Yirminci yüzyılda Batıda üretilmiş entelektüel ürünlerin en temelinde Dil üzerine yapılan araştırmaların yattığı söylenebilir. Bu araştırmalar ve sonuçları ‘öznenin kuruluşu’ yanında ‘toplumun kuruluşu’nu da açıklayan yöntemler geliştirmiş ve kuruluş yasalarına ulaşmak için bir yol açmıştı. Beneviste’nin aktardığı gibi: “Troubetzkoy, daha 1930’larda ‘Yaşadığımız çağı, bütün bilim dallarının tekilciliğin yerini yapısalcılığa verme yönelimi nitelendiriyor’ diyordu” (Yücel 1982:9). Dil çalışmaları iki kanalda ilerlemiştir. Birincisi, dilin kendi hareket yasaları olan Senkronik Dilbilim’dir. Bu çalışmalar Sözü bir Dil olarak, yani ‘kendi özgün hareket yasaları olan bir dizge olarak’ düşünmeye olanak sağlamıştı. İkincisi ise, bütün toplumsal pratiklerin ‘anlam’, ‘anlamlandırma’ ve ‘özneler arasındaki değişim kıpıları’ olarak çözümlenebileceği ve örnek yapı olarak da Dilbilimin kullanılabileceği varsayımıdır.
“Yapısalcılık temel özellikleriyle belirli bir Öğreti ya da Felsefe değil, yalnızca bir Yöntemdir (Piaget). Bu çözümleyici ve açıklayıcı yöntem, İsveçli Dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün (1857-1913) ölümünden sonra öğrencileri tarafından yayımlanan Genel Dilbilim Dersleri adlı yapıtın (1916) üzerine temellenir. 1928’de La Haye 1. Dil Kurultayı ile Yapısalcı Dilbilim, Saussure’ün Dilbilimini temel alarak kurulur. Yapısalcı Dilbilim tarihsel gelişimi boyunca iki ana okulda gelişir: Bloomfield’ın öncülüğünde, Amerikan Yapısalcılığı denilen Dağılımsal Dilbilim ve Saussure’ün Dilbilimi üzerine temellendirilen Avrupa’daki Yapısalcı Dilbilim (Rus Biçimcileri, Prag Dilbilim Çevresi, Kopenhag Dilbilim Çevresi) (Rifat)” (Birkiye 1984:12).
Tahsin Yücel’e göre Yapısalcılığın temel yönelimleri pek de karmaşık değildir ve Saussure’den Greimas’a değin, adına yaraşır bütün yapısalcıların yapıtlarında kolayca saptanabilir olan yönelimler şöyle özetlenebilir:
“1. Ele alınan nesnenin ‘kendi başına ve kendi kendisi için’ incelenmesi;
2. Nesnenin kendi öğeleri arasındaki bağıntılardan oluşan bir ‘dizge’ olarak ele alınması;
3. Söz konusu dizge içinde her zaman işlevin göz önünde bulundurulması ve her olguyu bağlı olduğu dizgeye dayandırma zorunluluğunun sonucu olarak nesnenin Artsüremlilik içinde değil, Eşsüremlilik içinde ele alınması;
4. Bunun sonucu olarak köken, gelişim, etkileşim vb. gibi artsüremsel sorunlara, ancak nesnenin elden geldiğince eksiksiz bir çözümlemesi yapıldıktan sonra ve bunların da eşsüremsel olgular gibi dizgesel olarak ele alınmalarını sağlayacak ‘yöntemler’ geliştirildiği ölçüde yer verilmesi;
5. Nesnenin ‘kendi başına ve kendi kendisi için’ incelenmesinin sonucu olarak, ‘doğaötesel’ değil, ‘özdekçi’ bir yaklaşım biçiminde tanımlanması;
6. Bu yaklaşımın felsefesel, siyasal ya da sanatsal bir öğreti değil, tutarlı bir çözümleme yöntemi oluşturmaya yönelmesi, dolayısıyla erimcilikle hiçbir ilgisi bulunmaması” (Yücel 1982:10-11).
Ali Akay’ın dediği gibi Dilbilim, Yapısalcılığın kaynağıdır ve yalnızca Saussure değil, Moskova ve Prag ekolleri de yapılanmayı etkilemişlerdir. Çünkü, yapı yalnızca dilde var olmaktadır. Ve Yapısalcılık deyince akla Levi Strauss gelmektedir ama onun yanında Yapısalcı Psikanaliz alanında Jacques Lacan, Yapısalcı Marksizm alanında ise Louis Althusser gibi isimler vardır. “Freud, her şeyin Dile dayandığını söylemişti daha önce, Lacan iyice açıklıyor bunu: ‘Bilinçdışının söylemi bir Dil gibi yapılaşmıştır’ diyor” (Althusser 1982:119).
“Yapısalcılığın düşünceye yaptığı katkı, ‘üçüncü bir düzen’in sahneye konulmasıdır. Bu da ‘Sembolik’tir. Yapısalcı Düşünce ne gerçeği hayal gücüne, ne hayal gücünü semboliğe, ne de semboliği gerçeğe indirger. Dilbilim, bu üçüncü öğenin ortaya çıkışında ön planda bir rol oynamıştır. Sözcüklerin seslerinin ve gerçek anlamlarının ötesinde, imgelerin ve kavramların sözcüklerle birleştikleri yerin ötesinde, Yapısalcı Dilbilimi bir başka doğadan nesne bulmuştur (kendisine) ve bu da Yapısal Nesne’dir” (Akay 1991:36).
