Okuma süresi: 50.13 mintues

Kriz siyasette değil,
totaliter ya da demokratik hükümetlerde değil,
bilim adamları ya da kurulu saygın dinler arasında değil.
Kriz bizim bilincimizde,
zihnimizde, kalbimizde,
davranışlarımızda, ilişkilerimizde.
J. Krishnamurti

Batı kültürünün günümüzdeki sorunu, insani özniteliklerden, değerlerden, erdem yaşantılarından uzaklaşmış olması ve çok değerli olan insan yaşamını anlamsız kılmasıdır. Bu anlamsızlık çeşitli bireysel ve toplumsal sorunlara yol açmıştır ve açmaktadır. Batı kültüründe günümüzde egemen olan söylem biçimi, bu anlamsızlığın yansımaları olan şizofreniyi ve korku içinde yaşamayı neredeyse alkışlamaktadır. Bunlar çağdaş kültürün öznitelikleri gibi gösterilmektedir. Özellikle kendileri de bu sorunları yaşamakta olan yazarlar tarafından yaşamın tek modeli olarak sunulmaktadır. Oysa ki sorun, yaşamın yalın haliyle yaşanmasıdır. Her insan biricik bir varoluşa sahiptir. Bu biricikliği onun doğuştan var olan öz nitelikleri ile diğer insanlardan farklı oluşudur. Ama öte yandan kuantum alanı bakışıyla her şey aynıdır. Bu yüzden olgular asla tek yanlı bir bakışla kavranamaz. Diyalektiğin özelliği karşıt iki şeyden birini seçmek değil, bir terazi gibi karşıtların dengesiyle bakmaktır. Kavramsal bilinçlenme benimsenip sezgi ve keşf olanakları yadsındığında insan kısırlaşır. Sürecin kavramsal bilinci ve psişik değerlerin sezgisi birlikte işlediğinde bütünsel bir bakış elde edilebilir. Bu yüzden ne felsefe öne çıkarılıp mistik yaşantılar yadsınmak, ne de mistik yaşantılar benimsenip felsefe dışlanmalıdır. İki binli yıllarda benimsememiz gereken hoşgörü, barış, şiddet karşıtı olma, doğal yaşamı koruma, saygı, sevgi gibi değerler ancak böyle bir bütünsel bakışla edimsellik alanında gerçekleşebilir.

Hegel, oluşturduğu dizge içinde kendisinden önceki bütün bir felsefe tarihini içerdiği için, tarihin en büyük filozofu kabul edilir. Zihinlerinde bütünsel bir felsefe kavramı oluşmamasına rağmen sayfalar dolusu felsefe tarihi metinleri yazmış kişilerle ilgili düşüncelerini şöyle özetler Hegel:

“Her ne kadar birçok felsefe bilimi anlayışı varsa da, sadece felsefe nosyonudur [kavramıdır C.E.] ki, bu nosyon doğrultusunda çalışmış olan filozofların yapıtlarını anlama olanağını sağlayabilir. Zira düşünceler ve hele spekülatif düşünceler söz konusu olduğunda, terimlerin sadece gramer anlamını kavrayıp, bunları tasarım alanına kadar derlemekten çok daha başka bir anlama gelir anlamak. Dolayısıyla da insan, filozofların olumlamalarını, önermelerini ya da başka bir deyiş gerekiyorsa, fikirlerini bilebilir ve bu fikirlerin nedenleri ve açıklamalarıyla pek çok ilgilenmiş, uğraşmış ve bütün bu çabalara rağmen en temel noktayı, yani önermelerin ruhunu kavramamış olabilir. İşte bunun içindir ki elimizde bol ciltli ve pek bilgiççe yazılmış birçok felsefe tarihi bulunmaktadır; ama bunlarda asıl uğraştıkları konunun bilgisi eksiktir. Bu tarih yazarlarını, bir müzik parçasının bütün seslerini işitip de, bir tek şeyi, o seslerin arasındaki uyumu kavrayamamış olan hayvanlara benzetebiliriz.”1

Hegel’in bu satırlarda eksikliğinden söz ettiği parçalar arası bütünsel uyum, Bergson’un sezgisel felsefi yazılarında işlediği duree kavramına benzer. Bergson’a göre bir müzik parçası kendi içinde akışkan bir bütünlük taşır, fakat her dinleyenin kafasında bu bütünlük oluşmaz. Müzik parçasının bütünlüğü, dinleyen kişinin zihninde edimsel olarak gerçekleştiğindeyse, o kişi farklı bir zaman boyutuna geçer. Bu zamanda yaşanan anlar, akışkan bir bütünlükle birbirleriyle bağıntılıdır. Goethe’nin “Parçalar yan yana olsa da/Ne yazık ki eksiktir tinsel bağ” sözü de aynı olguya işaret eder. Bu bütünsel görüş ya da görü, Doğu bilgeliğinde hikmetgörüsü (prajna, intuition), tevhid gözü gibi kavramlarla işlenmiştir.

Philosophia göstergesinin tarihsel oluşum sürecinde, göstereni ile gösterileninin ilişkisinin ayrılmazlığını şöyle vurguluyordu Hegel:

“Tıpkı Atina’da Eleusis gizemlerini saklayıp korumakla görevli Eumapidler ailesi ve daha üstün bir dini korumakla görevli Samthsate’lıkları gibi ve gene tıpkı bir vakitler evrenin zihni [tini C.E.] yeni bir ruh halinde yükselmek için en yüce bilinci korumak üzere Yahudi ulusunu seçti idiyse, biz de doğadan, kutsal ateşin koruyucuları olmak olan yüce görevi aldık.”2

İnsanlığın düşünce tarihi içerisinde ürettiği göstergeler dizisi ya da Hegel’in deyişiyle “İnsanlık tarihinin bilimsel bir dizgesi”, Hegel sonrası dönemde bütünsel tutarlılığından koparılarak parçalarına ayrılmıştır. Artık hiçbir felsefi kavram sabit bir tanım ve dizge içindeki diğer kavramlarla zorunlu bağıntılar yoluyla var olmamaktadır. Tanımlamanın yerini betimleme almıştır, felsefenin yerini de edebiyat.

İlkçağ felsefesinde etik kavramı insan özgürlüğünün yasalarının bilimi olarak tanımlanıyordu. Günümüzde ise etik kavramıyla birlikte insanın özüne ait birçok değerin felsefe kapsamının dışında bırakıldığı bir dönem yaşamaktayız. Bu sürecin topluma ya da somut insanların gündelik yaşamlarına etkisi ise anlamsızlık, şehvet ve şiddet düşkünlüğü, saygının ve özsaygının yitirilişi, şizofrenik kopma ve aydınlanma düşmanlığı şeklinde olmuştur.

Türkiye’de Kimlik Krizi, Batılılaşma ve
Şizofrenik Kopma

Böyle bir evrensel kalitenin
kendi kültür geleneğinin
iradesi ve duyarlılığından koparak
Batı sanat akımlarının hegemonyasına
teslim olmuş bir akademizmin
sahte avangard şablonlarıyla
ifade edilemeyeceği de
akıldan çıkarılmamalıdır.
Sezer Tansuğ

1994 yılının Nisan ayında İstanbul’da “Fenomenolojik Sorun Olarak Avrupa’nın Dönüşümü” konulu bir Uluslararası Felsefe Kolokyumu gerçekleştirilmişti. “Avrupa Kültürünün Krizi ve Dönüşüm Kavramı”, “Akılcılık ve Kültürün Evrenselliği”, “Ulusçu Akımlar ve Kültür Tipleri”, “Avrupa Kültür Kimliği”, “Felsefe Cumhuriyeti Yurttaşlığı” (Ömer Naci Soykan), “İki Avrupa” (Ionna Kuçuradi), “Avrupa Krizinin Barbarlığa Varması” (Michel Henry’nin yorumuyla Ahmet Soysal), “Dönüşüm felsefeden değil, felsefe olmayandan gelecektir” (Marc Richir) vb. gibi sorunlar, sunulan ve tartışılan konulardı.

