Farazi bir sorgulamayla başlayalım. Hikâye bu ya, elinize bir imkân geçiverdi ve ne soracak olursanız olun, muhakkak size cevabını verecek olan bir peri var karşınızda. Fakat yalnızca tek bir koşul bulunmakta: Sorunuz asla ikincil kaynaklardan devşirilmiş olmayacak. Sözgelimi falanca kitaptan, filanca konuşmadan hafızaya atılmış bir noktadan hareket etmeniz yasaklanmıştır bu perinin karşısında. Bütün kavramlar da öğrenildiği için, şu ne demek derken bile tökezleme ihtimali bulunmakta. Aman dikkat. Ayrıca dürüstlüğünüzü sınayacak olan da yine sizsiniz. Çünkü peri diyor ki, “Soru şayet size ait değilse, göreceksiniz; derhal nerelerden toplayıp da getirdiğinizi, bizzat fark etmenizi sağlayacağım.” Anlaşma oldukça makul duruyor. Şimdi lütfen, kalemle takip ediyorsanız bırakın bir kenara okumanızı ve düşünün. Bu periye ne sormak isterdiniz?
Edindiğimiz malumatlar, bizi evimize götürmeye yetmeyecektir. On yıl süren Truva Savaşı’nın ardından Odysseus’un İthake’ye, evine dönüş yolunda, on iki gemisi ve mürettebatının tamamı, teker teker, türlü badireler sonucu yok olur. Zeus’un gönderdiği kasırgaların ardından bütün arkadaşları boğulan Odysseus, son gemisinden kalan bir kalasın üstüne sığınıp, kendi ellerini kürek gibi kullanarak dokuz gün boyunca okyanusta mücadele eder. Sonunda Ogygia Adası’na sığınır, fakat burada da Kalipso’nun tutsağı olarak yedi sene kalır. Tüm cazip tekliflere ve tehditlere aldanmayan Odysseus’un yakarışı sonunda duyulur. Hermes gelir, onu serbest bırakması için Kalipso’yu ikna eder. Kalipso da adadan kaçmak için Odysseus’a nasıl bir sal yapılacağını gösterir. Fakat adayı terk ettiğinde, Poseidon rüzgârlarla bu salı da paramparça eder. Sadece Odysseus’a verilen bir tanrısal yaşmak; kendi azmi, sabrı, şüphesi, zekâsı ve çalışkanlığıyla[1] birleşerek, onu kurtaracaktır (Homeros, 2018).
Peki, bu tanrısal yaşmak nedir? Yaşmağı ona Tanrıça İno vermiş ve şöyle söylemiştir: “Sen gel yap ben ne dersem, hiç benzemezsin akılsız bir adama. …Al şu tanrısal yaşmağı vereyim sana, göğsünün altına dola onu, korkma, ne acı var artık ne ölüm. Ama değdiği zaman karaya ellerin, onu çöz at şarap rengi denize, uzağa, atar atmaz da dön gerisin geri.” Gelen bu yardıma rağmen daha evvel tanrılar tarafından aldatıldığı için, evvela Odysseus’un şüphesi duyulmaktadır: “Ölümsüzlerden biri yine bir düzen mi kuruyor ne? Yoksa ne diye saldan in desin bana? Bu kez kolay kolay dinlemem sözünü. …Salımın tahtaları ekli durdukça birbirine ben de üstünde her şeye göğüs gererim, dalgalar parçalarsa salımı kalmaz çarem, denize atlar, koyulurum yüzmeye” (Homeros, 2018, s. 94-95).
Odysseus görüldüğü üzere, en başta yalnızca kendisine güvenmeyi bilmiştir. Poseidon dev bir dalga daha gönderince üstüne, sal darmaduman olur. Odysseus ise sadece kalan bir tahtaya tutunur ve biçare kalınca; Tanrıça İno’nun söylediği gibi, yaşmağı dolar kendine. Ardından yüzmeye başlar. Görüldüğü üzere şüphesini, mecburiyetlerle karşı karşıya gelene dek terk etmemiştir. Fakat başka çaresi kalmadığında ise, ona sağlanan yardımı denemekten geri durmamaktadır. Tabii kalası da bırakmaz bir yandan.