“Yapısalcılığın, 1960 yıllarında özellikle Fransa’da İnsan Bilimleri alanında yaygınlık kazanmasından sonra, kimi yazar ve bilim adamlarınca bir Yöntem çizgisinden uzaklaştırılarak, bir Dünya Görüşü, bir Öğreti, hatta bir Yaşam Biçimine dönüştürülmeye çalışıldığı görülür. Ancak bu moda dünya görüşü, 1970 yıllarına doğru, başta Göstergebilimciler olmak üzere birçok bilim adamı tarafından çeşitli açılardan eleştirilerek geçerliliğini yitirir. Ama bilimsel yöntem olarak yapısalcılık, 1970’ten sonra en tutarlı, en verimli aşamasına ulaşır. Özellikle A. J. Greimas’ın öncülüğünde Dilbilimin dar çerçevesini aşan Göstergebilimin ‘temel yöntemi’ durumuna gelir (Rifat)” (Birkiye 1984:16).
“Saussure öncelikle Dil olgusunun ne olduğunun saptanması ve tanımlanması gerektiğini ortaya koyar. Bunun için de Dilin öğelerinin belirlenmesini sağlayacak bir yöntem aşaması gerçekleştirilmelidir. ‘Bu aşama, dilin içten betimlendiği aşamadır. İkinci aşamada (ise) ‘betimleme sonucu ortaya çıkan genel ilkeler’den kalkılarak dille ilgili dış olguların incelenmesine geçilir’ (Rifat). Genel Dilbilim Dersleri (bize) bu iki aşamayı gösterir” (Birkiye 1984:12).
Atilla Birkiye’nin belirttiği gibi Saussure, Dilin ‘Tarihsel Boyutunun’ (Artsüremlilik) yanı sıra, bir de ‘Dizgesel Boyutunun’ (Eşsüremlilik) varlığından söz ederek, Dizge kavramının Dil olgusuna yaklaşımdaki önemini belirtir. Dizgesel boyut ya da Eşsüremli çözümleme aracılığıyla Dil, ‘kendi başına ele alınıp incelenebilecek bir nesne’ durumuna gelir. Bu saptama ise Saussure’den sonra gelişecek olan Yapısal Dilbilimin temelini oluşturur.
“ Yapısal Dilbilimde değişik görüşler, kuramlar vardır. Ancak hepsi de Saussure’ün Dil/Söz, Biçim/Töz, Gösterge/Gösteren/Gösterilen, Eşsüremlilik/Artsüremlilik vb. kavramlarının üzerine temellenir. Yapısal Dilbilimi anlamak için özellikle Eşsüremlilik/Artsüremlilik kavramlarının üzerinde durmak gerekir. Dil dizgesinin incelenmesi, bu dizgeyi yaratan tarihsel ve toplumsal olguların ‘soyutlanmasını’ gerektirir. Evrimin dil dizgesini etkilememesi için ‘sınırlı bir zaman dilimi içindeki bir dil kesiti’ incelenir. Böylece birbirine karşıt iki dilbilim anlayışı ortaya çıkar: Eşsüremli Dilbilim (Betimsel Dilbilim) ve Artsüremli Dilbilim (Tarihsel Dilbilim). Eşsüremli Dilbilim aynı zaman kesiti içinde yer alan ve bir dizge oluşturan ‘dilsel öğeleri’ inceler. Artsüremli Dilbilim ise dilin birbirini izleyen aşamalarını, bir başka deyişle, ‘tarihsel evrimini’ inceler (Rifat)” (Birkiye 1984:12-13).
Saussure’e göre Dil, gösteren ve gösterilenin ilişkisinden oluşan göstergelerden meydana gelen bir dizgedir. Yapısalcı Dilbilim konu edindiği olguları, ‘bu dizgesel yapının olguları’ olarak inceler. “Dil, toplumsal bir kurum olduğundan, önsel biçimde bu kurumu da toplumları yöneten kurallara benzer kuralların düzenlediği düşünülebilir” (Saussure 1998:141). “Dil, tek tek bireyleri değil, bütün toplumu ilgilendiren bir olaydır; bireyüstü bir dizgedir, bir soyutlamadır. Ancak bu dizgenin var olmasıyla insanlar arasında bir ‘bildirişim’ kurulur” (Rifat 1998a:24).
“Yapısalcı Dilbilim’de temellendirilen Yapısalcılık, 1940’lı yıllardan sonra, Dilbilim dışındaki alanlarda da uygulanır. Yapısalcılığı dilbilimin dışına ilk taşıyan, Budunbilimci Levi Strauss’tur. Strauss, Dilin ‘kendi için kendi araştırma nesnesi olma’ durumunu Toplumsal Yapıya taşıyarak (çözümlemelere) gider. “Her iki yapı da, çok kapsamlı olan bir başka yapı düzleminde, Ekin düzleminde yer alır. Her iki yapı da bu ortak yapının işlevidir. Dil, bir Ekinin ürünü olarak ele alınabilir. Bir toplumda kullanılan Dil kitlenin Genel Ekinini yansıtır. Ama bir başka açıdan dil, ekinin bir parçasıdır, bu ekinin birçok öğeleri arasında bir öğedir” (Yücel). Yapısalcılığın ilkelerini ilk defa Dilin dışına çıkaran Strauss’tan sonra, bu açıklama yöntemi, İnsan Bilimlerinin diğer alanlarında da uygulanmaya başlar. Tarihte G. Dumezil, F. Braudel; Felsefede M. Foucault; Psikanalizde J. Lacan; Edebiyat Eleştirisinde R. Barthes; Toplumbilimde L. Althusser vb. Yapısalcılar, gerçeğin kavranmasında, Yapısalcı Dilbilim İlkelerini örnek alarak, insan davranışlarının, Toplumsal olayların açıklanışında, Edebi metinlerde vb. uygularlar. Ele alınan konu, alan, nesne, bütünleştiği Yapı içine konularak açıklanmaya çalışılır” (Birkiye 1984:14-15).