Otto Pöggeler, 1953-55 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünde dersler vermiş olan Alman filozof Joachim Ritter’in, Türkiye ile ilgili araştırmalarını belirttiği ‘Avrupalı’nın Sorunu Olarak Avrupalılaşma’ adlı yazısına dayanan ve aynı başlığı taşıyan bir konuşma yaptı. Pöggeler, Ritter’i, evrensel tarih anlayışını savunan Rozenweig ile aynı görüşte olduğunu iddia ederek eleştirdi.3

Bedia Akarsu ise Rozenweig’in aslında bir dünya egemenliği olan yeni bir tarihsel dünya düzeni kavramından yola çıktığını, Ritter’in ise tüm toplumsal ve devletsel düzenlerin insan olarak insana dayandırılması görüşünde olduğunu ve bu iki görüş arasında bir bağlantı olmadığını belirtti:

“Bir devletin ya da bir devletler topluluğunun dünya egemenliği kurması başka şeydir; bütün devletlerin eşit haklarla evrensel bir dünya içinde yer alması ve yine çeşitli kültürlerin evrensel bir kültür içinde yer alarak ona katkıda bulunması başka şey.”4

Akarsu, Ritter’in yukarıda adı geçen yazısında Ernst Jünger’in Doğu-Batı karşıtlığı üzerine olan görüşünü eleştirdiğini belirtir. Jünger, özgürlüğün Batı olduğunu, baskının ise Öteki ya da Asya olduğunu söylemektedir. Bu sözlerin arkasında ise şu düşünce gizlidir:

“Batının özü Avrupa ‘dır, onun Batılı kökeninin bütünü esastır; öte yandan Doğu da Batı ülkelerine karşı Asya, Asya kökeninin bütünlüğü içinde, yenilenmiş tarihsel bir güç haline gelmektedir.”5

Akarsu, Jünger’in görüşünün, Ritter’e göre, Asya ile ilgili olarak Avrupa’ya düşen tarihsel role karşı körlük yarattığını belirtir.

Ritter’in Avrupa ya da Avrupalılaşma’nın anlamını sorguladığını, “Avrupalılaşma’nın özü nedir?” diye sorduğunu vurgular Akarsu ve Ritter gibi Türk Devrimini örnek alarak bunu yanıtlamaya girişir:

“16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal eden İtilaf kuvvetlerinin, Kemalist harekete katılmamaları için Türk halkına telle yaptıkları bir bildiri üzerine Atatürk’ün Batılı ülkelere gönderdiği protesto yazısındaki şu sözleri dikkat çekicidir: ‘Osmanlı ulusunun siyasi egemenliğine ve özgürlüğüne indirilen bu son yumruk, yirminci yüzyıl uygarlık ve insanlığının kutsal saydığı bütün ilkelere; özgürlük, yurt ve ulus duygusu gibi bugünkü insan topluluklarının temeli olan bütün ilkelere ve bu ilkeleri ortaya koyan insanlığın genel vicdanına indirilmiş demektir. (…) İlgili ulusların şeref ve onurlarıyla da bağdaşmayan bu davranış üzerinde yargıya varmayı, resmi Avrupa’nın değil, bilim, kültür ve uygarlık Avrupası’nın vicdanına bırakmakla yetinir ve bu olaydan doğacak tarihsel sorumluluğa son olarak bir daha dünyanın dikkatini çekeriz.’ ”6

Atatürk’ün bu sözlerinin muhatabının vicdanı olmayan Avrupa olduğu apaçık. İsmail Emre yıllar önce şöyle demişti:

“Vicdanı olmayan bir insanın öğreneceği bütün bilgiler, beşeriyet için zehir olur!..”

Akarsu, bu mektubunda Atatürk’ün resmi Avrupa ile bilim, kültür ve uygarlık Avrupasını birbirinden ayırdığını, Batı karşısındaki tutumunun belirginleştiğini, onun karşı olduğunun uygar Batı değil, emperyalist Batı olduğunu söyler.

“Emperyalist Batı ile savaşmış ama Batı uygarlığını benimsemiştir. Benimsediği de hiç kuşkusuz uygarlığın ve kültürün temeli olan ulusal ve evrensel özgürlük ve bağımsızlıktır, laikliktir. Bu anlayışla Atatürk, Renaissance’da başlayıp 18. yüzyılda doruğuna erişen Aydınlanma’yı Türkiye’ye getirdi: Her türlü otoriteden[yetkeden C.E] bağımsız bilimsel düşünüşün egemenliği ve bununla bağlı olarak laik düzen ve Aydınlanma Felsefesinin temel ilkeleri olan özgürlük, eşitlik, insan onuru, insana saygı, insan hakları, vb… Daha 1920’lerde içinde bütün ulusların eşit haklarla yer aldığı yeni bir dünya düzeninin zorunluluğundan söz ediyor ve yeni bir çağın başladığını söylüyordu.”7

Medar Atıcı, kültürel kimliğin tıpkı benlik ya da tek tek kişilerin kimliği gibi, ancak kendi dışında var olanla, kendinden başka ya da farklı olanla karşı karşıya geldiğinde ortaya çıkan bir bütünlük olduğunu belirtir:

“…Türkiye’nin kültürel kimliği söz konusu olduğunda; bu kimliği saptayabilmek ve bilinçli olarak yaşayabilmek kaygısı, bizi, ister istemez, yakın geçmişine dek Türkiye için pek çok bakımdan bir karşıt kültürü oluşturan Batı kültürünü araştırmaya yöneltirken, bir yandan da Türkiye’deki insanların geçmişlerinde yer alan birikimlerine, geleneklerine, ortaya koyduklarına dikkat çekip bu insanların oluşturduğu toplumun tarihini araştırmaya yöneltmektedir. (…) Ne olduğunun, kim olduğunun bilincine sallantısızca varabilmek, gerek tek tek kişilerin kendi benliklerini oluşturmasında, gerekse toplumların kültürel kimliklerini gerçekleştirmelerinde belirleyici olan yönlerden biridir. (…) Nermi Uygur’un dile getirdiği gibi”(…) çağdaş eğitimin en üst amacı, tek tek insanları: ‘Kültürce yerim neresi?’ türünden bilinçlenmeye götürmek; bu etkenliğinde insanları, bilgili, duyarlı, araştırıcı ve yaratıcı kılmaktır.” (…) Türkiye, ilişki içinde bulunduğu kültürlerin farklılıklarına tek yanlı bakış açıları içinde, kalıplaşmış yargılar doğrultusunda değil de, anlamak, bilmek, kavramak için yöneldiğinde, kendi kültürel değerlerini sağlamca yeniden yaratacaktır.”8

Kimlik Krizi ve Tarih Bilinci

Hilmi Yavuz, “İslamoğlu ve Kimlik” başlıklı yazısında Kemalizmin, Batılılığı (ya da Aydınlanma söylemini) temellük ediş [alımlama C.E.] tarzını ortaya koyan bir örnek olduğunu belirtir:

“Kendini, ‘öteki’ diye tanımladığı geçmişinden koparmak (kendi geçmişini ‘öteki’ saymanın, kimlik sorununda nasıl bir şizokopma’yı imlediği apaçık görülmüyor mu burada?) ve gerçek ötekini (yani Batı’yı) ‘kendi kimliği’ olarak temellük etmek!..”9

“Batı, değişme ve gelişmeye dayalı dünya tarihinin ayrıcalıklı bir bölgesi olarak görülürken; Doğu, bu ayrıcalıklardan yoksun, değişmeyen, gelişmeyen ve böylece tarihsiz bir bölge olarak görüldü. Bu kavramsal çerçeve, Batı’nın kendi benliğini tanıması için gereken diğeri’ni yani Doğu’yu kendisinin karşıtı, ya da Doğu’nun tarihini Batı’nın olumsuzu olarak tanımlayarak, kendi gelişmesinin karşıtı, değişmeyen bir ardalanı olarak görmekteydi.”10

Hilmi Yavuz, 1970’lerin başında Felsefe ve Ulusal Kültür’de yayımlanan bir yazısında, resmi Cumhuriyet ideolojisinin temellerini ortaya koyarken, Batıcılıktan, Batılı olmaktan, Osmanlı dünya görüşünün karşıtının anlaşıldığını belirttiğini vurgular. İslamoğlu’nun, “Batı egemenliğinin Doğu üzerinde yerleşmesinin özünde, Doğu tarihinin, Batı hegamonyasının dilinde yazılmasının yattığını” söylemekte haklı olduğunu belirtir. “Piegot ve Kimlik” başlıklı bir yazısında da, kimlik sorununu ortaya koyan kuramsal açıklamaların tümünün negatif söylemden yola çıktığını; kimlik sorununun hep bizde nelerin olmadığı ile belirlenmeye çalışıldığını söyler:

“Örneğin bizde sivil toplum yok deniyor, felsefe yok deniyor, roman geleneği yok deniyor. Türk Kimliği, bu negatif söylemin içinden belirlenmek isteniyor. Batılı kuramsal referans çerçevelerine sivil toplum, felsefe geleneği, bilimsel düşünce geleneği vb. başvurmadan, kısaca bir negatif söylem oluşturmadan bir kimlik temellendirmesi nasıl yapılabilir? Soru bu!..”11

Türkiye’deki kimlik krizi ve tarih bilinci üzerine Metin Bobaroğlu da şunları söylemektedir:

“Tarihte kültür akımlarının en yoğun biçimde karşılaştığı ortam Anadolu’dur. Ancak, Anadolu’nun taşıdığı bu büyük kültür yüküne, başka hiçbir topluma nasip olmayacak bu mirasa, üstünde yaşayan insanlar yabancılaşmıştır. Çeşitli nedenlerden dolayı (inanç, eğitim, yönlendirme, yanıltma vb.) bu kültür mirasına sahip çıkıp özümseyeceğine, insanımız onu yadsıma gayreti içindedir. Böylece, Anadolu insanı olma bilinci yerine, göçebe, başka bir yere ait olma, konuk olma sanısıyla tedirgin bir toplum kimliği ortaya çıkmaktadır. Anadolu insanı, yaratılan uygarlıkta payı olmayan, işgalci ve barbar diye nitelendirilerek geldiği yere dönmesi beklenen soyut bir insan konumuna düşürülmüştür. Bütün bunların nedeni ise yanlış tarih anlayışıdır kanısındayım. Bu sorunu çözebilmek için tarih bilincini yeniden kurmak, var olan tarihsel gerçekliği bilince taşımak ve özümsemek yoluyla önce Anadolu insanı ve sonra Evrensel insan olma kimliği elde etmeliyiz.”12

Batının Krizi ya da Batı Kimdir?