Şöyle bakalım, koskoca bir okyanus var karşımızda. Avuç avuç suyu alıp bakmakla, incelemekle hiç bilinebilir mi? Sonu gelir mi hiç okyanusun veyahut hangi ömür yetebilir ki buna? A’mâk-ı Hayâl’de, Aynalı Baba’nın Raci’ye ne söylediğini hatırlayalım: “Kim bilir şimdiye kadar kaç merkep yükü kitap okudun. Fakat bunlardan ne anladın? Hiç, değil mi? İnsanlar neyi bilirler? Zevk ve bencilliklerinin arzuladığı sanatsal birtakım şeyleri… Fakat hak ve hakikat hususunda ne bilirler? Hiç! Akıl yoluyla hakkı bulmak mümkündür. Fakat bilmek, anlamak mümkün mü? Ne konuşalım? Harfleri bir araya getirerek hikmet bilinebilir mi?” (Hilmi, 2020, s. 20-21).
Aynalı Baba’nın ihtarıyla, Odysseus’un başına gelenleri yorumlamak mümkün gözükmektedir. Kendimize sağdan soldan toplayarak yaptığımız ya da atalarımızdan miras kalan, başkalarının bize yapmayı öğrettiği gemiler de sallar da (edinilen bütün malumatlar) sonunda dalgalara teslim olacaktır. Yolculuğumuzu sürdürmemizi sağlayacak ilk unsur, başta kendi aklımıza güvenmektir. Çok açık ki, kim olursa olsun, bize ne kadar yardım etmek isterse istesin yine de bizim yerimize yüzemeyecektir. Oysaki “Reşit olmamak çok kolay. Benim yerime idrak işini yapan bir kitabım, benim yerime vicdan sahibi olan bir papazım (mürşidim), ne yiyeceğime benim yerime karar veren bir doktorum olsaydı kendimi sıkıntıya sokmama sebep olmazdı. Düşünmeye ihtiyacım olmazdı; bedelini ödeyebildiğim sürece diğerleri bu usandırıcı işleri kolayca benim için yerine getirirdi” (Kant, 2005, s. 225-226). Fakat okyanusun ortasında, kendi aklımızdan başka bizi kurtaracak olan kimsecikler bulunmamaktadır. O halde öncelikle şükürler olsun; okyanusa veya kimi zaman ise çöllere kendisini atanlara en başta!
Dönelim Odysseus’un kuşkusuna. Antik Yunan şüpheciliğine bakacak olursak: Sofist Protagoras’ın bütün kabullere karşı kuşku içeren, “Her şeyin ölçüsü insandır” savı, Gorgias’la birlikte “Hiçbir şey yoktur. Varsa bile insan için kavranılmaz. Kavranılsa bile öteki insanlara anlatılamaz,” anlayışına kadar uzanmaktadır. Bir başka deyişle kuşku, salt kuşkuda kalarak; “nihilizm” ile son bulmaktadır (Hançerlioğlu, 1995, s. 120). Odysseus kuşkusunu muhafaza etmekle birlikte, Tanrıça İno’dan gelen yardımı denemeye kalkışmasaydı, okyanustan sağ kurtulamayacaktı. Okyanusta mahsur kalan biri gibi, hiçbir şey yoktur düşüncesiyle yolculuğu eksik kalacaktı. Bu sebeple, Tanrıça İno’dan gelen yardımı kullandı ve bu yaşmakla yol aldı. Yaşmak, yalnızca gözleri açıkta bırakan bir başörtüsü. Kelime, Eski Türkçede “örtmek, gizlemek, saklamak” anlamına gelen “yaş-” fiiline, “-mak” mastar eki getirilerek türetilmiştir.[2] Ağız, burun, kulak örtülmektedir. Yalnızca gözler açık kalmaktadır. Bir başka deyişle, görmek dışındaki bütün duyular “askıya” alınmaktadır. Buradaki görünün ise, “duyusallıkla” ilişkili olmadığı; tanrısal bir görü, kavramsal bir görü[3] olduğu unutulmamalıdır.