Natalya Avtonomova, Yapısalcılığın ilk dönemini 1930-1940 yılları arası olarak belirler ve bu süre içinde çeşitli dil inceleme yöntemlerinin, Amerika ve Avrupa’daki yapısalcı okullarda geliştirildiğini belirtir. Bu dönem yapısalcılığının en belirgin özellikleri ise ‘dilin bir dizge olarak incelenmesi’ ve ‘coğrafi, tarihsel, toplumsal vb. dış etmenlerin dikkate alınmayışı ya da Husserlci ifadeyle paranteze alınışıyla yapısal çözümlemelerde ulaşılan kesinlik’tir. Şimdilerde ‘yapısalcı sorunların ilk genelleştirilmeleri’ olarak kategorileştirilen bu çalışmalar, yani Saussure’ün ‘Cours del linguistique générale’ isimli kitabı; Rus edebiyat eleştirisinin Biçimci Okulu; Alman Geştalt psikologlarının çalışmaları 1910-1920 yılları arasındaki dönemde yayımlanır. Dilbilimsel Yapısalcılığın başyapıtları ise 1930-1940 yıllarında yayımlanır.
Yapısalcılığın ikinci dönemi 1950-1960 yılları arasındadır ve genelde Fransa’da yapılan çalışmalarla belirlenir. Bu dönemin klasik temsilcisi ise Levi Strauss’tur. Strauss, Budunbilim’de yeni Yöntem arayışlarına girişir, başta fonoloji olmak üzere Yapısal Dilbilimin çeşitli yapı çözümleme biçimlerini Budunbilime uygulamayı dener, değişik toplumsal kuruluşları birer gösterge dizgesi olarak sunar.
Yapısalcılığın üçüncü dönemi 1960’lı yıllardır. Dilbilim Yöntembilimi hem daha da yayılır, hem de aşılır. ‘Dil Yöntemlerini başka kültürel alanlara taşıma amacı’ halen geçerlidir. Bilim Tarihi alanında Foucault, Edebi Eleştiri ve Kitle Kültürü alanında Barthes, bu dönemi vurgulayan isimler arasındadır. Diğer yandan Trubetskoy ve Jakobson’un Yapısal Fonolojisinden, Levi Strauss’un çalışmalarına kadar, özgün yöntembilimsel modellerden giderek uzaklaşılır. Başkaca deyişle bir yabancılaşma süreci başlar.
Yapısalcılığın dördüncü dönemi ise 1960’lı yılların sonlarını ve 1970’li yılları kapsar. Yapısalcılığın eleştiri ve özeleştiri dönemidir bu. Çalışmaların, toplumsal sahnede geç Foucault ürünleriyle, siyasal sahnede yine Foucault ve Tel Quel Grubu aracılığıyla, kültür dünyasının geniş sahnesinde ise J. Derrida’nın düşünceleriyle görünmesi dönemidir. “Fransız Yapısalcılığı, yirminci yüzyılda Yapısalcı hareketin tarihindeki dönemlerden yalnızca biridir (Avtonomova).” (Birkiye 1984:81).
Levi Strauss’a göre ‘Dil’, bir ‘yöntemdir’. Lacan ve Foucault ise göstergeyi (işareti, imi) ‘anlam’ ve ‘biçim’ diye ikiye ayırırlar. Ve ikincisinin, yani ‘Biçim’in üzerinde önemle dururlar. Foucault’da ‘discours’ (söylev, dilce, söylem) kavramı ve Lacan’da ‘le signifiant’ (gösteren) kavramı, bu ‘biçim’i vurgular. Anlam ise bu ilişkide ‘gösterilen’e (signifie) karşılıktır. “Maria Corti… Foucault’nun… bir metninde…yazar sorununun, ‘söylemin var olma biçimi’, kavramsal tutarlılık alanı, biçem bütünlüğü, yazma birliği ilkesi olarak ortaya konduğunu anımsatır” (Rifat 1998b:250).
Lacan ve Foucault’ya göre ‘Dil’, bir ‘Metafor’dur (teşbih; ya da ‘yerine başkasını koyma yöntemiyle yapılan çağrışımların ön planda olduğu düzen’). “Eleştiri ve özeleştiride, dilsel gerçekliğe ve onun toplumsal (Tel Quel grubu) ve kültürel (Derrida) önemine varlıkbilimsel (ontolojik) bir anlam yüklenir (Avtonomova)” (Birkiye 1984:81).
