“Cennetin mutluluğu daima tehdit altındadır, işte cennet böyle bir yerdir.” [1]

Bir kararda kalamayan, bir türlü halinden hoşnut olamayan, geçmişin pişmanlıkları ve gelecek beklentisi arasında gidip gelen, duyguların güdümünde aklın içine düştüğü kaygı hissi, insana ait bir özelliktir. Hayvanlarda ve çocuklarda kaygı olmaz. Kaygı, temelinde güvensizlikten beslenir ve insan zihninin bir ürünüdür. Dolayısıyla insan öğrendikçe, bilip akıllandıkça kaygısı da beraberinde artar.

Nasıl ki insan aklı zihin ve us olarak farklı işleyişlerde kendini ortaya koyuyorsa bunlarla ilintili olarak kaygı da farklı içeriklerde görülür. Yaşamını zihin faaliyetleri ile yürüten beşer daha çok duygu ve hırslarının kontrolü altındadır. Geleceğini güven altına alma çabası içinde olan ve bu nedenle sahip olduklarını kaybetme korkusu ile henüz sahip olamadıklarının özlemi arasında gidip gelen zihin bir türlü huzura eremez. Kaygan bir zeminde yani arzuların zemininde oradan oraya savrulur durur.

Kaygı, tensel, tinsel, toplumsal, evrensel diye dört farklı tipte incelenebilir. Tensel kaygı beşerin kendi benliğine, arzu ve isteklerine odaklandığında yaşadığı hüzün, sıkıntı, üzüntü, kin, kibir, hiddet ve hatta şiddet gibi duyguları doğurur. Beşer, içgüdü ve duyguların denetimi altına geçer. Geçmişine hayıflanma yanında geleceği ile ilgili endişeleri de tüm yaşamını etkiler. Kendi geleceğini planlama, yönlendirme çabası ile bunların gerçekleşmemesi olasılığını zihninde sürekli taşıması onu mutsuz kılar.

Beşeri kaygı, temelinde güvensizlikten beslenir. Bu güvensizlik alt yapıda çocukluktan gelen sevgi ve şefkat eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Aslında iyi ya da kötü diye adlandırabileceğimiz tüm insanların ortak özelliği sevilmek, beğenilmek arzusudur. Farklı olan sadece kullanılan yöntemlerdir. Beşer, maddi değerler üzerinden beğeni kazanmayı yeğlerken insan, sıradanlığı kabul etmeyerek erdemleri üzerinden kendi biricikliğini vurgulama çabasındadır. Bunu en iyi dile getirenlerden biri de Mustafa Kemal’dir:

“Vâkıf-ı hakayik (hakikat anlayışına sahip) olan, kalp ve vicdanında manevi ve mukaddes hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamatın (makamların ) hiçbir kıymeti yoktur.”[2]

Kaygı ateşli bir hastalıksa onun asıl ilacı da güvendir. Güvenmek, emin olmaktan geçer. Emin olmak için bilmek gerekir. Bilmenin öncülü de farkındalıktır. Farkındalık, kendi sınırlarını, kendi eksiklerini, yabancılaşma öğelerini fark etmekle olur. Bu da kişinin özgürleşme sürecinin başlaması demektir. Öylesi bir özgürlük ki sonunda insanın kendisinden bile özgür olduğu bir hali hedefler.

Cennette mutluluk ve huzur içinde yaşayan Âdem ile Havva, bilme arzusu ile yedikleri yasak meyve nedeniyle oradan kovulur ve bu dünyada kaybolurlar. Bu, M. Arabî’nin de dediği gibi bir zaman olup bitmiş bir olay değil, sürekli yaşanan bir insanlık dramıdır aslında. Cennetin mutluluğunu “emin” ve “güvende olma” olarak tanımladığımızda maruz kaldığı tehdidin “kaygı” olduğu ortaya çıkar. Buradaki “kaygı” kelimesinin de tıpkı “kayıp” gibi “kayma” kökünden türetilmiş olması dikkat çekici değil midir? Kaymak, merkeze odaklılığını kaybetmek yani merkezden kaçmak olarak betimlendiğinde bu bize İsmail Emre‘nin şu doğuşunu çağrıştırır:

“Hakikati bırakır dolanır zindan,

Bir zaman sonra da gider hoşuna…”

Merkezden yani aslından, hakikatinden kaçan insan, kaybolmuştur ama bir yandan da bu durumdan hoşnuttur. Tıpkı yalınayak evinden kaçan, özgürlüğünü ilan etmiş çocuğun ilkin yaşadığı haz gibi… Arka sokaklarda kaybolunca başlar ağlamaya, annesini özlemeye. Özgürlüğün dışarıda değil kendi özünde olduğunu fark eder. Kaçmaya çalıştığı kendi hakikatidir aslında…

Tinsel kaygı insan olma aşamasında karşımıza çıkar. Etik değerleri yaşamında ön plana koyan ve bunlara uygun eylemler sergileyen; sevmeyi, iyilik yapmayı, insanlara hizmet etmeyi her şeyden önemli gören kişi beşer değil “insan” olarak adlandırılır. İnsan olma olgusu tinsel kaygıyı da beraberinde taşır. Bu tinsel kaygının asli öğesi kişinin gayesi olan tinsel değerlerdir.

Aslına, hakikatine, cennetine özlem duyan insanın kaygısı gerçekte tinin kaygısıdır ve tenden tine yolculuğun gerektirdiği bir dürtü olarak insanı yönlendirir. Ben kimim, nerden geldim, nereye gidiyorum sorularını soran insan bu yolculuğa adım atmıştır. Yolculuk süresince kaygıları azalmayacak, derinlere indikçe daha da artacaktır. Tıpkı güzel çiçekleri yetiştirmek için ayrık otlarını temizlemek zorunda olan bahçıvan gibi insan da kendi kaygılarını böyle temizlemek zorundadır. Bunu yapabilmek de öncelikle kendi duygularının, kaygılarının farkına varmakla olur. Nasıl ki göz kendisini görmez, ancak bir ayna yardımıyla görebilirse insanın da ona kendisini gösterecek bir aynaya gereksinimi vardır. Ayna, kişiyi silkeleyerek onu kaygılandırır. Kendisine varlık iddiası ile gelen Raci’ye “acaba sen var mısın? “ diyen Aynalı Baba, ondaki kaygının ateşleyicisi olmuş, arayışa başlamasına neden olmuştur.[3]

Tinin kendisiyle kurduğu iletişimdir, bir çeşit iç gözüdür kaygı. Kaygı yoluyla tin olduğu yeri beğenmeyip daha ileri bir aşamaya sıçrama yapar. Varoluşçuluğun temel öğelerinden birisi olan can sıkıntısı da işte bu kaygının neden olduğu bir haldir diyebiliriz. Can sıkıntısı tinin acıkmasıdır. Kişi ondan kurtulmak için her yolu dener. Benliğinin hoşuna gidecek çeşitli nesneler veya duyumlarla onun üstesinden gelmeye çalışır. Oysaki bunların hiçbiri yeterli olmayacak, açlık hali devam edecektir. Tıpkı ağrı kesicilerin hastalığı tedavi etmemesi gibi yalnızca geçici bir süre rahatlık verecektir. Ağrı yani can sıkıntısı gerçekte içerden dışarı bir sorun olduğunun habercisidir. Sorunun kaynağını tespit edip çözmedikçe de sürüp gitmeye mahkûmdur.

Halil Cibran’ın iki istiridye örneği çok anlamlıdır.[4] İstiridyenin biri diğerine çok ağrım sancım var diye yakınır. Öteki sevinir ah ne güzel bende yok diye… Oysaki o sancı sonucunda inci doğacaktır. Ne mutlu sancı çekenlere diye biter hikâye… Ne mutlu kaygı duyanlara da diyebiliriz bu bağlamda… Varoluşçu yazarların en önemli olanlarından biri, Kierkegaard, kaygıyı “sentez, tin tarafından gerçekleştiğinde oluşan özgürlüğün baş dönmesi “diye betimler. Tin çelişkiye düşüp olumsuzlama yoluyla yeni bir sentez oluşturduğunda bu onda yeni bir kararsızlık hali yaratır.