Onların her şeyini tahrip ettik
felsefeleri, dinleri mahvoldu.
Artık hiçbir şeye inanmıyorlar.
Derin bir boşluğa düştüler.
Anarşi veya intihar için olgun bir hale geldiler.
Louis Massignon

Edward Said, Oryantalizmin (Şarkiyatçılık), Batı tarafından Doğu’ya onu kendi içinde eritmek ve aradaki farklılıkları ortadan kaldırmak için kabul ettirilmeye çalışılan bir öğreti olduğunu söyler. Kapitalizm de Marksizm de birer Batı söylemidir. Marks ile ilgili olarak şunları belirtir Said:

“Marks’ın ekonomik analizleri, oryantalist görüşlerle tam bir beraberlik taşımaktadır.”13

Marks’ın ağzından şu sözleri aktarır:

“İngiltere’nin Hindistan’da yerine getirilecek iki görevi vardır. Biri yıkıcı, diğeri yapıcı (…) Yaşlı Asya toplumunu ortadan kaldırmak ve onun yerine Avrupa toplumunun temel kurallarını getirmek.”14

Doğu insanını kendi arzularına göre yeniden oluşturmak isteyen Batı insanı için Colin Wilson şunları söylemektedir:

“Doğulu insan gözleri sağlam olana, Batılı ise köre benzer. Batılının anlam-algı yetisi o kadar sınırlıdır ki, şeylerin anlamlarını kavramak için zihnine ve simgeciliğe dayanmak zorundadır.”15

Batı insanının tapındığı bilim felsefecileri aslında gerçek bilim kavramını çürütmektedirler. Bu bilim anlayışı yalnızca özdeşlik ilkesine dayanan, süreci olumsuzlayan, benzetmeye dayanan bir bilinç biçimidir.

“Görgücü [pozitivist C.E.], paradoksal aptallık, bir kural olarak, gerçekliğin yadsınışını gerçeklik olarak görür. (…) modem akademizmin çürüttüğü zavallı kafaların, bilimin kavram ve değerine saltık olarak yabancı bir bilinç biçiminin, tam olarak bilim düşmanı, gerçeklik düşmanı Popper gibi, Kuhn gibi, Hume gibi irrasyonalistlerde kardeş bir ruh bulmalarına hayret etmemek gerekir.”16

Batı insanı, Hakikat arayışına yabancılaştırılmıştır, çünkü insanın ne olduğu, edimlerinin nasıl olması gerektiği, evrenin nesnel varoluşunun nasıl bir bütünsel dizgenin parçası olduğu artık soru olmaktan çıkartılmıştır.

“… görgül bilimler alanının felsefeden ayrılması, insanın felsefeden ayrılmasının yanında önemsiz kalır. Akademizmin dışında ve ötesinde, modern görgücülüğün (pozitivizmin ve nihilizmin) başarmaya çalıştığı şey, insanı gerçeklik [Hakikat C.E.] için duyulan kaygıya yabancılaştırmak, ona kendi varoluşunu her şeyi geçerli sayan, gerçeğin ve yanlışın ötesinde, iyinin ve kötünün ötesinde, genel olarak değerin ötesinde, her şeyi bireysel özence göreli kılan bir içgüdü dünyasına uyarlamak zorunda olduğunu öğretmektir.”17

Batı insanı uzun bir süredir insanlığını ve duyarlılığını yitirmiştir. Medyanın da etkisiyle ötekilere uygulanacak edimler önceden özel hazırlanmış yanlı haberlerle meşrulaştırılmaktadır.

“… modern uygarlık dediğimiz barbarlığa ilgisiz kalabilmek için kendini, bilincini, usunu uyuşturmaktan, insan duyarlığını duyarsızlaştırmaktan, salt bir insan olmanın sonsuz değerini unutmaktan başka bir yol var mıdır? Analitik felsefe denilen kuşkucu irrasyonalizm, modern Batı ekininin [kültürünün C.E] en sinsi ideolojisidir. Çoktandır dünya ekinini teslim alan Protestan tinin töresiz, tüzesiz, açgözlü, anamalcı özünün gereksindiği irrasyonalizmin beslenmesinden başka bir tarihsel işlevi yoktur. Gerçeklikten, insan değerlerinden soyutlanmış bir insanlıktan başka hangi insanlık, modern usdışı varoluş (ya da yokoluş) biçimlerine duyarsız kalabilir, dayanabilir, katlanabilir?”18

Batı insanı kendi tarihindeki sömürgeciliği, köleciliği, saldırganlığı ve yok ediciliği görmemek için kuşkucu olmayı seçer ve Doğu’ya da kuşkucu olmasını öğütler:

“Bu uygarlığın yüzyıllar boyu sürdürülen sömürgeciliği, köleciliği, saldırganlığı, yok ediciliği için usu bastırılmış, sağduyusu bozulmuş bir bilinçten daha elverişli bir destek olabilir mi? Bu bilinç biçimi kuşkucudur; olgunun gerçek mi yoksa görüngü mü olduğunu ayırt edemez. Dünya savaşları karşısında kuşkucudur. (…) Bu bilinç biçimi gerçekten de evrensel insanlık değerlerinin ötesindedir. İyinin ve kötünün ötesindedir. Ya da GÖRECİDİR. Ulusalcıdır. Kabilecidir. Etniktir.”19

Batı Felsefesinin Eleştirisi

Hıristiyanlık
aşkınsal ve sonsuz olanı
sonlu imgelerle
görgül bir düzleme indirgemekte…
Aziz Yardımlı

Antik Mısır’daki Hermes kültürü (Sokrates öncesi), inisiyasyonla kazanılan değerlerden oluşan bir Philosophia, yaşayan bir göstergeydi. Haricilere kapalı olan bu. öğreti, sonradan çeşitli nedenlerle dışarı açıldı ve iki ayrı koldan Avrupa kültür tarihini etkiledi: Antik Yunan ve Antik Anadolu felsefeleri ile Sami geleneği. Bu iki kol İskenderiye’de, Endülüs’te ve Anadolu’da birleşik kültürler de oluşturmuştur.

William Barrett, Batı Geleneği kavramını şöyle tanımlar:

“Batı geleneği diye adlandırdığımız şey iki büyük etki altında gelişmiştir: Musevi ve Yunan… Bu iki etki de özünde ikicidir (dualist); yani gerçeği ikiye bölerler ve birinin karşısına ötekini koyarlar. (…) Yunanlılar gerçeği, zihnin çalışma işlevleriyle ilgili bir çizgi çizerek bölerler. Tek başına Batı felsefesini kurmuş olan Platon, gerçeği akıl dünyası ile duygu dünyası arasında bölüştürdü. (Whitehead “Batı felsefesindeki iki bin beş yüz yıllık gelişmeler, Platon felsefesine eklenmiş bir sıra dipnottan başka bir şey değildir” diyor!) (…) Platon ve Aristo akla vurmayı (reason) [akıl yürütme C.E.], zihnin en değerli, en üstün işlevi olarak değerlendirmekle kalmadılar, onu bütün kişisel kimliğimizin merkezi durumuna getirdiler.”20

Doğu insanı ise ikiliğe düşmeyen, birleştirici, bütünsel ve sezgisel bir kültür geleneğine sahiptir.