Bu Yapısalcı çalışmaların içerdiği sayısız ayrıntı ‘paranteze alındığında’, dönem belirleyen isimlerin ‘asıl amaçları’ göz önüne alındığında: a) Levi Strauss’un ‘Avrupa Merkeziyetçiliğini’ eleştirdiği, b) Foucault’nun kültür tarihindeki ‘Evrimci gelişmeyi’ eleştirdiği, c) Lacan’ın psikanalizdeki ‘Akıl merkeziyetçiliği’ eleştirdiği ve d) Barthes’ın edebiyat eleştirisi alanındaki ‘Akronizmi (Zamandışılığı) eş deyişle estetik haz ve ideallerin zamandan sözde bağımsızlığını’ eleştirdiği görülür. “Yapısalcı Eleştiri, bir yandan ‘öznelci, varoluşçu ve bireyci’ düşünce düzeyinde kalırken, öte yandan ‘Klasik Akılcılık anlayış düzeyini’ terkedemedi (Avtonomova)” (Birkiye 1984:82).
“Yapısalcı İncelemenin, birbiri üzerine binmiş çok çeşitli etmenlerin etkisi altında sürdürüldüğü görülmektedir. Bu etmenler içinde Yeni Kantçılık, Yeni Olguculuk ve yer yer de Fenomenolojinin yer aldığı ve ağırlığını ‘bilginin gerçekleştirilmesi sorunu’nun oluşturduğu Modern Batı Felsefesinin akılcı eğilimlerini içerirler. Fransa’da, Descartes’tan Bachelard’a değin çok uzun bir geleneğe sahip olan Klasik Akılcılık karşısında Yapısalcı anlayış, çelişik bir konum oluşturur. Bir yandan klasik akılcılığın kimi eğilimlerini (özellikle akılcı olma niteliğinin Avrupa’ya özgü ölçütünün, ‘evrensel ve zorunlu bir ölçütmüş gibi mutlaklaştırılması’nın yanı sıra, ‘Varlık ile Düşüncenin özdeşliği’ tezini) reddederken, kendisi de başka çelişkiler üretir (Avtonomova)” (Birkiye 1984:89).
“Klasik Akılcılık, Bilincin kendiliğinden açık seçik Varlığına, ‘Düşünen Ben’e dayanır. Varoluşçuluk ise ‘düşünce öncesi düzeyin kendiliğinden kesin Varlığına’. Fransız Yapısalcıları inceleme ve araştırmalarında ‘bilincin yeni deneyimlerini kaydederken’ ve ‘bilinçle uğraşırken’ dile ve kültürün dile benzer göstergesel simgesel aygıtlarına dayandılar. Onlar için can alıcı önem taşıyan sorun, tıpkı Varoluşçuluk ve Fenomenolojide olduğu gibi, öznel olanın nesnelliğini arındırıp ortaya çıkarmaktı, yoksa tersi değil. Husserl’in deyişiyle ‘Çağı sarsıcı’ olacaktı bu. Levi Strauss, ‘Avrupalı çevresiyle bağ kurup kendini kirletmekten korkarken’, ‘İlkel insanın ise bunun tersine kendi kişiliğiyle çevresini kirletmekten korktuğunu’ gösteren Masa Adamları örneğine dayanarak, ‘Öznenin nesnelliğini temize çıkarma görevini’ açıklar (Avtonomova)” (Birkiye 1984:90).
Avtonomova’ya göre ‘toplumsal bir varlık olan dil’, ‘Bilinç’ten daha nesnel bir olguydu. Yapısalcılar da bu yüzden Dilin, akıldışı ve akıl ötesi bağlamların akılcılaştırılmasını olanaklı kılacağını, kendi kültürlerindeki önyargılarla savaşta yardımcı olacağını, benden bene ve kültürden kültüre geçiş sorunlarına güvenilir bir temel sağlayacağını ümit ediyorlardı. Bu nedenle Yapısalcılığın, yöntembilim düzeyindeki hedefi, bir ölçüt olarak Dili kullanıp ‘farklı kültür görüngülerinin nesnel bir imgesini’ elde etmekti. İşte Levi Strauss’un Budunbilim anlayışının birinci hedefi, ‘olguların yapılarının derinliklerindeki yasaları, yasal düzenekleri’ araştırmak, ‘yeni bir akılcılığı ya da Meta-Akılcılığı (Üst-Akılcılığı) arayıp bulmak ve böylece ‘Batı uygarlığı insanının bir süredir yitip gitmiş duygusal ve akılsal birliğini’ yeniden kurmaktı. ‘İnsan ruhunun uyumluluğu ve bütünlüğü ideası’, Levi Strauss’un Budunbilimsel dizgesinin her kavramsal kıpısına işlemişti. İncelediği ilkel kültürlerin yaşamlarının her türlü dışavurumunda, yani ‘evlilik ve akrabalık ilişkilerini düzenleyen dizgelerde; ‘Mitolojilerde (Söylencelerde)’, ‘topluluğun tören ve ayinlerinde’, ‘Totemcilikte’, ‘Maskelerde’ vb., İlkel İnsan ile Uygar Avrupa İnsanı arasında bir bağ kuran, ‘insan tininin evrensel ilişkiler kurucu yönlerini’ arıyordu.
Levi Strauss’un kullandığı yöntemleri, Barthes, ‘çağdaş toplumsal kuruluşların incelenmesinde kullanılacak yöntemlere’ dönüştürmüştü. Barthes şöyle diyordu: ‘İnsan etkinliğinin bütün ürünleri Us aracılığıyla sağlandığına ve Usun yapısı ve biçimleri ister ilkel ister uygar, ister eski ister çağdaş olsun, her insan için temelde aynı olduğuna göre, kültürün her ürünü, Yapısal incelemenin konusudur.’