Tensel ve tinsel kaygıların ortak özelliği her ikisinin de beslendikçe benliği güçlendirmesidir. İnsan elde ettiği tinsel değerleri benimseyip onları kendine mal eder ve kendini onlarla tanımlamaya yani sınırlamaya kalkarsa gene aslından uzaklaşmış olur. Yani günahlarının (ya da kötü ahlakının) ezikliği ve sevaplarının (erdemlerinin) büyüklenmesi arasında gidip gelen insan gene aslından uzaklaşır.

Toplumsal kaygının temeli olan toplumsal tin ise kendisini adamış insanlarda bedenlenir. Bunlar beşeri toplumun gereksinimleri için ortaya atılan siyasi önderler olduğu gibi insani değerleri önemseyip toplumları o yönde aydınlatmaya çalışan manevi önderler de olabilir. Tinsel önderlerin rasyonel aklı ön plana çıkaranları bilim insanları, insan usunun gelişiminde önayak olanları felsefeciler, insan tininin yani manevi değerlerin gelişerek açığa çıkmasını sağlayanlar da bilgeler, veliler ve peygamberlerdir. Onların ülküsü evrensel değerler doğrultusunda insanları yönlendirmektir. Bu nedenle de önderi oldukları topluluk ya da toplumlara bulundukları halden daha yüce bir erek göstermekle işe koyulurlar. Bu erek toplum tarafından ne kadar çabuk benimsenir ve içselleştirirse ulaşmak o kadar kolay olur. Bu da ereğin toplumun ortak değerleriyle olan yakınlığına bağlıdır.

Xiuhtezcatl Roske Martinez’in 2015 yılında Birleşmiş Millerde yaptığı konuşmadan

Romalı komutan Pilatus’un kurtaracağı önderi seçme hakkı tanıdığı Yahudi toplumu, İsa yerine katil, zalim Barabbas’ı tercih ederek seçimini beşeri değerlerini korumaktan yana yapmıştır. Ya da Sokrat’ı ölüme mahkûm eden mahkeme üyeleri seçimlerini yeni, sorgulayan, özgürlükçü anlayışın değil, geleneksel Atina değerlerinin korunması yönünde kullanmıştır. Bu tercihler, toplumların yeni anlayışı ilk aşamada benimseyememesinden, yeni fikirlerin getirdiği belirsizlik ve kararsızlık durumundan kaynaklanan toplumsal kaygı nedeniyledir. Bu seçimin yanlışlığı ise, yeni anlayışın süreç içinde yerleşmesine ve yayılmasına engel olamamış, Sokrat’ın ve İsa’nın yetiştirdiği öğrenciler çağlar boyu toplumları aydınlatmaya devam etmiştir.

Toplumsal kaygı bazen de kararlılığını kaybetmiş, karmaşa içindeki toplumlarda gelecek endişesi olarak karşımıza çıkar. Bu durumda ise süreç tersine işler ve toplum kendisini bir ileri noktaya taşıyacak, karmaşayı düzene evirecek bir kurtarıcı beklentisine girer. Kurtuluş Savaşı sırasında yaşamış olduğumuz böyle bir süreçtir. İstanbul 16 Mart 1920’ de İngilizler tarafından işgal edilir. 13 Ocak 1921’de ise Mustafa Kemal Mecliste Namık Kemal’in şu şiirini okur:

Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?

Ve der ki; İşte ben de bu kürsüden, bu Meclisin Başkanı sıfatıyla, heyetinizi teşkil eden bütün milletvekilleri namına ve bütün millet namına diyorum ki;

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,

Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini… ”

Ve onun önderliğinde yeni bir ülke, yeni bir ulus, yeni bir uygarlık anlayışıyla doğar.

Evrensel kaygı, yerel ve güncel ahlak yerine tüm insanlığı, tüm zamanlarda (kadim) hedef eden etik değerleri temel alır. Bunların korunması için gerekli çaba ortaya konur.

