

“İşgalcilerin 6 hafta içinde İstanbul ve Çanakkale’yi terk etmeleri istenir. Mondros Ateşkes Antlaşması gereği Selahaddin Adil Paşa Çanakkale Boğazı’nı ve Tabyaları İngilizlere gözyaşları içinde teslim etmiştir. 2 Ekim’de güzel kader şimdi bu komutanı işgalcileri yolcu etmekle görevlendirmiştir” (Özakman, 2009, s. 334).

Başkent Ankara

Ankara’nın başkent olması, 13 Ekim 1923’de kanun haline getirilmiştir. Esaretten kurtulmuş İstanbul yerine Ankara’nın başkent seçilmesinin nedenleri Ata’nın kendisi tarafından açıklanır. Bu seçimi yaparken Ankara’nın yalnızca coğrafi konumu göz önüne alınmamış, gösterdikleri vefa ve özveri ve güven dolayısıyla Ankara halkı onurlandırılmıştır. Ankaralılar, hiçbir olumsuz propagandaya kapılmadan canı yürekle kurtuluş davasına hem maddi hem manevi destek vermiştir.

Damat Ferit’in emriyle Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’ın Kuvvacılar için verdiği ölüm fetvaları, İngiliz ve Yunan uçaklarıyla Anadolu’ya atılır, işbirlikçi gazetelerde yayınlanır. Müftü Rıfat Börekçi Anadolu’daki 153 müftü ile bir araya gelerek Ankara Fetvasını vererek Temsil Heyeti üyelerinin idam kararı için İstanbul’un verdiği fetvayı reddetmişlerdir. Kurtuluş savaşına ilk maddi katkı da Ankara’dan gelmiştir. Müftü Rıfat Börekçi Ankara Halkının kendi arasında topladığı 1000 lirayı Temsil Heyetinin kasası (48 kuruştan ibaret) olan Mazhar Müfit Kansu’ya teslim eder (Özaslan, 2010).

Ata tüm bunlara ek olarak Ankara’nın tarihini de sebepler arasında sayar. Selçuklu yıkıldıktan sonra kurulan Ankara Ahi Cumhuriyeti’nin araştırılması gerektiği üzerinde durur. 1354 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na katılana kadar kendi yönetimini kurmuş olan Ahi devletinin güvenlik gücü olan Seymenler kendi özgün oyunları ile Mustafa Kemal’i karşılamıştır (Özden, 2017). Bu nedenle Mustafa Kemal, “Ankara’nın ve Ankaralıların benim gönlümde bambaşka bir yeri vardır” der.

Ahiler Cumhuriyeti’nin, Ankara’nın başkent seçildiği tarihten tam 10 gün sonra 23 Ekim’de küllerinden yeniden doğacak olan Türkiye Cumhuriyeti’ne temel olarak seçilmesi de tesadüf olabilir mi?

Cumhuriyet ve Demokrasi

Atatürk için demokrasi “ezilen milletlerin kurtuluş ümididir.” Yalnız bunun için milletin çoğunluğunun yeterince güçlü bir talebi olması gerektiğini söyler.

“Demokrasi fikri, milletin çoğunluğu yeterince güçlü olduğunda müstebit (zorba) hükümetlerin boğulduğu yükselen bir denizdir. Rus, Alman, Osmanlı, Avusturya-Macaristan imparatorlukları böyle yıkılmıştır. …Demokrasi fikri çok eskidir. Bundan 7000 sene önce beşeriyetin ilk medeniyetlerinden birini kuran Sümer, Elam ve Akat kavimlerinde demokrasi prensibi uygulanmıştır. Atina ve Isparta gibi Yunan şehirlerinde ve Roma da dahi demokrasi hayata geçirilmiştir. Türk milleti eski tarihlerinde, meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarda devlet reisini seçmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar bağlı olduklarını göstermişlerdir” (İnan, 2020, s. 29-30).

Atamız, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olarak Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürünü vurgular. Cumhuriyeti ise şöyle tanımlar: “Milletin, devletin başındaki tek kuvvet; milli egemenlik, tek makam milletin kalbi, vicdanıdır. Yürütme ve yasama meclise aittir.” İradeyi uygulamak için de egemenliğin şart olduğunu söyler. “Ulusal egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur” (İnan, 2020, s. 35).

Şevket Süreyya Tek Adam adlı kitabında bunu dile getirerek şöyle yazar: “Bu hitap Tanrısal bir müjde gibi bütün mazlum ülkelerin semalarında uğuldamış, dalgalanmış olmalıdır (Aydemir, 2023, s. 17).