“Doğulular (…) sezgiyi, akla vurmadan üstün tuttuklarından, birbirleriyle çelişen akılcı tutumla akılcı olmayan tutum, akılla duygu, ahlaklılıkla doğallık arasında kişiliğimizin merkezini sezgiyle buldular. Biz Batılılara bu ikicilik, kalıtım yoluyla gelmiş ve bizim bir parçamız olmuş. Museviler- den (…) durmadan kusur bulan bir vicdanı; Yunanlılardan son derece bölücü, akılcı bir zihni kalıt olarak almış bulunuyoruz. (…) Bundan yüz elli yıl önce filozof Kant, akla vurmanın aşılmaz sınırları olduğunu göstermeye çalıştı ama Batılı insanın zihni tam anlamıyla olgucu (pozitivist) olduğundan, böyle bir çıkarımı ancak bilimin de onaylaması durumunda ciddiye alabilirdi. (…) Heisenberg fizikte, Godel matematikte insanın akla vurma yetisinin aşılmaz sınırlarını gösterdiler… Böylelikle Batı’nın düşünce tarihinde bir dönüm noktasına gelinmiş oluyor. Bundan sonra atılacak adım, temelinde çelişkiler yatan akla vurmanın yapısını tanımak olacak,”21

Batı kültür tarihinde bazı düşünürler bu geleneğin dışına çıkmışlardır. Erich Fromm, bu düşünürleri şöyle özetler:

“Batı geleneğinde istisna oluşturan bazı filozoflarda deneyimsel bilgi bulunmaktadır: Spinoza’nın bilginin en yüce biçimi olan sezgisinde; Fichte’nin anlıksal sezgisinde; Bergson’un yaratıcı bilincinde. Bütün bu sezgi kategorilerinde özne-nesne ayrılığına dayalı bilgi aşılmış oluyor. (…) Bu tür deneyimsel bilginin önemi şu olguda yatmaktadır: Bu deneyimsel bilgi ile özne-anlığın (subject-intellect) kendisini bir nesne olarak gözlemesine dayalı bilgi ve farkındalık (awareness) biçimi aşılır ve böylece Batı’nın, bilme edimini ussal (rationalistic) kavrayışı da aşılmış olur.”22

Heidegger’in bir Alman arkadaşının Barrett’a söylediğine göre, bir gün Heidegger’i görmeye gittiğinde onu D. T. Suzuki’nin kitaplarından birini okurken bulmuş.

“Heidegger, “Eğer bu adamın söylediklerini doğru olarak anlayabiliyorsam, onun yazdıkları benim de bütün kitaplarımda anlatmaya çalıştığım şeyler” demiş. Kuşkusuz Heidegger’in felsefesi havası, yapısı ve kaynakları bakımından Batılıdır.”23

Heidegger’in felsefesini şöyle özetliyor Barrett:

“Batı felsefesi büyük bir yanılgı içindedir. Zihnin, akıl ve duygu diye ikiye bölünmesi, insanı Varlık’tan da, kendi varlığından da ayrı düşürmüştür. Bu yanılgı, gerçeği akılla aynı yerde aramaktan (Platon) başlar. Böylelikle doğal dünya, zihnin karşısına konmuş nesneler alanı oluyorBunun sonucunda da nesneler, bilimsel ya da uygulama yollu tartıp [ölçüp C.E.] biçmelerle yararlı yolda kullanılıyor. Yirmi beş yüz yıllık Batı fizikötesi (metafiziği), Platon’un akılcılığından Nietzsche’nin güçlülük istencine doğru yol almıştır. Bu arada da insan, gerçekten dünyanın teknolojik efendisi olmayı başarmıştır. Ama doğanın zorla ele geçirilmesi, insanı, Varlığa da, kendi varlığına da yabancılaştırmış, giderek tırmanan, giderek çileden çıkan bir güçlülük istencinin egemenliği altına sokmuştur. Böl ve yen, Batılı insanın Varlığa karşı yürüttüğü tutum, bu ilkeyle açıklanabilir. Ama bu öğüt kuşkusuz bilgeliğe değil, güçlülüğe yardımcı oluyor. Heidegger, artık bu geleneğin dönemini tamamladığını söylüyor. Bunları söylerken adımını bu gelenekten dışarı atmış olduğunu anlıyorsunuz! Acaba adımını nereye atmış? Doğu geleneğine mi yönelmiş? Bu konuda söyleyebileceğim şey ancak Zen’e çok yaklaşmış olduğudur.”24

D. T. Suzuki, Batı insanı ile Doğu insanının zihniyet farklarını şöyle özetliyor: Batı insanı

“… çözümlemeci, bölücü, ayırıcı, nedenci, birey olmayan, düşünceci, nesnel, bilimsel, genelleştirici, kavramlaştırıcı, plancı, kişiliksiz, kanuncu, sistemli, güç-kullanıcı, kendini ileri sürücü, iradesini başkalarına kabul ettirmeye her an hazır olan vb.”dir.25

Doğu insanı ise:

bireşimci, bütünleştirici, tam, bölmeyen, sonuççu, sistemsiz, inanlı, sezgisel (daha iyisi şefkatli), dolaştırmayan, öznel, tinsel bireyci, toplumsal grup insanı vb.”dir.26

Suzuki, Zen kültüründe, “kişinin en yüksek kendiliğinin (Self, Zat), tam bir farkmdalıkla, öğretmenin Öğreti (Dharma) üzerine konuşmasını dinlerken, bir tekbaşınalık (aloneness) ve aydınlanma içinde açığa çıktığını ve bunun Bir (The One) olduğunu” söyler.27 Bu ise bir tür Sohbet Aydınlanması olarak, Batının Aydınlanma kavramından farklıdır. Öğreti üzerine yapılan sohbet sırasında bütün sınırlar aşılır, kolektif bilinçdışının da ötesine geçilir ve Budizm’de ‘Ayna Bilgi’ (adarsanajnana) denen düzeye erişilir.28

“Bilinçdışının (unconscious) karanlığı kırılır ve kişi her şeyi ışıkla parlayan bir aynada yüzünü seyreder gibi görür.”29

“ ‘Jnana’ kelimesi genellikle bilgi olarak çevrilir, fakat görü (intuition) daha uygun bir çeviri olabilir. Bu kelime bazen aşkın bilgelik (transcendental wisdom) olarak çevrilir, özellikle ‘pra’ ekini alıp ‘prajna’ olarak kullanıldığında. Aslında, bir görü sahibi olduğumuzda, nesne halen önümüzdedir ve biz onu duyumlarız ya da algılarız, ya da görürüz. Burada bir özne-nesne ikiliği vardır. Oysa ki prajna’da (aşkın bilgelik, hikmet) ise ikilik yoktur. Prajna, sınırlı nesnelerle ilgilenmez, şeylerin bütünlükleriyle, kendisinin bilincine varmakla vb. ilgilenir. Bu bütünlük ise sınırlı değildir. Sınırsız bir bütünlük, sıradan insan kavrayışının ötesindedir. Bilgelik-görüsü (prajna-intuition) sonlunun bütünsel görüşüdür, sonlu nesneler ve olaylarla sınırlı olan günlük deneyimlerimizde hiçbir zaman yer almaz. Bilgelik ancak duyum (sense) ve anlık (intellect)’ın sonlu nesneleri, sonsuz kendileriyle özdeşleştiklerinde ortaya çıkar.”30

Suzuki’nin bilgelik-görüsü kavramı, İsmail Emre’nin Tevhid-gözü kavramıyla karşılaştırabilir. Şöyle diyordu İsmail Emre: “Tevhid gözü açılmamışsa eğer/her şeyi parça parça görür/gördüğü her parça başına bela olur.” Suzuki’nin sonlu nesnelerin sonsuz kendileriyle özdeşleşmesi anlatımı ise Spinoza’nın ebedilik görünümü altında kavramıyla karşılaştırılabilir.

Doğu’daki aydınlanma anlayışının Batı’daki aydınlanma anlayışından farklı olduğunu belirtmiştik. Şimdi Batı aydınlanmasının üzerine ışık tutalım. Hilmi Yavuz, Diderot ve D’Alembert’in Ansiklopedilerinin, Aydınlanma (ya da Aydınlıklar) Çağının, 18. yüzyıl Batı düşüncesine başat olan geleneğin simgesi olduğunu belirttikten sonra şunları söyler:

Aydınlanma, her şeyden önce aklın ve bilimin egemenliğini kurmayı öngörüyordu. Kant (…) şöyle demiyor muydu-, “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmayış durumundan kurtulup, aklını kendinin kullanmaya başlaması. İnsanın kendi yaşamını akıl ile aydınlatması, akıl söyleminin egemen kılınması.” Aydınlanma, başta din olmak üzere, bir aşkınlığı içeren her şeyi yıkıyor, insanı akla indirgiyordu. Kısaca, aşkın olan her şeyi önyargı ya da boş inanç sayıyordu Aydınlanma. Aydınlanmanın dünya görüşü Rasyonalizm [Usçuluk C.E.], dünyayı kavrayışı ise Pozitivizm [Görgücülük C.E.l… Aydınlanma dediğimiz bu geleneğin (Paul Hazard, Aydınlanmayı bir ‘crise de conscience’ [bilinç ya da vicdan krizi C.E] olarak niteliyor) nelere mal olduğunu görebilmekse, madalyonun öteki yüzü… Aydınlanma çağında burjuvazinin çıkarları, anti- hıristiyan (dine-karşı) olmakla örtüşüyordu. Ama, çok değil, bir yüzyıl sonra, batı burjuvazisi bunun tam tersini yapacak ve verili toplumsal düzenin korunması için, hıristiyanlığa başvurarak Aydınlanma geleneğini olumsuzlayacaktır.”31