Yaşmak, duyusal dünyaya mesafe almayı sağlamaktadır. Kavramsal görü, tikelleri birliğe getiren tümellerle görmektir. Bilincin sürekli tikellere gereksinim duymaksızın, kendi içeriği olarak kavramları (tümelleri) kullanarak düşünmesidir. Daha önce dile getirildiği üzere, tikeller gözlemlenerek veyahut tek tek felsefi irdelemeye tâbi tutularak okyanus bitecek gibi değildir. Ancak kavramlarla düşünmek, bu noktada yardımcı olmakta ve yol alınmasını sağlamaktadır. Sonuç olarak fenomene, deneyimlere ve dünyaya hakiki anlamını verecek olan da bu bilinçtir. Ayrıca Tanrıça İno, kahramanımıza yaşmağı okyanusta kullanmasını fakat yeniden karaya çıkınca kenara koymasını salık vermektedir. Çünkü karaya çıkmak, gündelik hayatın içine dönmek demektir. Sabah toplantıya yetişmek için kaçta uyanılması gerektiğine, hangi otobüsün kullanılacağına, filanca kıyafetin giyileceğine, falanca yemeğin yapılacağına karar verirken kavramsal görüyle hareket edilmemektedir.
Dönelim kahramanımıza; koca gemi filosu ve mürettebatıyla evine (kendi aslına) dönemeyen Odysseus; bir yaşmak ve bir tahta parçasıyla okyanusta hayatta kalmayı başarır. Teşbih olarak kullanılan “okyanus” burada tam da uygun düşmektedir. Her insan, kendi evine, aslına kavuşmak için bu okyanusu kat etmek zorundadır. Yeryüzündeki bilgi tüketilebilir mi? Veyahut Varlık’ın ucu bucağı var mıdır? Okyanus yüzülerek geçilebilir mi? Odysseus bunu, asıl anlamı kavramsal görü olan bir yaşmak ve bir sabitle (tahta parçası) yapmıştır. Fakat bu sabit de öyle bir sabittir ki, aynı zamanda “hareket” halindedir. “Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım” diyen Arşimet’i haklı çıkaracak, devinmekte olan bir tahtadır tutunduğu Odysseus’un. Bu onun, biteviye hareket halinde olan “kuşku”sudur.
Descartes, kuşkuyla cogito’nun varlığını onamıştır. Doğru bilgiye nasıl ulaşabilirim sorusu altında, şüpheyi öne alan filozof, ne olursa olsun kuşku duyabildiğini; fakat kuşku duyma kudretinin kendisinden kuşku duyamadığını kavrayarak; dayanak noktasına kavuşmuştur. Düşünüyorum öyleyse varım (cogito ergo sum) ifadesindeki düşünme ediminin sırrı; aslında herhangi bir yargıyı sabit kabul edememesinde yatmaktadır. Çünkü bu öylesine bir dayanak, sabittir ki, gücü hareketinden almaktadır. Kuşku, bir başka deyişle bilincin konu edindiği nesnesinin çelişiğini de bulabilmesi; donuk, sabit, statik bir durumla yetinememesidir. Bilinç, kendi kudretini ve dolayısıyla varoluşunu tam da bu kuşku sayesinde ispatlamaktadır. Tabii bu da “doğru bilgi”ye ulaşmak adına, modern felsefenin zeminine yerleştirilmiştir.