“Lacan’ın Yapısalcı Ruhbilimi, eleştirinin iki çizgisini birleştirir. Bir yandan ‘ruhbilimsel gerçekliğin kendine özgülüğünü temel ruhbilimsel tepkilere bağlayıp dağıtan geleneksel çağrışımcı görüşü’; öte yandan ‘insan ruhunun tekliğini (biricikliğini) olağanüstü vurgulayan ve onun bilimsel bilgisinin edinilebileceğinden kuşku duyan içebakışçılığı’. Lacan için ‘Dilin, bilinçdışının akılcılaştırılmasının aracı olarak kullanılması’, bir yandan ‘Ruhbilimsel gerçeğin kendine özgü niteliğinin, çağrışımcı Ruhbilimin aksine Biyolojik (Dirimbilimsel) ve fizyolojik olgulara indirgemeden ortaya çıkarılmasını’ sağladığı gibi, diğer yandan da bu gerçeği içebakışçılığın aksine ‘Akılcı bir düzen içine yerleştirir’. Araştırmanın konusu olan ‘bilinçdışı’ ve yöntemi olan ‘dil’, Lacan’ın anlayışında çelişik bir birliktelik oluşturur. Bilinçdışı dildir, dil gibi yapılaşmıştır.
Bilinçdışının böyle dil ile bir tutulması, ‘Freudcu Ruhçözümlemenin sorunları’ ile ‘Saussurecü Dilbilimin sorunları’nın oluşturduğu çizgilerin birleştirilmesi, ilk bakışta anlamsız gibi görünmekle birlikte, yakından incelendiğinde Lacan’ın Dil ve Bilinçdışı yorumu, onları ‘ne karşılıklı ilişki içine sokar’ ve ‘ne de eşitler’. Çünkü Lacan, Bilinçdışını ‘simgesel olan ile özdeşleştirir. Bu demektir ki ilkece onun bilince açık ve ulaşılabilir olduğunu benimser. Dili ise bir gösterge olarak, anlam birleştirici ya da anlamlandırıcı olarak, anlamlanmış birlik olarak görmez. Dil, anlamın yalnızca ‘yapılaşmış bir halkası’ olarak, içerik ile her türlü bağdan yoksundur. Dil ile bilinçdışının buluştuğu yerde, bilinçdışı ‘anlamlı bir ölçüt içinde biyolojik niteliklerinden arınıp kültürleşirken’ dil ise bunun tersine ‘kültürel niteliğinden arındığı gibi, iletişimin görece dengeli birliği olan gösterge parçalandığından, göstergesel niteliğini de yitirir (Avtonomova)’ (Birkiye 1984:92-93).
“Foucault’nun uğraştığı konu için belirttiğimiz ‘Çağı altüst edici yaklaşım’ı bir kez daha yineleyebiliriz: ‘Öznenin nesnesini temize çıkarmak ve tarihsel olayların bireysel, kişisel yapılarını kurmak’. Bu amacını göz önünde tutarak çalışmalarına ‘tarih’ değil, ‘arkeolojik bilgi’ adını verir. Arkeoloji, kültürün tarihsel toprağının o derin katmanlarını, tarihsel oluşumun kesintisiz akışından ayırır. Foucault özellikle Les mots et les choses’da, o büyük eleştirilere yol açan ‘durağan yapılar arama eğilimini’ ortaya koyar. Bir yandan ‘eleştirel bir görev’ yapıp gelenekten uzaklaşırken, öte yandan ‘olumlu bir görev’ yerine getirir ve çağdaşımızın göremeyeceği ya da görmek istemeyeceği bir geçmişte araştırma yapar. Foucault’nun çözümlemelerinin düzeyi, sürekli ve tutarlı bir şekilde değişir. Les mots et les choses ‘Çağdaş Avrupa kültürünün göstergebilimsel tabakalarını’ incelerken, L’ Archeologie du savage ‘bilginin ve kültürün gösterge öncesi yasalarını’ ya da kendi deyişiyle ‘discursive praxis’lerini, bir tasarımdan ötekine zorunlu geçiş yapan praksisleri araştırır. Son yapıtlarında ise ‘güç ile bilgi arasındaki toplumsal ilişki’, ya da başka bir deyişle ‘bilginin ve kültürün koşulu olarak gücün genolojisi (kökenbilimi)’, araştırmasının hedefini oluşturur (Avtonomova)” (Birkiye 1984:94).
Fransız Yapısalcılığı üzerine yöntembilimsel notlar geliştirdiği çalışmasında Avtonomova, Yapısalcılığın çözdüğü toplumsal ve bilgikuramsal sorunların felsefe ve dünya görüşü açısından taşıdığı genel önemin, Avrupa Bilincinin Rönesanstan bu yana kaynaştığı ‘bilim imgesi’ ile ‘insan imgesi’nin yenilenmesinden ileri geldiğini belirtir. Bu sorunların çözümüne ulaşmak için Barthes’ın yaptığı gibi ‘kendinde’, ‘kendi’, ‘öz’ gibi kavramlarda bir gedik bulmak; ya da Foucault’nun yaptığı gibi ‘yerleşik insan imgesini sarsmak’ gereği duyulmuştur. Lacan, ‘kendi’ (self) kavramının üzerine eğilmiş, bilinçdışının dilinin ruhbilimsel çekiciliğini vurgulamış; Levi Strauss ise ‘toplumsal gerçeklik’te yaptığı araştırmalarla, ilkel kabilelerin ‘alışılmadık düşün biçimlerinden’ ve ‘toplumsal örgütlenmelerinin çekiciliğinden’ yararlanarak, çağdaş Batı Avrupasının yaşamında ‘belirleyici bir etmen olamamış gücü ve düşün biçimini’ ortaya çıkarmaya çalışmıştır.