Batı felsefesi tarihinde bir şeylerin ters gitmesinin nedenini, Yunan/Arap felsefesindeki ussal geleneğin, ortaçağda Latin Hıristiyanlarının diline çevrilirken, görgücü bir yorumla aktarılmasında bulur Aziz Yardımlı:

“Bir yandan Yunan/Arap felsefesinin Latin Hıristiyan ortaçağdaki görgücü yorumu ve daha sonra aynı geleneğin özbilinçli aşamasını temsil eden İngiliz görgücülüğü felsefi tinin Hıristiyan Avrupa bilincine ne denli yabancı olduğunu gösterirken, öte yandan modern Avrupa Ussalcılığı da hiçbir zaman aynı düşünce ikliminde doğmuş olmanın izlerinden kurtulamamış, kendini hiçbir zaman skolastik tanrıbilimden özgürleştirememiştir,”32

Aziz Yardımlı, Batı kültürünün bilimsel kavramlarını da, felsefi kavramlarını da kendisinin üretmediğini, bunları uygar bir dünyadan ödünç aldığını söylemektedir:

“Bunun doğrudan sonuçlarından biri, kavramların özerk ussal üretimi, kurgul felsefe ve mantıksal yöntem gibi konularda hiçbir zaman tam bir bilinç geliştirmemiş, hiçbir zaman bu deyimlerin içeriğini kavrayamamış olmasıdır. Gerçekten de, Avrupa’da dinsel bilinç büyük ölçüde putperest bir tinde şekillenir ve öyle kalmayı sürdürürken, Doğu’da… oldukça sağlam bir ussallık kazanmış olan doğal bilimler de bu yeni ekin ortamında aynı usdışı perspektifte astroloji, simya gibi yalancı-bilimlere indirgenmişlerdi. Antik ekinin çiçeklendirdiği ve Farabi’de aynı kurgul tini bir kez daha saltık arılığı içinde kavrayan felsefe de doğallıkla bilmenin en ilkel basamağında olan ortaçağ Avrupasında bütünüyle usdışı ve giderek utanç verici bir dönüşüme uğramış, felsefenin putperestliği olan görgücülüğe çevrilmişti.”33

Krishnamurti’nin bakış açısında da İslam’daki gibi tenzihi bir özellik vardır. Batı toplumlarının aşırı teşbihçi düşünce geleneklerine bu görüşü tanıtmak için Krishnamurti uzun yıllar sohbetlerini sürdürmüştür.

Aziz Yardımlı, Batı felsefesinin hiçbir zaman tenzihi ya da arı soyutlamayı anlamadığını şöyle vurgulamaktadır:

“İslamın bu tür yüklemleri saltık olarak dışlayan soyut Tanrı anlayışından bütünüyle ayrı olarak, Hıristiyanlık aşkınsal ve sonsuz olanı sonlu simgelerle görgül bir düzleme indirgemekte, bu yolla sıradan bilince ulaşabilmekte, ama böylece giderek çoğu kez duyulur [duyusal C.E.] bir tanrısallığın, putperestliğin eşiğine gelmektedir.”34

Bu alıntının ardından, Anadolu bilgeliğinde Museviliğin tenzihi bilinci, Hıristiyanlığın teşbihi bilinci ve İslam’ın ise bu ikisinin bireşimi olan tevhidi bilinci temsil ettiğini de belirtelim.

Anadolu Bilgeliği

Doğu’nun idealist tini
kurgul düşünceye her zaman açıktır
ve Farabi’nin özgür ussalcılığından sonra
Sufilik biçiminde süren gizemcilik
gerçeklik söz konusu olduğu ölçüde
kurgul felsefeye özdekçi bilinçten olduğu gibi
mutsuz bilinçten de sonsuz ölçüde daha yakındır.
Aziz Yardımlı.
(Mantık Bilimi’ne önsöz)

Hilmi Yavuz, ister somuttan (bilim), ister soyuttan (Freud-bilinçdışı, Marks-artı değer) başlanarak inşa edilsin, kuramların Hakikat’i keşf etmediklerini, onu icad ettiklerini, temsiliyet krizinin de bunu gösterdiğini belirterek, ‘Bu krizden kurtulmanın yolu nedir?’ diye soruyor ve sorgulamasını şöyle sürdürüyor:

“Bu yollardan biri, objektif gerçeklik diye bir şeyin olamayacağını, teorinin dışında bir gerçeklikten söz edilemeyeceğini öne sürmektir. Yani, teorinin ya da metnin dışında hiçbir şey yoktur. Teori, Hakikati nasıl kuruyorsa, hakikat öyledir. Bu durumda bir temsiliyet krizinden söz edilemeyeceği açıktır: Temsil edenin dışında bir temsil edilen yoktur çünkü… [Gösterenin dışındabir gösterilen yok! C.E.] Gelgelelim, bir temsiliyet krizinin içine düşmeden de Hakikat’in keşfedilmesi mümkün görünüyor: Hakikat’i ya da gerçekliğin bilgisini, empirik veya teorik bilgi (episteme) olarak değil ama bir ma’rifet (gnosis) olarak temellendirmek. Tasavvufun keşf olunmasının sanırım manası budur.”35

Izutsu, Batı (Heidegger, Sartre vb.) ve Doğu (vahdeti vücud görüşünü işleyenler vb.) varoluşçularının, Aristocu ontoloji (varlıkbilim) geleneğine karşı çıktıklarını öne sürer.

“Bu yüzden, Heidegger sadece ‘var olan’ (das Seiende) üzerinde yoğunlaşıp,…(olmak) fiilinin hayati önemini bütünüyle unutmasından dolayı, tüm Batı ontoloji geleneğine karşı çıkar. Ona göre, ontolojinin ana konusu olması gereken ‘var-olan’ değil, ‘olmak’ das Sein fiilidir.”36

“Varlık, felsefede kullanılan teknik bir terimdir. Gündelik konuşmada aynı düşünceyi ‘olmak’ fiili ile ifade ederiz. Örneğin, ‘gök mavidir’ deriz. Fakat buradaki ‘dir’ fiili, son derece zayıf bir fiildir… ‘dir’ fiilinin rolü, yüklem (mavi) ile özneyi (gök) birleştirmekten ibarettir. (…) ‘varlık’ neredeyse bir hiçtir: Sartre, ‘kafam boş’der. “Fakat gerçekte” diye devam eder Sartre, ‘gök mavidir’ ifadesindeki (…) olmak fiilinin arkasında ‘bütün varlık’ gizlidir. Ama insan sıradan bilinç düzeyinde bunların farkında değildir. Bu farkında olmama hali’ kendini ‘gök mavidir’ önermesinde açıkça gösterir. Burada ‘varlık’, akla gelebilecek en zayıf surete bürünür ve ‘gök’ ile ‘mavi’ arasına sıkışıp kalır. Sartre’a göre bu önermede ‘mutlak gerçekliğe’ işaret eden sadece ve sadece ‘olmak’ fiilidir (…) sadece ‘varlık’ nihai gerçekliktir. Sartre’ın dediği gibi varlık her taraftadır, etrafımızdadır, bizdedir, bizizdir.”37

Izutsu’ya göre Batı varoluşçuları dediği Heidegger ve Sartre ile Doğu Varoluşçuları dediği Vahdeti Vücud ya da Varlık Birliği okulu yazarları Varlık’ın gerçekliğine ilişkin temel bir deneyim ya da görüden kaynaklanmaktadırlar ve bu noktada Vahdeti Şuhud da devreye girmektedir: yani Varlık’ın görüsü. “Bu temel müşahede, İslam’da ‘asaletül vücud’ yani ‘vücudun temel ve asıl gerçekliği’ olarak bilinir.”38 Karşılaştırma yaparken benzer noktalan vurgulasa da, Izutsu, Batı varoluşçuları dediği filozofların bahsettiği varlık ile, Vahdet-i Vücud felsefesindeki vücud kavramının, anlam olarak farklı olduğunu vurgular.39

Vahdet-i Vücud okulunun kurucusu kabul edilen Muhyiddin İbn Arabi’nin Marifet (gnostisizm) diye isimlendirdiği bilme türü, bir fenafillah deneyimi ile, bizzat Hakk’ın insanın yetisi olmasıyla bağıntılıdır.

“…Sufinin yaşadığı tecrübe açısından baktığımızda, kesinlik düzeyindeki bilme yani Hakkulyakin ki bilginin en üst düzeyini oluşturur, bir tür fena hali, tecrübeyi yaşayanın ben bilincinin ortadan kalktığı hal’dir. Bilginin en yüksek mertebesine ‘aydınlanma’ (işrak), ‘iç müşahede’, ‘zevk’ ya da ‘huzur’ durumunda ulaşılır. En yüksek bilgi, teknik adı Tevhid (birleme) olan Huzuri bilgi’dir. Tasavvufi kullanımında bu birleme durumu, ben bilincinin tamamen kaybolması, yani fena adını alır.”40

Bu ise kişinin kendisini tanıması sürecidir.