İşte Odysseus’un tutunduğu tahta; Descartes’ın cogito’su, Hz. İbrahim’in de putları kırdığı baltanın ta kendisidir. Kuşkudur, şüphedir. Devinim halinde sarıldığı bir sabittir. Hareketli bir dayanaktır. Sonrasında kendisini de yurduna götürecek olan gemiyi ona veren Phaiaklar’ın toprağına bu tahta parçası (artık kuşkusu diyelim) ve tanrısal yaşmak (kavramsal görüsü) sayesinde sağ salim varmıştır. Bu yazı için son kez Aynalı Baba’ya dönecek olursak, adeta Odysseus’a seslendiğine tanıklık edilecektir (Hilmi, 2020, s. 174): “Âlem bir deniz, sen bir gemi, aklın yelkeni, fikrin dümeni, kurtar kendini, hâ göreyim…” O halde, Odysseus’un yolculuğu nereyedir? Gerçekten dışarıya mı gitmiştir? Yoksa kendi özüne, mahiyetine yabancılaşıp geri dönmesi mi konu edilmektedir? Dikkatli okuyucular kararını verecektir.
Kimi metinlerde karşımıza çıktığı üzere, “yeniden çocuk olmak” sıklıkla methedilmektedir. Bunu saflık, duruluk, günahsızlık olarak düşünebilirsiniz elbette. Fakat alametifarikası, sürekli soru sormanın ta kendisidir! Bugüne kadar sahiden kavradıklarınızı bir gözden geçirecek olursanız; hepsinin arkasında tamamen kendi içinizden doğan bir merak, bir soru bulacaksınızdır. İnsan ancak kendi susuzluğunu (huzursuzluğunu) gidermek için bütün şartları seferber edebilir. Aksi takdirde her daim “bir şeyleri” öğrenmekle oyalanabileceğimiz zamanlar (mesela çeşitli adalarda senelerce kalmak gibi) olacaktır. Bu yolla bilgi artabilir, hatta buna koşut olarak, biraz retorik yeteneği varsa, toplumsal itibar da kazanılabilir. Ancak kavrayışın genişlemesi salt merak duygusuna, soruların varlığına bağlıdır.
Bu arada perimiz hâlâ bizi bekliyor, tabii sorunuz hazır mı bilmiyorum. Doğru soruları sormak başlı başına bir mesele sahiden. İtiraf edeyim yola, Gılgamış’ın Enkidu karşısındaki “ölüm korkusu” beni çıkarttı. Fakat “ölmekten korkuyorum” demek, aslında biraz açacak olursak: “Ben” ve bu “ben dediğim varoluşun” ölmekten korktuğunu ileri sürmektir. O halde peşi sıra hakiki ilk soru gündeme geldi demektir, hani umudum bu ya, belki sizin de işinize yarar: Bu “ben” dediğim ne ola ki ölmekten korkuyor? “Ben” dediğim şey de kimmiş, neymiş, niye buradaymış? Amacı ve anlamı neymiş? İşte bu soru, cevabını talep ederek düşüncenin izini takip etmek için Homeros’a gitmiş bir vakit. Sonra da dönmüş, bu yazıyı yazmış. Laf aramızda; Odysseus da Aynalı Baba da bahane. Bir soru sormak, “şeyleri” değil de insanın kendi varoluşunun anlamını merak etmesi ise şahane!
Okyanusta boğulmamak dileğiyle.
Kaynakça:
Hançerlioğlu, O. (1995). Düşünce Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Hilmi, F. A. (2020). A’mâk-ı Hayâl. İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Homeros. (2018). Odysseia. (A. Erhat, & A. Kadir, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Kant, I. (2005). Aydınlanma Nedir? (A. Yayla, Dü.) Liberal Düşünce (38-39), 225-230.
[1] İsmail Emre’nin, “Ne kadar methetsek az; hakikat hiç pas tutmaz, bu gönül ağacında her kuş yuva yapamaz” dörtlüğü ile başlayan doğuşunda saydığı bütün nitelikler (sabır, tahammül, tenezzül gibi), Odysseus’ta da tespit edilebilir.
ismailemre.net/ic-kaynak-dergisi-sayi-15/
[2] https://www.etimolojiturkce.com/arama/ya%C5%9Fmak
[3] İnançlı bir insanın “Tanrı” ifadesiyle kastettiği ile filozofun “kavram” dediği, esasında birdir.