“Yapısalcılar tüm sorunlara, öncelikle ‘insan’ı ve ‘doğruluğunu kanıtlayıcı bilgi’yi ilgilendiren sorunlara, tüm düzlemlerinde ve her bakımdan Dil sorununun ışığında bakarlar. Dil, hem ‘nesne’ rolünde (çünkü toplumsal gereç içinden yalnızca ‘anlam’ın ‘dilbilimsel dizge’lerle benzerlik gösteren kesitler ve düzlemler seçilmektedir.); hem ‘bilginin bir aracı’ rolünde (dilbilimsel yöntemlerin dolaysızca ödünç alınması ya da dilbilimsel gerece benzediği varsayılan ve gerektiği biçimde çözümlenen gerecin dolaylı eğretilemsel kiplerle betimlenmesi biçiminde gerçekleşir bu); hem de belli bir ölçüde ‘bilginin sonucu olarak’ (çünkü inceleme nesnede, nesnenin dil ile olan benzerliğinin, yani dil araçlarınca ele geçirilmiş ve akılcılaştırılmış bölümünün seçilmesine yol açar) gözükür. Dolayısıyla Fransız Yapısalcılarında Dil, aynı zamanda hem ‘gereç’, hem ‘araç’, hem de ‘araştırmanın sonucu’dur (Avtonomova)” (Birkiye 1984:95-96).
Yapısal dilbilimcilerce ‘dil’, bilinçdışına ne kadar benzetilmeye çalışılırsa, kendi özgün ilksel imgesini o kadar çok yitirir. Bilinçdışı, ‘akılla yorumlanması gereken nesne’dir. Yapısalcılar için bunlar öncelikle ‘kültürün göstergesel simgesel dizgeleri’dir. Dilin iletişimsel doğası ise ‘biçimsel’ ve ‘anlamsal’ düzlemlerin bağlılaşımını gerektirir. Değişik kültürel görüngülerde dilbilimsel yanı incelemek, yapısalcı çözümlemenin hem güçlü, hem de zayıf yanını oluşturur. Avtonomova’nın görüşüne göre yapısalcı çözümleme, ‘gösterge’ ve ‘anlam’ arasındaki bağı apaçık ve doğal bir şey sanan gündelik bilincin ürettiği ‘yüzeysel kavram’ı ortadan kaldırdığı sürece üretkendir. Kültürün değişik alanlarında ‘gösterge dizgelerinin işleyişi’ yanında ‘gösterge ile anlam arasındaki bağ’ ya da ‘anlamlandırmayı üretme ve belirlemenin koşulları’ ile ilgilidir. Gösterge ile ‘deneye’ girişilir. Bu deneylere örnek olarak ‘göstergeyi bilinçaltının boyutlarına indirgemek’, ‘gösterileni gösterenden ayırmak’ ve ‘sözcükler ile şeyler arasındaki ön-göstergesel ve söylemsel pratikleri ortaya çıkarmak’ gösterilebilir.
“Dil ile olan bağlantıların kısır döngüsü, Yapısalcı kavrayışların yollarını ‘toplum, kültür ve bilinçten dile doğru’ döşemeleri olgusundan kaynaklanır. Kendi dilbilimsel izdüşümlerini seçmek için araçlar bulmuşlardır. Oysa ‘ters yöndeki yol’, ‘dilden toplum, kültür ve bilince doğru’ olanı, hemen hemen hiç gidilmemiştir. Bu ‘zihinsel işlem’, pratik olarak, yapısalcıların ilgi alanının dışında kalmıştır. Bilinç ile Dili, ‘bilincin öznelliği’ ile ‘dilin nesnelliği’ni karşı karşıya getirmek kendi potansiyel üretkenliğiyle sınırlıdır. Çünkü gerek dil ve gerekse bilinç, toplumsal gerçekliğin birbirinden ayrı kesitleri, bölüntüleridir. Bu yol bizi doğal olarak daha ileriye, diyalektik maddeci kuramcılarca geliştirilen ‘kültürü ve bilinci inceleme yöntemi’ne götürecektir. Bu yöntemde hem dile, hem de bilince, ‘bütünleştirici bir toplumsal dizgenin nesnel nitelikleri ya da işlevleri’ olarak, ‘bu dizgenin işleyişinin ve gelişiminin gerekli öğeleri’ olarak bakılır (Avtonomova)” (Birkiye 1984:98-99).
“Bilincin, dilbilimsel izdüşümü içinde çözümlenmesi, yapısalcıların keşfettiği, bunları incelemenin özel bir yoludur. Ancak bu nesnellik eğilimi, ‘mantıksal yetkinliğe’ ulaştırılamamaktadır. İlkin, bilincin ve kültürün çözümlenmesinde ‘dil ve dil benzeri dizgeler’, öznelliğin karşısında, yapısalcıların olmasını istedikleri denli güvenilir yöntembilimsel silahlar değillerdir. İkincisi, dil dizgelerinin kendileri de yeterince nesnel bir yorumdan geçirilmemiştir. Onları üreten toplumsal etkileşmelerin geniş, tümleşik bağlamı içinde değil de, bir yerde ‘kapalı varlıklar’ olarak incelenmişlerdir. Bu yüzden ‘dilmerkezcilik’ yavaş yavaş ‘insanmerkezciliğin’ yerini alma yolundadır. Bu bakımdan ‘yeni bir bilim imgesi’ ile ‘yeni bir insan imgesi’ oluşturulması yolundaki toplumsal gereksinime verilen yapısalcı yanıt, temel olarak ‘yapısalcılığın elinin altındaki kavramsal araçlarla’ sınırlanmıştır. Bu ‘yeni toplumsal pratik’in tüm yönleriyle felsefi bir yorumu, ‘maddeci diyalektik yönsemeli tüm düşünüşün’ görevidir, özel bir bilimsel disiplinin değil (Avtonomova)” (Birkiye 1984:99-100).