Yüksek eğitimini Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde tamamlayan R.K. Sihna, Mustafa Kemal ve Mahatma Gandi adlı kitabında Türk Kurtuluş Savaşı’nın Hindistan’daki bağımsızlık taleplerine etkisini şöyle anlatır: “Gandi İngilizlerle mücadele için, Türkiye Cumhuriyeti’ne birçok alanda destek çağrıları yaptı ve parlamentoda para toplanmasına öncülük etti” (Sinha, 1972). Hindistan, 1947 yılında bağımsızlığını ilan edecektir.

Erzurum Kongresi’nde temel alınan değerler; istiklal (hürriyet) ve hâkimiyettir. Hâkimiyetin de millete verilmesi şarttır. 28 Ekim akşamı, Çankaya’daki yemekte; Fethi Bey, İsmet Paşa, Kazım Özalp Paşa, Halit Paşa, Kemalettin Sami Paşa, Fuat Bulca, Ruşen Eşref Bey bulunmaktadır. Hükümet sorunu hakkında çeşitli görüşler ileri sürülür. Mustafa Kemal Paşa kararlı ve net bir şekilde sorunun çözümünü ortaya koyar: “Efendiler, yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!”

29 Ekim akşamı toplanan mecliste tarihi oturumda konuşmacılar sırayla söz alır. “Şair Mehmet Emin Yurdakul süt beyaz sakalıyla çağdaş bir Dede Korkut gibiydi. Bütün milletvekillerini ayağa kalkarak ‘yaşasın cumhuriyet’ diye bağırmaya davet etti. Bütün milletvekilleri coşku içinde ayağa fırlayarak “Yaşasın cumhuriyet” diye bağırdılar” (Özakman, 2009, s. 340-31).

Anayasa 158 milletvekilinin katılımıyla oybirliği ile kabul edilir ve Mustafa Kemal oybirliği ile Cumhurbaşkanı olarak seçilir. Bundan sonra 1927, 1931, 1935 seçimlerinde de gene seçilecek, kendisine ömür boyu Cumhurbaşkanlığı teklif edildiğinde ise kati bir şekilde reddedecektir (Ortaylı, 2020, s. 282).

Laiklik

Atatürk, demokrasinin ilk şartının laiklik yani fikir ve vicdan özgürlüğü olduğunu ortaya koyar ve onu “bütün devrimlerimizin temeli, ruhu, özü, hatta kaynağı” olarak tanımlar. Laik olmayan ulusun bağımsızlığının da bir anlamı yoktur. Çünkü bayrağı hür, fakat fikir ve vicdanı tutsak bir ulus, acınacak bir topluluktan başka bir şey değildir.

3 Mart 1924’de Öğretimin Birliği Yasası ile bütün eğitim kurumları Eğitim Bakanlığı’na bağlanır. Bunu takiben din ve devlet işleri ayrılmış, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. İlk Diyanet İşleri Başkanı olarak M. Rıfat Börekçi’nin seçilmesi de anlamlıdır. 24 Mart 1924’de hilafet kaldırılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda gelir üreten topraklarının yüzde 94’ü büyük çoğunluğu tarikat vakıflarının elindedir. Tarım arazilerinden konutlara, oradan bankacılığa (para vakıfları) ciddi oranda bir servet bu grupların elinde olduğu müddetçe ekonomi ayağa kaldırılamayacaktır. Bu nedenle tekke ve zaviyeler 1925 yılında kapatılır. 1926 yılında medeni kanun kabul edilir. 1928 yılında ise “Devletin dini İslamdır.” ibaresi kaldırılır. 1937 yılında laiklik ilkesi anayasaya girer.

Her ne kadar laiklik Fransız icadıdır diye iddia edilse de, Cengiz Özakıncı Başkent Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’in Bağdat’ı fethettikten sonra 1057 yılında saltanat ve hilafeti ayırdığını söyler. Bu, din ve devlet işlerini ayrılması ile ilgili tarihte bilinen ilk uygulamadır. Fransız Doğubilimci Joseph de Guines, devrimden 41 yıl önce 1748 yılında basılan Hunların, Türklerin Tarih Kökenleri adlı kitabında bu konudan bahseder ve Voltaire de yazılarında bu konuyu alıntılar. Süleyman Hüsnü Paşa’nın Türklerle ilgili kısmı tercüme ederek Dünya Tarihi adı altında 1876 yılında yayınladığı bu kitap, Askeri Lise’de ders kitabı olarak okutulmaya başlamıştır (Akyol, 2014).