“Öyleyse Marifet, Hakk’ın, insanın yetisi oluncaya kadar sufi teknikleri uygulamak ve kişinin kendisine dönüp nefs bilgisini, kendini tanımayı gerçekleştirmesi demek olacaktır.”41

“Hakk ile birliktelik, sufinin, bu dünyaya gelmeden önceki haline [fıtrat, nisarga, sahaj C.E.] misakdaki haline geri dönmesi demektir.”42

İbn Arabi, Endülüs doğumludur ve Kuzey Afrika’da, Orta Doğu’da geçen çalışmalarla dolu uzun bir seyahatten sonra Anadolu’ya gelmiş, Malatya, Kayseri ve Konya’da yazılarını yazmış ve öğretisini yaymıştır. Muhyiddin İbn Arabi’nin

“Varlık Birliği öğretisi kısa zamanda Anadolu’nun heterodoks yapısının farklılıkları bağdaştırıcı felsefesi niteliğine bürünmüştür. Bu görüş, ayrı niteliklerde görülen doğa nesneleri ve yaşam biçimlerinin, aynı Varlığın farklı görünüşleri olduğu savı ile Anadolu coğrafyasında yüzyıllarca sürecek bir hoşgörü kültürüne neden olmuştur.”43

Horasan kültür çevresinden Anadolu’ya göç eden Alp Erenler kuşağının, Vahdet-i Vücud anlayışının yaygınlaştığı bu topraklarda, özgürce ve hoşgörü içinde yaşama olanağı elde ettiklerini belirtir Bobaroğlu:

Anadolu’nun bağdaşık kültürel ortamında yetişen bilgeler, insanı, yaşam biçeminin ereği olarak görmüşler. Yaşam biçeminin ereği olan insan, olgun insan (kamil insan) olarak kavramlaştırılmış ve sürece giren herkesin, erginlenme (inisiyasyon) yoluyla etap etap bu olgunluğa ulaşabileceğini, bu olgunluğun, öznesinde kurulacağı söylenmiştir. Olgun insan öğretisi, sanal ya da imgesel değil, Tanrı vergisi ya da metafizik de değil, aksine sürece giren her insanın kendi çabası ve emeği ile birleştirilmiş, bilgeler eşliğinde bir eğitim yoluyla gerçekleşen bir öğretidir.”44

Bu bilgelik öğretisinin, insanı insana gardaş etme projesiyle, Anadolu coğrafyasındaki geçmiş uygarlıkların üzerine bir krema gibi döküldüğünü söyler Bobaroğlu. Bu bilgelik öğretisi günümüz insanı için araştırılmaya ve özümsenmeye açık bir kültürel biçemdir.

Bir kültürel biçem, bir öğreti, bir ekolün başarısı, onun içinden yetişen insanların evrensel kalitesiyle ölçülür ya da değerlendirilir. Anadolu uygarlık ağacının meyveleri ise Thales’den, Diyojen’den, Pavlus’tan, Orpheus’tan, Hünkâr Hace Bektaşi Veli’ye, Yunus’a, Pir Sultan’a, Mevlana’ya, Dadaloğlu’na, Karacaoğlan’a, Nesimi’ye, İsmail Emre’ye kadar nice tatlar sunmuştur insanlığa. Ve Anadolu yaşam biçemi bu tarihsel bilgelik ile taçlanmıştır.”45

Bilgi, Bilgelik, Yokluk

Kendimizi bir başkasına bırakıyoruz…
Kendi kitabımızı, kendi tarihimizi
hiçbir zaman okuyamıyoruz, çünkü
sürekli başkalarına bağımlıyız:
grup tedavileri, çeşitli psikosomatik
tedaviler, psikoterapiler
ve bunun gibi şeyler.
J. Krishnamurti

Krishnamurti bilginin düşünce ile, bilgeliğin ise organik zeka ile bağıntılı olduğunu söyler. Bilgelik kendimizi gözlemlemek, kendimizi eğitmek ve ‘ben’in (me) yokluğunu yaşamak ile başlar. Bireysel bilinçlilikte gerçekleşecek bir bilgeliğe dönüşüm, bütün toplumda köklü bir değişime olanak sağlayacaktır. Toplum ise milyonlarca yıllık deneyimlerle, bilgilerin birikimiyle, gelenekle koşulludur. Bütün bunlardan dolayı da beyinler koşulludur. Düşünce sınırlıdır, koşulludur ve bize binlerce sorun çıkarmıştır.

Kriz siyasette değil, totaliter ya da demokratik denen hükümetlerde değil. Kriz bilim adamları arasında ya da kurulu saygın dinler arasında değil. Kriz bizim bilincimizde, zihnimizde, kalbimizde, davranışlarımızda, ilişkilerimizde. Ve kriz, düşünce tarafından oluşturulan bilincimizin doğası ve yapısını anlamadığımız sürece, tam olarak, bütünsel olarak anlaşılamaz.”46

Olan’a yönelmekten korktuğumuz için sürekli olarak kendimizi oyalıyoruz. Sevgi, şefkat, iyilik gibi değerlerimizi yitirdik. Bütün bunların temelinde ise belleklerimizde depolanan haz ve acı kayıtları ile oluşturulan ben ve ben-olmayan bölünmesi yatıyor. Bu bölünmenin yol açtığı çatışmalara, krizlere ise düşüncelerimizle ve geleceğe yönelik planlarımızla çözümler arıyoruz. Oysa ki çözüm düşünce ve planlarda değil, sorunları oluşturan zihin ve düşüncenin doğasının farkındalığında yatmaktadır.

“…kendimize açık bir biçimde bakmak istemiyoruz. Kendini eğitmek, bilgeliğin başlangıcıdır. Bilgelik kitaplarda değildir, başka herhangi bir şeyde değildir, ama kendi bencil, dar, bozulmuş, her gün tekrarladığımız etkinliklerimizi anlamamızdadır. Kriz kalbimizde ve zihnimizde, beynimizde- dir.”47

Zihnin ve düşüncenin doğası her zaman geçmişe bağlı olan deneyim, bilgi, bellek kayıtları, düşünceler ve edimlerden oluşur. Bir sorunumuzu çözmek için oturup planlar yaptığımızda, şimdiki zamanda değiliz demektir. Geçmiş olaylar, geçmişe bağlı zihnimizle geçmişe ait tasarımlar üretmektedir. Arada biz, şimdiyi yaşayan ben olarak var olduğumuzu sanırız. Oysa ki ben (me), kendimize ait geçmiş birikimlerin toplamıdır. Kendisinin varlığı bir sorundur, bir yabancılaşmadır, bir kimlik krizidir. Yaşam ise dirimsel bir şimdidir. Eğer biz gerçekten yaşamak istiyorsak, olan’a düşüncesiz ve imgesiz bir farkındalıkla yönelmeliyiz. Bu ise hiçbir zaman geçmişi yinelemeyen, sürekli öğrenme halinde olan bir bilinçtir. Bu bağlamda şimdiyi özgürce yaşamak ve şimdi öğrenmek bir ve aynı harekettir.

“…burada, dünyada gerçekten neler olup bittiğini ve dünyadaki karışıklıkları gözlemek ve bir soyutlama yaparak onu bir ideaya dönüştürmemek var. Lütfen bu nokta üzerinde çok açık olun. Bir ağacı gözlemlediğimizde, ağaç sözcüğü bir soyutlamadır, ağaç değildir. Umarım bu nokta açık seçik anlaşılmıştır. Sözcük, açıklama, tanımlama gerçeklik değildir. ‘Nedir’in yanıtı değildir. (…) Dünyada ve kendi bilincimizin derinliklerinde gerçekten neler olup bittiğini gözlemlersek ve bu gözlem soyutlama yapılarak bir ideaya dönüştürülmezse, saf, doğrudan, berrak olarak kalabilir. Çoğumuz idealarla yaşıyoruz, ama onlar gerçeklik değil. Önemli olan tek şey idealar haline geliyor, gerçeklik değil. Filozoflar ideaları çeşitli anlamlarda kullanıyorlar, ama biz idealarla ilgilenmiyoruz!”48

Bilgi sınırlı olduğundan ve biz de her zaman bir ‘bilgi-düşünce-imge-edim’ alanı içinde hareket ettiğimizden yaşamımız çatışmalarla doludur. Ekonomik, politik, dinsel ve kişisel ilişkilerimizdeki çatışmaları, sorunları çözmeye çaba gösteririz, ama bu tutumumuz sorunlarımızı çözmediği gibi başka sorunlar ve çelişkiler yaratır!..

Beyin ya da zihin bu çelişkilerden, sorunlardan, çatışmalardan özgürleşebilir mi?