Georg Klaus’a göre Felsefi Yapısalcılık, uluslararası nitelik kazanmış bir düşünce akımı olarak özellikle altmışlı yıllarda belirginleşmiştir ve ‘yaşam felsefesi’ ile ‘olguculuk’a yakındır. İlişki, biçim, süreksizlik, yineleme gibi kavramları mutlaklaştırması onun özgereğidir. Dayandığı bu temel ise onun, diyalektik maddeciliğin tarih anlayışı ile çatışmasına yol açmıştır. Felsefi Yapısalcılığın Yaşam felsefesi, ‘sonsuz yineleme ilkesi’nin yanı sıra, ‘bilgi kuramında görelilik ilkesi’ni, savaşkan bir karşı-tarihselcilikle ve anti-hümanizmle birleştiren Nietzsche’den kaynaklanır. Nietzsche’nin Felsefesi, ‘tarihi ve tarihselliği bilgi konusunun dışında bırakan’, ‘insanın ve öznenin ölümünü ilan eden’, ‘tarihsel toplumsal özne anlayışının yerine her şeyi kapsayan tarih üstü öznelciliği koyan’ çeşitli kültür akımlarının temeli olmuştur. Tarih üstü yaşam anlayışı, tarihin yerini almıştır. Nietzsche’nin insan kavramına karşı yürüttüğü savaş, ‘dünya tarihinin bütünlüğü’ düşüncesini yıkmak ve ‘seçkinci bir üstün insan anlayışını yüceltmek ve genel geçer kılmak’ amacına yönelikti. Demokrasi ve toplumculuk anlayışlarına ters düşüyordu.
“Dilthey’in tin-tarihsel nitelikli tarih anlayışı, gerek tarihi gerek tarih bilgisini, gerekse felsefeyi ‘öznelcileştirip, görelileştirmiş, buna karşılık ‘tarihten bağımsız ruh [tin C.E.] yapılarını’ mutlaklaştırmıştır. Ruh yapısının, ‘akıl ötesi’ ve ‘zaman dışı’ olduğu düşüncesi, daha sonra Freudculukta Genel Ruhbilim Kuramı ve ‘tarihi açıklayıcı ilke’, başka deyişle ‘toplumun ve bilginin yorumlayıcı ilkesi’, kısacası bir ‘felsefi anlayış’ olarak geliştirilmiştir. Freud’un dayandığı temel ‘Olguculuk’a yakın düşerken, felsefi yönelimi ‘Yaşam Felsefesi’nin temel ilkelerine bağlıdır. Yalnızca ‘Altben’ (Es) değil, ‘Akıl ötesi’ ve ‘zaman dışı’ olma özelliğine tanınan öncelik de, Yaşam Felsefesinden kaynaklanmaktadır. Freud’a göre ‘Altben’ kavramıyla birlikte ‘ruh çözümlemenin felsefi özü’ belirlenmiştir. “Ruhsal Aygıtı bir yanda ‘dış dünyaya yönelmiş ve bilinçle donatılmış bir BEN’ ile öte yanda ‘dürtülerin egemenliğindeki BİLİNÇDIŞI BİR ALTBEN’e bölen Ayrılmayı benimsemişsek, Ruhçözümlemeyi [Psikanaliz C.E.], altbenin ve altbenin ben üzerindeki etkilerinin ruhbilimi olarak anlamalıyız” (Freud). Freud’un Bilinçdışı’nın tarihi yoktur ve tarihten hiç etkilenmez, her türlü zamansallığın dışındadır. Altben hem ‘mutlak’tır, hem de ‘zaman dışı’dır. Bilinçdışı ruhsal süreçlerin aslında zamandışı olduğu savı Freudculuğun ‘felsefi özünü’ oluşturur. Bu da ruhsal süreçlerin en başta ‘zamanın art ardalığı ötesinde’ düzenlendikleri, zamanın onlarda herhangi bir değişikliğe yol açmadığı, zaman tasarımının bu süreçlere uygulanmasının olanaksız olduğu anlamına gelir. Bu yaklaşımın olgucu biçimi, Comte ve Spencer’dan kaynaklanmaktadır. Aynı yaklaşımı Comte’da ‘mekanik bir görüş’ olarak buluruz. Spencer’in anti- diyalektikçi yüzeysel evrimciliği’ de buradakine benzer (Klaus)” (Birkiye 1984:131).
