Okuma süresi: 25.17 mintues

Bu kez derginin ismiyle müsemma bir “deneme” çabasının içerisindeyim: Düşünüyorum. Dolayısıyla yazıda affınıza sığınarak kaynaklara ağırlık verilmeyecek. Bu tabii ki başkalarının düşüncelerinden faydalanmadım demek anlamına gelmiyor. Sonuçta insan, bir ayağıyla tarihe uzanan bir varlık değil mi? Sözgelimi bugün bir kişi piyano çalmaya niyetlense, mağaradaki yankısıyla sesini bir melodi çıkarmak için temrin etmeye çalışan heyecanlı atasının ruhuna borçlu sayılmaz mı hiç? İşte insan, böyle görünmez bir iple sıkı sıkıya bağlıdır koskoca insanlığa. Hatta kimilerinin “ayrık” olma fikri bile, mutlak surette bu birliğin zorunluluğunu taşır içinde. Görenlere, duyanlara kuşkusuz. Çünkü borçlu değildir mirası tevarüs etmek için azimle çalışmayan. Beridekine de aslında “borçlu” değil, “vefalı” denir, tabii eğer hakkını teslim edebilirse. İyi de hakkını nasıl teslim eder bir insan, elinden tutup kendisine görmeyi öğretene? Baktınız olmadı, çözüm oldukça sade! Sonuçta canını verdi mi[1], kökünden çözülmez mi mesele?

İşte böylece yazmaya da başlamış olduk, yalnızca kalemle birlikte düşünceleri zapt etmek maksat. Kendi kendine konuşsan olmaz mıydı derseniz; olurdu, olurdu muhakkak. Lakin bildiğiniz üzere toplumda kendiyle konuşana “deli”, yazana “akıllı” muamelesi yapılıyor.[2] Oysaki yazan delirmeden, deli ise yazmadan, besbelli ki ikisi de havayla cıva. Dünyayı yeniden görme ve yeniden düşleme arzusunu bulmadıysa insan yüreğinde, niçin tekrar eder beylik lafızları? Olsa olsa, kendisini ikna değil midir öyleyse başta çabası? Daha kendisi sindirememiş, tutmuş bir de bir başkasını inandıracak… Yok canım!

Sonuçta düşünceleri yazmanın bir faydası da bu: Tıpkı Hansel ve Gretel masalındaki gibi geçtiğiniz yollara ekmek parçaları bıraktığınız için, ufukta tekrar aynı yere çıkma ihtimali belirirse hemen meçhule sapabilirsiniz. Tabii bilinmeze gitmek[3], bir parça çocuksu merak, keşif arzusu ve çokça cesaret de gerektirecektir. Zaten “ne pahasına olursa olsun riske girmeden yaşamak, yaşamlarımızı kısırlaştırmak demek değil midir?” (Morin, 2017, s. 6).

İşte bu yüzden iddiasız, davasız, sadece “Düşün-ü-yorum”. Yani bu kez yazının içinde “düş”, “düşünce” ve “yorum”, tabii ki bolca mevcut. Laf aramızda, kimi zaman bu yüzden aslında tam da “uyduruyorum” ama eğer “uyuyorsa” herhalde bir beis yok demektir.

Niceliksel Birikim Niteliksel Dönüşüm

Sanatın farklı dallarının, önünde sonunda öz farkındalığı konu edindiği gözlemlenebilir. Özellikle “konu nesnelerini” tükettikçe açıldığı görülmektedir bu alanın. Sözgelimi bir dönem gelir, birçok ressam resim yapmayı resmetmeye başlar. Yahut yazarlar artık romanlarını, “yazmak hakkında” kuruyordur. Yönetmenlerin kamerayı bir yönetmene, bir film setine çevirdiğine tanıklık edilir. Örnekler çoğaltılabilir fakat özetle her sanat dalında bu eğilim, içeriklerin niceliksel olarak çoğalmasından ve çeşitli konuların tüketilmesinden sonra ortaya çıkar. Peki ya “Bilme” edimi için de aynı yasa geçerli değil midir?

Bilme edimi de tıpkı sanatlarda olduğu gibi, belirli bir doyuma gelmeden, kendisine “Bilmeyi” konu edinmeyecektir. Dikkat ederseniz antikitede de arkheyi arayanlar başı çeker. İçerikler üzerinden kendisine geri dönen düşünce ise; Thales, Anaksimandros, Anaksimenes gibi doğa filozoflarını geçtikten sonra, ancak Sokrates’e varınca ortaya çıkar: “Kendini bil.” Bahsedilen bu doyum, esasında aynı zamanda da doyumsuzluktur; zira bilginin uçsuz bucaksızlığı ve tüketilemezliği karşısında radikal bir sıçrama özlemine can verir. Cehalet paradoksu şöyle söyler; herhangi bir alanda öğrenilen her bilgi, insanın önceki bilgi durumunda bihaber olduğu yeni ve bambaşka ufuklar doğuracaktır. Nitekim edebiyatla hiç yoğrulmamış biri için, gerçekten de alan oldukça basit zannedilir; Dostoyevski, Tolstoy, Balzac vb. harcıâlem isimlerden oluşan, sınırlı bir dünya vardır. Fakat okudukça alanın fethedilmesi bir kenara, tıpkı evren gibi genişlediği dahi görülür. Bir yazar okurken, çoktan beşinin daha adı not edilmiştir ve nihayet mağlubiyet kabul edilir: Tikel bilgi nesnelerini geçerek, alanı kuşatmak ve dahası “Bilmek” mümkün değildir, kaldı ki bir insan ömrü de zaten buna imkân vermeyecektir. İşte ancak şimdi, düşünce, karşısında bulduğu sınırları, eş deyişle sonluluğunu aşmak için sıçramayı tüm kalbiyle çağırmaya girişir. Ne olursa olsun, sahneyi çevirmek zorundadır. Sahnelenen oyunların ucu bucağı gelmiyorsa, tüm bunları sahneleyene tanık olmak ve içeriklerin tümünü bu tepede izlemek en büyük tutkusu haline gelecektir.