Tinsel Yönü

İlk tinsel (manevi) eğitimini Selanik Askeri Rüştiyesi’nde (ortaokul) matematik hocası Mustafa Beyden ve Manastır Askeri İdadisi’nde (lise) tarih öğretmeni Mehmet Tevfik Beyden aldığı yazılmıştır. Mustafa Bey onun olgun karakterini sezdiğinden Kemal ismini vermiştir. Her ikisi ile katıldığı gönül sohbetleri genç Mustafa Kemal’in tinsel eğitiminin başlangıç noktasıdır (Özden, 2017).

Ankara’da Milli Mücadele çalışmalarını yürütürken Çankaya’daki bağ evinden çıkıp yürüdüğü sırada bir arabacı “atla oğul yolun kısalır” diye onu çağırır. Ama Gazi yürümek istediğini söyleyince, “sen bilirsin bizim sohbetimiz hoştur; gönlün açılır” der. Dostlukları böyle başlar ve Gazi her fırsat bulduğunda onun sohbetine katılır. Halide Edip anılarında “bazı günler giderdi, nereye gittiğini bilmezdik” diye anlatır (Özden, 2017).

Ahi Evran ve Hoca Ahmet Yesevi’den gelen Ahi anlayışının temsilcilerinden olan Ankaralı Arabacı İsmail ile sohbet savaşın gergin ortamından çıkıp tinsel lezzetleri tattığı zamanlardır. Birlikte Yesevi’nin Makalat’ını okumaları onu Horasan’dan gelen maya ile mayalamıştır (Özden, 2017).

Kendisini anlatırken iki Mustafa Kemal olduğundan söz eder. Birisi fani olan bedeni, diğeri “biz” diye tanımladığı Türk milletinin ortak bilinci ve ruhudur. Cumhurbaşkanı olduktan sonra milletin sinesinde sade bir vatandaş olma” gaye ettiğini söylerken öyle samimidir ki, bunu özel yaşamında sık sık görüntüler. “Bilinen hakikat olarak; kalb-î vicdanında manevî (tinsel) ve mukaddes (kutsal) hazlardan başka zevk tanımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddî makamatın (makamların) hiçbir kıymeti yoktur.”

Yaşamının özeti ise aşağıdaki cümlelerde gizlidir:

“Büyük olmak için kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, ülke için gerçek amaç ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. Fakat sen buna karşı direneceksin, önüne sonsuz engeller de yığacaklardır; kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana büyük derlerse, bunu söyleyenlere güleceksin.”

4000’e yakın okuduğu kitap Anıtkabir’deki kütüphanede sergilenmektedir. Kütüphanecisi Nuri Ulusu yurt gezilerinde ve tatbikatlarında dahi yanından ayrılmaz. Son nefesine kadar yanı başındadır. Hatıraları oğlu Mustafa Kemal Ulusu tarafından kitap haline getirilmiştir (Ulusu, 2008).

Cephede Büyük Taarruz öncesinde Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanını okuyacak kadar ince bir ruh sahibidir. Binbaşı Mahmut Bey anılarında “Bugün (21 Ağustos 1922) Akşehir’deyiz. İki gündür Paşa Çalıkuşu romanını okuyor. Öyle beğendi ve sevdi ki…” diye yazar.

“Onun herkesi fikir ve karakter değeri kadar sırlarına yaklaştıran, devamlı bir telkin sanatının inceliklerini pekiyi kavrayan yaman bir politikacı olduğu unutulmamalıdır. Son büyük Makedonyalı idi. Sofrasında bulunanlar onu kendi kafalarının iki kulağı ile dinlemişler, çok defa yanılmışlardır. …Bir ‘emir’ ve ‘nehiy’ zorbası değil de inandırıcı, bağlayıcı bir lider olmayı istediği ve sevdiği için bazen yorucu, pek zeki olmayanları şaşırtıcı dolaşık yollar seçmiştir” (Atay, 1998, s. 3).

O yalnızca eşsiz bir kumandan, önder, fikir ve devrim insanı değil aynı zamanda yaşamıyla erdemleri örneklemiş tinsel bir kişiliktir.