Klaus, kendisi tam bir olgucu olmamasına karşın, ‘mantıksal ve dilbilimsel olguculuğun peygamberi’ sayılabilecek Wittgenstein’da ‘mantıksal biçimin mutlaklaştırılmasının’ yer yer Mistik özellikler gösterdiğini belirtir. ‘Mantıksal biçim’ ile ‘dünya’, ‘olgular’ ile ‘dil’ mistik bir boşluk içinde yüzmektedir. Üstelik ‘mantıksal biçim’, usla kavranacak bir nitelikte de değildir. Mantıksal olguculuk için ‘bilgiyi tarihten soyutlamak’, ‘bilimin nesnesini katıksız ilişkilerle belirlenmiş bir Yapı ile özdeşleştirmek’, ‘bilimin içeriğini ise bu Yapı Önermelerine indirgemek’ olağan bir şeydir. Fetişleştirilmiş bir ‘Yapı’ kavramı aracılığıyla ‘madde kategorisi’nin ve ‘maddenin bilinç ile ilişkisi sorunu’nun ortadan kaldırılabileceği yanılsaması Mantıksal Olguculuğun özünde yatmaktadır. Waismann, ‘gerçekliğin nesnelerini betimlemeye’ kalkan, ancak ‘bu gerçeklikle hiçbir bağ kurmadan’ bunu yapmak isteyen Katıksız Yapısalcı Betimlemenin ‘olanaksızlığını’ ve ‘taşıdığı mantıksal çelişkileri’, Dilbilimci Felsefenin İlkeleri isimli çalışmasında göstermiştir. Bertrand Russell da son dönem çalışmalarında Gerçekçi bakış açısına yaklaşmış ve Yeni Olguculuğun, Yapı kavramını fetişleştirerek felsefi olarak bozguna uğradığını kabul etmiştir.
“Yapı, biçim, işlev kavramlarının idealist gözden yorumlanışlarının tarihinde, gerek Olguculuğa ve gerekse Yaşam Felsefesine bağlı Yeni-Kantçılık, özellikle Cassier Okulunun Simgesel Biçimler Felsefesi ve Husserl’in Fenomenolojisi gibi felsefi yönelimler özel bir önem taşır. Cassier’in ‘töz’ kavramının yerine ‘işlev’ kategorisini koyma çabaları bir ‘yapı ve biçim fetişizmini’ de beraberinde getirmiştir. Dili, söylenceyi (mitosu) ve sanatı ‘simgesel biçimler’ sayan Cassier, bunların içeriklerinin oldukları gibi ve hiç bozulmadan ‘anlamlandırma işlevi’ içinde toplandığını söyler. Ona göre ‘biçimler’ ve ‘simgeler’, katışıksız Öznelciliğe giden yolun göstericileridirler. Bununla da kalmayıp, ‘bilince içkin olan’ ile ‘bilincin dışında kalan’ın, ‘bu dünya’ ile ‘öte dünya’nın farkını ortadan kaldırırlar. Dilin, söylenin ve sanatın içeriğini oluşturan etmen, bunların ‘kendilerine içkin bir oluşturma yasasına dayanarak’, kendi içinde tutarlı, özgün, eksiksiz bir anlam dünyası kurmalarında aranmalıdır (Klaus)” (Birkiye 1984:133).
Husserl’in kesin bir bilim olarak felsefeyi kurma çabası, Klaus’a göre ‘Tarihselcilik İlkesinin karşıtı’ olma niteliğini taşır. Hakikat ve Tarihselcilik birbirlerinin alternatifi olarak sunulur ve Ampirizmin ‘her türlü ilişki deneysel somut varlıkla sınırlıdır’ görüşü de eleştirilir. Fenomenoloji, ‘öznelcilikten kurtulma’ savıyla yola çıkmış ve ‘insanın doğal öznelliği’ yerine ‘aşkın öznelciliğe’ yönelmiştir. Fenomenolojik yöntem, felsefi bilginin her türlü deneysel bağını ortadan kaldırır. Betimlemenin görevi ‘aşkın bilinç dünyasının evrensel yapısını’ bulmaktır. Yalın ve katışıksız görüngü (fenomen) ‘saf yapı’ olarak ortaya çıkar ve bilginin yönü ‘başlangıçtaki yapı’ya doğrudur. Bugünkü Felsefi Yapısalcılık üzerindeki Husserl etkisi, en belirgin şekliyle Marleau-Ponty’nin felsefi çalışmalarında da içerilmektedir. Husserl’i temel alan bugünkü felsefi yapısalcılık, Husserl’i eleştirirken, onun tutarsızlığının ruhbilimci temellere dayanan genetik açıklamalardan tümüyle ‘kopamamış’ olmasını vurgulamaktadır.
Klaus, felsefi yapısalcılık akımının düşüncelerinin, Heidegger’in çalışmalarında da yoğun olarak görüldüğünü belirtir. Heidegger, Nietzsche ve Dilthey’in temel düşüncelerini, Kierkegaard’ın ‘kaygı’ felsefesi ve Husserl’in fenomenolojisi ile birleştirmiştir. Heidegger’in ‘varlık’ felsefesi bir ‘dil’ felsefesidir de. Onun felsefesinde Varlık, ‘dilin dünyasına’ yerleşmiştir. Dil, varlık felsefesinin temel konusu olmuştur. Varlığın unutulmuş tarihi adına, sıradan Tarih anlayışına karşıdır. Bir kerelik doğuş mutlaklaştırılmış ve gelişme ilkesinden kuşku duyulmaya başlamıştır. Heidegger, Nietzsche’nin felsefesine benzer bir şekilde ‘Hümanizm karşıtı düşünceler’ geliştirmiştir. Bu nedenle, felsefi yapısalcılığın tersine bir tutumla, Budunbilimi ya da Yapısal Dilbilimi ‘temel’ almadan, “doğrudan Heidegger’e dayalı bir Yapı Varlıkbilimi oluşturulabilir (Reubach ‘Struktur-ontologie’)” (Birkiye 1984:134-135).