Günümüzde bütün toplumların barış, refah ve mutluluğunu tehdit eden bir anlayış dünyayı sarmış bulunuyor. Bu anlayış, bireyleri, ulusları, ırkları ayrı gören ve Darwin’in doğayı inceleyerek sonuca ulaştığı “en güçlü yaşar” prensibini sosyal yaşama da uygulamak suretiyle her türlü menfaat ereğini yaşamın temeli yapmış olan ekonomik ve sosyal sistemleri doğurmuştur. Oysaki Darwin kitabında daha sonra “en uygun olan yaşar” prensibini vererek doğanın asıl işleyiş ilkesini ortaya koymuştur ama bu, nedense göz ardı edilerek yeterince benimsenmez.

Bilimde parçadan başlayarak bütüne ulaşma çabası biyolojide Darwin, fizikte Newton, psikolojide Freud ‘un sunduğu anlayış, modern ve yalnız 20. Yüzyıl insanını ortaya çıkarmıştır. Bireyselliği, egoyu ve maddi kazanımları birinci plana alan bu anlayışın, beraberinde getirdiği sınırsız rekabet doğrultusunda acımasız ve saldırgan tutumu günümüzde tüm gezegenimizi maddi manevi tehdit eden yıkımlara yol açmıştır. İnsanlık artık ciddi bir şekilde Carl Sagan’ın Kozmos adlı belgeselindeki deyişiyle “güzel mavi dünya”mızın geleceği için kaygılanmaktadır.

BM’de 2015’de USA/Colorado eyaletinde yaşayan Aztek kökenli 15 yaşında bir genç, Xiuhtezcatl Roske-Martinez[5] yaptığı çarpıcı konuşma ile 193 BM üyesinin 21 senedir toplanıp küresel ısınma nedeniyle bir türlü ortak bir karara varamamalarını kınamış, bizim, çocuklarımızın, torunlarımızın geleceğinin tehlikede olduğu uyarısında bulunmuştu. Evrensel kaygının bundan daha naif bir örneği olabilir mi? Geleceğine sahip çıkan, maddi dünyanın sahiplerine kafa tutan onbeşlikler…

Çağımızda yeni bilim, bütünsel bakış açısıyla birlikte bizlere daha zarif daha ince bir dünya görüşünü de birlikte sunmakta. Newton fiziği bizi maddenin yapıtaşları olan atomla ve onun davranış şekilleriyle tanıştırdı. Kuantum fiziğiyle birlikte atom altı dünya ile ve çok çeşitli parçacıklarla karşılaşan bilim adamları sonunda temel parçacığa ulaşıp büyük patlama teorisini ispatlama çabasına girdiler. Bu ispatlama çabası içinde umutsuzluğa kapılan bir bilim adamının kızgınlık ve çaresizlikle “Tanrı’nın belası” diye adlandırdığı parçacık, Higgs bozonu, sonunda “Tanrı parçacığı” olarak tarihe geçti. Sanki onu bulursak yaratılış sürecini baştan sona ispatlayacakmışız gibi bir yanlış beklenti doğurdu.

Alan Watts, “yaşamın sırrının çözülecek değil, deneylenmesi gereken bir şey” olduğunu söyler. Ona göre “evren, insan üzerinden kendini tanımaya çalışmaktadır.

Günümüzde fizikçiler, doğayı incelediklerinde maddenin nelerden oluştuğunu belirlemede aciz kaldılar ve bize evrenin betimlemesini tümüyle madde değil örüntü (doku) terimleriyle verdiler.Maddenin temel formu olarak da kristal yapılarını ortaya attılar. Mikroskop altında tüm maddeler aslında birer örüntü modeli olarak karşımıza çıkıyor.”

Budist Bilgelik ve Kalp Sutra’sı Hanyashingyoya göre “Görülen şeyin şekli yoktur, görülemeyen şeyin şekli vardır.” Burada “Tanrı’nın dili matematiktir” diyen Kepler’i ve Galileo’yu anımsamamak olası mı?