“Beyin ancak özgür olduğunda bu sorunları çözebilir, aksi takdirde çözemez. Sevginin ne olduğunu, hakikatin ne olduğunu anlamak için özgürlüğün olması gerekir ve bunu size kimse veremez. Bunu siz kendiniz çok çalışarak bulmalısınız.”49

Bütün koşullanmalardan, bölünmelerden, çatışmalardan özgürleşimin olanaklı olup olmadığını sorgulayabiliriz. Bunun için önce onların yapısını önyargısız olarak gözlemlemeliyiz. Bu arı gözlemin kendisi bize bütünsel bir dikkat sağlayacaktır. Bu bütünsel dikkatin içinde ise büyük bir enerji vardır ve hiçbir korkuya, hiçbir şehvete ve şiddete yer yoktur.

“Siz bir birey olarak, gerçekten kendi içinize son derece sorgulayıcı, acımasız bir biçimde dönerek, her birimiz için bütünüyle özgürleşmenin olanaklı olup olmadığını bulabilir misiniz? Kuşkusuz yalnızca ‘özgürlük’ varsa ‘değişim’ olabilir! (…) Zihnin kendi yapısında kökten bir dönüşüm yaratmamız gerekiyor. (…) Değişmek, bütünüyle farklı bir biçimde düşünmektir. Endişenin, çatışma duygusunun; başarmaya, bir şey olmaya ya da bir şey haline dönüşmeye yönelik savaşımın olmadığı bir zihin durumunu ortaya çıkarmaktır. Bu, korkudan bütünüyle özgür olmak demektir.”50

İnsanın kendi bilincinde köklü bir devrim gerçekleştirebilmesi için tek başınalık halini yaşaması gerekir. Bu tek başınalık (aloneness) hali ise, kişinin yalnız kalması (loneliness) değildir. Günlük yaşamdaki kullanımından farklı olarak, bilgeliğe geçişte zorunlu bir kıpıdır.

“Size öğretecek bir öğretmen, sizi kurtaracak bir kurtarıcı, ne yapılması gerektiğini söyleyecek bir guru olmadığını gerçekten anladığınız zaman, her şeyi kendiniz yapmak zorunda olacaksınız, bu da olağanüstü bir enerji gerektirir.”51

“Hayal edilemeyecek kadar büyük bir enerji ise beynin içindeki geniş uzaydadır.”52

İşte Anadolu bilgelik yolu olan sohbet sırasında kişiler özel bir mantra, meditasyon ya da yoga deneyimine gerek kalmadan bu yoğun gücü yaşayabilirler. Krishnamurti de bu sohbet yöntemini kullanmış bir bilgedir, tıpkı Nisargadatta Maharaj ve İsmail Emre gibi.

İnsanın içinde açığa çıkmayı bekleyen bu büyük enerji, yüzyıllardır bastırılmış ve dumura uğratılmış organik zekadır da. Buna arı dikkat de denebilir, arı farkındalık da. Aynı zamanda bizzat bilgeliğin kendisidir. İnsanın saf fıtratının görüsü ve anlayışıdır. Bu bağlamda Krishnamurti, bir kişide açığa çıkacak böyle bir değişim ve dönüşümün, bütün toplumun ve bütün insanlığın değişimine yardımcı olacağını belirtir. Farklı bir öğrenme biçiminden söz eder Krishnamurti ve bu öğrenme ediminin uygulandığı yerler olan kendi okullarını kurar.

“… bütünüyle farklı bir öğrenme biçimi olduğunu düşünüyorum, ama bunu anlamak ve bu farklı biçimde öğrenebilmek için, yetkeden [otoriteden C.E.] bütünüyle kurtulmalısınız! Yetke, bilginin bellek olarak biriktirilmesi olmayan bu öğrenmeyi engeller. (…) bilgi birikimi, özgür olmasını engeller. (…) Benim söz ettiğim psişik birikimdir ve özgürlüğü bütünüyle engelleyen işte budur.”53

Özgür bir yaşam ile psişik birikim olmadan yaşamak aynı şeydir Krishnamurti’de ve birey, psikolojinin yarattığı tüm şeyleri, Freud’u, Jung’u, vb. reddedip, aynı zamanda saf zeka ve merhamet de olan bir sevgiyi (sophia) yaşayabilmelidir. Bu ise sohbet hali içinde, otoritesiz bir konuşma, dinleme ve sessizliği yaşama sürecine katılarak geliştirilebilir.

Okulda, üniversitede, vb. edindiğimiz ve biriktirdiğimiz bilgi ile Krishnamurti’nin öğrenme edimi bütünüyle farklıdır. Krishnamurti’de öğrenme sanatı aynı zamanda yaşama sanatıdır. Öğrenme bütün yaşam boyu sürecek bir tutumdur.

“Öğrenme sürekli bir harekettir. Hiçbir zaman biriktirme olmaması için öğrenmede sürekli bir hareket vardır. Çünkü biriktirilen ‘ben’dir (me), sizi ayıran ben (me), dolayısıyla çatışma vardır. Ben’ (me) olan yerde çatışma olmalıdır [olmak zorundadır C.E.], çünkü bölünmenin tam göbeğinde yatan budur. Sevgi de öğrenilemez. Bilgi, bilgeliği ya da sevgiyi elde edemez. (…) Dikkat her türlü çatışmanın sona erdiği bir yaşama biçimi bulmaya kendini bütünüyle adamış bir zihnin halidir. İnsan ilişkisinde bu çatışma biterse, bütünüyle farklı bir kültür oluşturacağız.”54

Kendinin-bilgisi (self knowledge), bilgeliğin (wisdom, prajna) başlangıcıdır. Anadolu bilgeliğinde bir insanın öteki insanlara karşı davranışlarını belirleyen temel tutum hoşgörüdür, bütün milletleri bir görmektir. Kutsal olanla ilişki belirli günlerde ya da gün içindeki belirli saatlerde yapılan törenlerle sınırlanmaz. Kutsal olanla ilişki andan ana, insandan insana bütün bir yaşamı kapsar. Anadolu irfan öğretisinde evrensel özgür insan modelinin özü budur. Krishnamurti benzer bir şekilde bilgelik yaşamı ile gündelik yaşamın bir ve aynı hareket olduğunu, kendinin bilgisi olduğunu belirtir.

Zihinlerimiz imgesiz ve düşüncesiz bir konumdayken, eğer buna alışık değilsek, içimizi bir korku kaplayabilir. Bunun nedeni belleğimizdeki kayıtlardır. Kendi sahte kimliğimizi bu kayıtlarla özdeşleşerek oluşturduğumuz için korkarız. Bu yüzden de zihnimizi sürekli olarak imgeler ve düşüncelerle doldururuz.

“…imge sahibi olan sizle, imge sahibi olmayan bir kişi arasındaki ilişki nedir? (…) Bu sevgidir. (…) İmge, sanı, fikir, sonuç, simge, bütün imgeleri oluşturan düşünce demektir. (…) zihin şu anı, ‘olan’ı belleksiz, imgesiz, sonuçsuz, sanısız, yargısız, geçmişi değerlendirmeden gözlemleyebilir mi? Yalnızca ‘olan’ı gözlemlemek (…) ‘olan’la bütünüyle yaşamanın, imge bile olmadan yaşamanın ne demek olduğunu öğreneceksiniz (…) incitici bir imge yaratan düşüncenin hareketi olmaksızın beni dinleyebilir misiniz? (…) Deneyin. Yapın, o zaman ne kadar olağandışı bir değişimin gerçekleştiğini anlayacaksınız, dolayısıyla [böyle bir C.E.] zihin hiçbir zaman geçmişin yüküyle ezilmez. Bu, genç bir zihne sahip olmak gibidir.”55

“Hiçbir arzum ve düşüncem yok” diyen İsmail Emre gibi, insanın imgesiz, düşüncesiz, bensiz (me) bir arı farkındalık içinde, arı bir dikkat, bir gözlem anı içinde bilgeliği yaşayabileceğini söylüyor Krishnamurti. Bu ise Anadolu irfan öğretilerinde “sohbette yaşanan fenafillah hali içinde keşfedilen hakikatler” ile karşılaştırılabilecek bir olgudur.

“Anılar bağlamında deneyim, bilgi, belirli düzeylerde yararlıdır; ama psişik ‘ben’i (me), benliği [ego C.E.] güçlendirmek için bir araç olarak ‘ben’ (me), yalnızca yanılgı ve üzüntüye yol açar. (…) Adlandırma, gelecek deneyimleri engeller. Deneyimleme durumu söz konusu olduğunda adlandırmadan, ilişkilendirmeden, bellek sürecinden özgürlüğün [özgürleşmenin C.E.] var olması gerekmez mi (…) deneyimlemek için, bilinenin sona ermesi gerekir. Bilgi anlamaya engeldir. ‘Bilgi, deneyim, anılar olmazsa bize ne kalır? O zaman hiç oluruz.’ [dinleyicinin Krishnamurti’ye sorusu. C.E.] Şimdi bundan daha çoğu musunuz? (…) Bu eklemeler olmadan ‘hiçsiniz’-—ki bu hakikattir (…) bazı felsefi soyutlamalar bağlamında değil, gerçekten de hiçiz. Bu hiçliğin [yokluğun C.E] deneyimlenmesi ise, bilgeliğin başlangıcıdır.”56

Hakikat düşünce yoluyla bilinemez, ancak organik zeka ile algılanabilir. Çünkü düşünme edimi her zaman bir düşünen-düşünülen ikiliğini gerektirir ve bu ikilikten kurtulamaz.