Dünyanın bir ucunda bağrı yanık annelere “evlatlarınız artık bizim evlatlarımız, biz onları bağrımıza bastık” diyerek ötekileştirmeden şefkatin, düşman bayrağını çiğnemeyi reddederek insana, kesilen bir ağaca gözyaşı dökerek doğaya saygının, evlat edinip yetiştirdiği çocuklarıyla koşulsuz sevginin, yokluğunda ölümü yeğleyecek arkadaşları ile dostluğun, vasiyetiyle cömertliğin, Çanakkale’de tüm yaşamını feda etmeyi göze alarak başkomutanı Liman Von Sanders’in emrinden çıkmak suretiyle bir savaşın sonucunu değiştirmesiyle de irade ve cesaretin en yüce örneklerini göstermiştir.

 

YÜZ

 

Ekim ayı, mevsim güz,

Yılımız olunca yüz,

Tohumlar fide verir;

Şafak sonrası gündüz…

 

Ekinler boy verince,

Tinimiz olur ince.

Geleceğe don biçer,

Daimi bir dönence…

 

Fideler olunca fidan,

Kalmaz acı ve figan.

Hüzün neşeye döner,

Özgür olunca vicdan…

 

Öze dönendir özgür,

Tüm bağlar ona özür.

Budur zira doğası,

Onun uğruna ölür.

 

Bırak gam ile yası,

Sende özün mayası.

Fikrini yaşa, yaşat,

Budur ATA mirası…

 

 

ATAMA

 

Her yönünle ulusun,

Umudusun ulusun.

Ektiğin tohumların,

Geleceğe tin olsun…

 

Tohumla aynı lotus,

İdenin annesi us,

Özünü yaşam kılan,

Ancak olur bengi ulus…

 

Varoluş sanki demir,

Onu var eden emir.

Yeterli ateşi görse,

Durmaz hemencik erir…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

23/10/2023   

 

Kaynakça

Akyol, M. (2014). Dede Mirasımız Laiklik. Academia.

Atatürk, M. K. (2009). Zabit ve Kumandan ile Hasbihal. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Atay, F. R. (1998). Çankaya: Mustafa Kemal’in Çankaya’sı. İstanbul: Bateş Yayınları.

Aydemir, Ş. S. (2023). Tek Adam (Cilt 3). İstanbul: Remzi Kitabevi.

Candan, E. (2002). Türkler’in Kültür Kökenleri. İstanbul: Sınır Ötesi Yayınları.

Halıcı, Ş. (2008). İsmail Müştak Mayakon’un Atatürk’ün Sofrasında Tuttuğu Notlar. Erdem(51), 171-178.

İnan, A. Â. (2020). Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları. Ankara: Türk Tarih Kurumu.

Meydan, S. (2008). Atatürk ve Kayıp Kıta Mu. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.

Ortaylı, İ. (2020). Gazi Mustafa Kemal Atatürk. İstanbul: Kronik Kitap.

Özakman, T. (2009). Cumhuriyet: Türk Mucizesi. İstanbul: Bilgi Yayınevi.

Özaslan, M. (2010). Ankara’nın Başkent Olma Nedenleri ve Milli Mücadele Döneminde Ankara. Milli Mücadele Döneminde Ankara Paneli. Ankara: Atılım Üniversitesi.

Özden, H. (2017). Ankaralı Arabacı İsmail ve Mustafa Kemal. İstanbul: Fener Yayınları.

Sinha, R. K. (1972). Mustafa Kemal ve Mahatma Gandi. İstanbul: Milliyet Yayınları.

Solak, M. (2020, Eylül 9). Tevfik Fikret’in Atatürk’ü Etkileyen Yönleri. Anka Enstitüsü: http://ankaenstitusu.com/tevfik-fikretin-ataturku-etkileyen-yonleri/ adresinden alındı

Ulusu, M. K. (2008). Atatürk’ün Yanı Başında. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık.

Yiğit, F. M. (2018, Mayıs 20). Türkçenin Matematiği, Hz. Adem Türkçe mi Konuşuyordu? İnsanlık Asya’dan mı Yayıldı?. Academia.

 

[1] Bu paragrafta, Prof. Dr. Eyup S. Karakaş’ın hazırladığı “Atatürk’ün Eğitim ve Bilim Politikaları” adlı sunumdan faydalanılmıştır.

[2] Prof. Dr. Eyup S. Karakaş “Atatürk’ün Eğitim ve Bilim Politikaları” sunusu.

[3] Bu bölüm, Turgut Özakman’ın “Cumhuriyet” kitabından derlenmiştir.

[4] (https://islamansiklopedisi.org.tr/oniki-ada, 9 Aralık 2023’te erişildi.)

Suna Öztürk
+ Son Yazılar