Masaru Emoto, Suyun Gizli Mesajı adlı kitabında bu kristal yapıların fotoğraflarını yayınlar.[6] Suya sevgi ve şükran kelimelerini söyleyerek ya da yazılı kâğıtla sararak bu kristal örüntülerin nasıl güzel ve düzenli bir form oluşturduğunu (kozmos), tam tersi kötü sözlerin etkisinin ise çirkin, düzensiz (kaos) yapılara neden olduğunu örnekleriyle açıklar. Buradan da aslında evrensel değerler olan iyinin, güzele nasıl evirildiğini, kötünün de çirkinliğe yol açtığını görebiliriz. Estetiğin temel öğelerde karşımıza çıkması ve onun bilinç haliyle doğrudan ilintili olması antik çağlardan beri düşünürlerin hep vurgu yaptığı bir konu. Bizi şaşırtan bir o kadar da memnun eden günümüz bilim insanlarının da artık konuya bu açıdan yaklaşıyor olmasıdır.

Yeni bilim yönünü, farklılık temelli bakış açısından bütünselliğe çevirmiş durumda. Hepimiz, duygu ve düşüncelerimizle bu dünyanın oluşumuna veya bozulmasına katkıda bulunuyoruz. Evren ve insan tini sürekli bir devinim içerisinde bir halden ötekine dönüşüp duruyor. Bizler bu nedenle öyle büyük bir sorumluluk altındayız ki bu da bizi evrensel kaygıya sevk ediyor.

Einstein bu konuda şöyle der: İnsan, bizim tarafımızdan evren diye adlandırılan bütünün, zaman ve uzayda sınırlı bir parçasıdır. Kendini, düşüncelerini ve duygularını diğerlerinden ayrıymış gibi deneyimler. Bu, bilincinin bir çeşit optik yanılsamasıdır. Bu yanılsama bizim için bir çeşit hapishanedir, bizi kişisel arzularımıza ve çok yakınımızdaki birkaç insana duyduğumuz bağlılığa mahkum eder. Hedefimiz, şefkat çemberimizi yaşayan tüm canlıları ve tüm güzellikleri ile doğayı severek kendimizi bu hapisten kurtarmaktır.“

Atatürk ‘ün anlatımı ise şöyledir: [7]

“En uzakta sandığımız bir olayın bize bir gün dokunmayacağını bilemeyiz. Bunun için insanoğlunun hepsini bir gövde ve bir ulusu bunun organı saymak gerekir. Bir gövdenin parmağının ucundaki acıdan öteki bütün organlar etkilenir… Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa, bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne kadar uzak olursa olsun bu ilkeden şaşmamak gerekir, işte bu düşünüş, insanları, ulusları ve hükümetleri bencillikten kurtarır”.

Bireysel veya evrensel tüm kaygılardan kurtulmanın yolu, özümüzün değerini özümseyerek (öğün) özgürleşme sürecine geçmek, süreci başarıyla tamamlayarak (çalış)özgünleşmek, böylece (güven) içerisinde olmayı özlediğimiz cennete yani aslımıza geri dönmektir.

Bunu gerçekleştirmenin yolu da önce fikrini, sonra vicdanını özgürleştirmek suretiyle özgür insan anlayışına (irfan) erişmekten geçer…


Dipnotlar:

[1] İbn-i Arabî ve Derrida-Tasavvuf ve Yapısöküm, Ian Almond, s. 9, İbn-i Arabî’den alıntı.

[2] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk. s.504

[3] Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Hayalin Derinlikleri

[4] Halil Cibran, Gezgin İnci Bahsi

[5] https://www.youtube.com/watch?v=s99TcSvhmV4

[6] https://www.youtube.com/watch?v=Ump17osTL-g

[7] Atatürk’ün 17 Mart 1937 tarihinde Romanya Dışişleri Bakanı Victor Antonesco’nun Ankara’yı ziyareti dolayısıyla söylediği sözler.

Suna Öztürk
+ Son Yazılar