“Hakikatin algılanması zekadır… imge yoktur, ben (me) yoktur, psişik içerik yoktur, yalnızca zeka çalışır. (…) Hakikatin algılanmasının zekası… yalnızca zekanın işlediği bir durumda olabilmek… azizlerin, ciddi insanların ve büyük öğretmenlerin aradığı da budur… ben(I), imge orada değildir.”57

“Dikkat, farkındalık ve büyük bir şefkat duygusuyla seyretmekte, kendine özgü bir zeka vardır. Bu seyrediş ve zekâ harekettir.”58

Dikkat salt enerjidir, bütün psişik sorunlarımızı çözecek, bizi onlardan kurtaracak, zihinde hiçbir anı ya da anı izlerinin kalmamasını sağlayacak olan da budur.

“Bütün dikkatinizi verdiğinizde… artık gözlemleyen yoktur. Bu durumda salt enerji olan bir dikkat hali vardır ve bu salt enerji, zekânın en üst biçimidir. Doğal olarak bu zihin hali bütünüyle sessiz olmalıdır, bu sessizlik (…) tam bir dikkat, denetim altına alınmamış bir dinginlik olduğunda ortaya çıkar. Gözlemleyen ve gözlemlenenin olmadığı bu tam sessizlik, dinsel bir zihnin en üstün biçimidir. Ancak, bu hal içinde neler yaşandığı dile getirilemez, çünkü dile getirilen bir, şey gerçek değildir. Bunu anlamanız için kendi kendinize yaşamanız gerekir.”59

Chittick Batı’nın duyum, algı, anlıksal düşünce ve bellek üzerine, bilgi üzerine kurulu yaşam biçemi ile Doğu bilgeliğinin yaşam biçeminin farkını ortaya koyan şu satırları yazar:

“İbn Arabi’nin üstünde durduğu konulardan biri, akıl’ın, tanrı, dünya ve ben hakkında bilgi kaynağı olarak yetersiz olduğudur. Onun öğretileri temelde ‘keşf, ‘doğrudan doğruya tanık olma’ (şuhud), ‘temaşa’(müşahede) ve ‘zevk’e dayanır ki, bunların hepsi de aklın sınırlarını aşar.”60

Anlamlandırma süreci insan beyninde protein çökmelerine neden olduğu için buna kelamın et olması da denmiştir. Başka bir deyişle, öğreti üzerine çalışmalar kişilerde nesnel birikimlere yol açar. Her öğreti, her ideoloji, her kuram kendini överek insanlarda bedenlenmek isteyen bir ruh gibi davranır. Bu arada özgürlük, irade sözcüklerini de mutlaka kullanır. Oysa bütün bunlar epistemolojik zorlamalardır. Hakiki kimlik bu tür etiketlerle elde edilemez. Doğrudan yaşantı denilen şey insanın ontolojik yanının ilişkiye girmesidir. İnsanın bir aynaya benzetilen özvarlığı dikkatini yönelttiği her şeyi içinde yansıtır, başka bir deyişle o şey olur. Dolayısıyla öncelikle ontolojik varoluşun kendi bilincine varması gerekir. Buna yokluk deneyimi adı verilir. Varoluşunun içinde saklı bulunan öznitelikler, değerler, erdemler o zaman kendilerini o insandan dışavurur ve başka insanlara da bu erdemleri deneyimleme olanağı sağlar. Bütün bunlar insan bilincinin dönüşüm kıpıları olarak adlandırılabilir. İnsan ontolojik olarak zati değerler taşır, ama bu değerleri açığa çıkartıp çıkartmamak onun edimleriyle belirlenir. Arı kavramsal bilinçlenme yanında keşf, sezgi, doğrudan deneyim ve en önemlisi zevk bu dönüşümün duraklarıdır.

* Bu yazı Cengiz Erengil’in “Krishnamurti ve Philosophia “ adlı kitabından alınmıştır.

  • G.W.F. Hegel, Felsefe Dergisi, Sayı: 31, Hegel Özel Sayısı, İstanbul, 1990, s. 185.
  • a.g.e., s.185.
  • Çiğdem Kosovalı, “İşte Avrupa Geçiyor”, Varlık Dergisi, Sayı: 1041, Haziran, 1994, s. 2.
  • Bedia Akarsu, “Doğu ile Batı’nın Ayrılmazlığı”, a.g.e., s. 7.
  • a.g.e., s. 7.
  • a.g.e., s. 7.
  • a.g.e., s. 7.
  • Medar Atıcı, “Kimlik ve Kültür Üzerine”, a.g.e., s. 9.
  • Hilmi Yavuz, Okuma Notları, Simavi Yayınlan, İstanbul, 1992, s. 132.
  • a.g.e., s. 131-132
  • a.g.e., s. 59-60
  • Metin Bobaroğlu, Kadıköy Kültür Sanat Merkezi Konferans Notları, s. 32.
  • Edward Said, Oryantalizm, Çev. Nezih Uzel, İrfan Yayınlan, İstanbul, 1995, s. 217.
  • a.g.e., s. 217.
  • Hilmi Yavuz, Felsefe Üzerine, Bağlam Yayınlan, İstanbul, 1987, s. 99
  • G.W.F. Hegel, Doğa Felsefesi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 1997, Yardımlı’nın Önsözü: s.16-17.
  • a.g.e., s. 17.
  • a.g.e., s. 17.
  • a.g.e., s. 17.
  • D.T. Suzuki, Zen Budizm, Çev. İlhan Güngören, Yol Yayınlan, İstanbul, 1984, William Barrett’ın Önsözü: s. 25-26.
  • a.g.e., s. 26-28.
  • Erich Fromm, D. T. Suzuki ve Richard De Martino, Zen Budizm and Psychoanalysis, Condor Book, Great Britain, 1974, s. 111.
  • Suzuki, Zen Budizm, s. 29-30
  • a.g.e., s. 29-30.
  • a.g.e., s. 5.
  • a.g.e., s. 5.
  • a.g.e., s. 33.
  • a.g.e., s. 56.
  • a.g.e., s. 56.
  • a.g.e., s. 57.
  • Hilmi Yavuz, Denemeler Karşı Denemeler, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1988, s. 56.
  • G.W.F. Hegel, Mantık Bilimi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 1991, Yardımlı’nın Önsözü: s. 32.
  • a.g.e., s. 22-23.
  • a.g.e., s. 7.
  • Hilmi Yavuz, “Bilim ve Hakikat”, Zaman, 14 Temmuz 1998.
  • Toshihiko Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, Çev. İbrahim Kalın, İnsan Yayınlan, İstanbul, 1995, s. 51.
  • a.g.e., s. 51-52.
  • a.g.e., s. 50.
  • a.g.e., s. 49.
  • Seyfullah Sevim, İslam Düşüncesinde Marifet ve İbn Arabi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, s. 161.
  • a.g.e., s. 144.
  • a.g.e., s. 107.
  • Metin Bobaroğlu, “Ekinsel Biçem ve Aydınlanma Sorunu”, Us Düşün ve Ötesi, Sayı 1, Nisan 1998, s. 103.
  • a.g.e., s. 103-104.
  • a.g.e., s. 104.
  • J. Krishnamurti, Zihin ve Düşünce Üzerine, Çev. Cengiz Erengil, Ayna Yayınevi, İstanbul, 1999, s. 121.
  • a.g.e., s. 126.
  • a.g.e., s. 122.
  • J. Krishnamurti, Öğrenme ve Bilgi Üzerine, Çev. Anita Tatlıer, Ayna Yayınevi, İstanbul, 1999, s. 169.
  • a.g.e., s. 161.
  • a.g.e., s. 162.
  • a.g.e., s. 9-10.
  • a.g.e., s. 162-163.
  • J. Krishnamurti, İlişki Üzerine, Çev. Nedime Volkan, Ayna Yayınevi, İstanbul, 1999, s. 111-112.
  • a.g.e., s. 113-115.
  • Krishnamurti, Öğrenme ve Bilgi Üzerine, s. 28-29.
  • Krishnamurti, İlişki Üzerine, s. 141-142.
  • J. Krishnamurti, Doğa ve Çevre Üzerine, Çev: Deniz Demirdöven, Nurgül Demirdöven, Ayna Yayınevi, İstanbul, 1999, s. 97.
  • a.g.e., s. 50.
  • William Chittick, Varolmanın Boyutları, Çev. Turhan Koç, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, s. 280.
Cengiz Erengil
+ Son Yazılar