Öyleyse hangi alan olursa olsun, her belirlenim aynı zamanda bir olumsuzlama, negasyondur. Bir başka deyişle belirlenimler, eksikliği de (yani belirlenmeye çalışılanın neyden ibaret olmadığını da) gösterir. Bu sürecin kendisine soyutlanma da denilebilir. Negasyonla dizilen taşlar, ağırlık yapmaz; bilakis hafifletir. İnsan ancak belirlenimleri bu metodolojiyle koyar ve koyduğunu kaldırır. Aslında süreç tıpkı yemek yemeye benzer. İnsan yediğini dönüştürdüğü takdirde neşvünema bulur ve bir gaye uğruna emek ortaya koyacak canlılığı sağlar. Aşını saklamaya kalksa, bırakın faydalanmayı bir de üzerine yiyeceğin kendisi kokuşur. Üstelik tefessüh eden yiyecek de değildir aslında, insanın bizzat kendisidir.

Aslında insanın; zamanın, gelip geçiciliğin, sonluluğun kendisinden çekip alamayacağı bir doyum, bir tatmin aradığı görülür. Fakat hiçbir duyusal tatmin, ona bu doygunluğu veremez. Nasıl ki susamak her seferinde suyun ortadan kaldırılmasıyla dindirilen fakat çok yakın bir gelecekte geri dönecek bir “yoksunluğun” ifadesiyse, sahipliklerin tümü de bitmek bilmeyen bir kısır döngü içerisinde elde edilme zannına tabidir. Hatta bütüne hizmet etmeyen zihinsel birtakım bilgiler de esasında aynı safta yer alır. Çünkü doyumlarının bağlandığı ipler her zaman sonlu ve sınırlı olanla ilişkilidir. Bu durum, bir labirentin içindeyken, özgürlüğe götürmeyen bir ipi elde beyhude saklamaya veya bir ipten bir başka ipe geçerek, yolların çokluğunu niceliksel olarak takip etmeye benzer. Üstelik bu kez hapishane saklanmıştır çünkü upuzun yolları kat etme izlenimi, geniş bir mesafe yanılgısı verir. Oysaki yol, yürünüp bitirilmek içindir. Hiç kimse Ankara’da beklenirken İstanbul’dan yola çıkıp, her seferinde daha geniş çemberler çizerek yolda kalmak istemez. Kalırsa, kat ettiği uzam ne kadar geniş olursa olsun, yolun kendisi bir labirente bürünür. Buna karşın labirente çözüm olan Ariadne’nin ipiyse, daima gayesine bağlı kalır. Birbirini takip eden, ilişkileri yer yer güçlü bir duyu belleğinin araçlarıyla (sözgelimi bir tat, bir koku, bir imge gibi) muhafaza edilen ve kavramları her seferinde bütün ilişkileri altında kurarak giderek genişleyen bağlam, insanın havsalasıdır.

Öğrenme arzusunu çoktan yitirmiş bir insanın havsalası sabitleşir. Mevcut olanın üzerine daha fazla argüman boca etmek ve böylece esas özlemi örtbas etmek için çalışır.[4] Bununla birlikte, sahici bir merak, gayesi bütünü bilmek olduğu için, bulunduğu her konumu yıkmaktan ve gerekiyorsa baştan inşa etmekten çekinmeyecektir. Bunun sebebiyse, yalnızca başka türlüsünün yüreğindeki susuzluğu dindirmeye hizmet etmemesidir. İnsan, bulunduğu yerde herkesi kandırabilir fakat kendisini, bağrındaki bütüne duyduğu özlemi asla avutamaz. Bu yüzden “bilgi” aşamalara, geçişlere ve sıçramalara değil, yatay bir düzlemde daha fazla ağırlık biriktirmeye hizmet ediyorsa, zorluk başlar. Zira sıçramak için evvela çocuksu bir cesarete yani hafifliğe ihtiyaç vardır. Oysaki ağır bir birikim egosantrik doyumu beslemeye başladığı için kendisini negasyona uğratmayı göze alamaz. Sıçramak, aşmak; bir başka deyişle bugüne kadar çizgi çizilen, sınırlanan yani kişinin kendisini tanımladığı varoluşundan vazgeçmesini, olumsuzlamayı da ifade eder. Bu da insanın, iye olduğu bir varoluş kipini ölesiye yerle bir etme girişimini gerektirir. Mesela günahla pimi çekilen tövbe eyleminde bu olgu açıkça gözlenebilir. Hatta bu koşulda öznenin, eylemlerinden utanç duyduğu karakterini yıkabilmesi daha olasıdır. Esas zor iş ise sevdiğinden vazgeçmeye gelince başlar. İnsanın kendisini zevkle tanımladığı bir özden, bir belirlenimden, bir kimlikten yüz çevirmesi için; mutlaka başka türlüsünü yapamayacağını hissetmesi gerekir. Aksi takdirde ikametgâhı sabitlenir.

Peki, negasyon nereye kadar devam eder? Aslında kendi huzurunu, sakinliğini sağlayana kadar sürer; zira sınır, kişinin istidadına ve yüreğinde çekirdek olarak taşıdığı bütünlüğün özlemine bağlıdır. Kişinin kendisinde saklı bu potansiyel özlemi, edimselleştirecek olan ise aşktır.

Bu olgu, tasavvufta “kabını genişletmek” olarak geçer. Kabını genişletmek için, yanıp tutuşmak, âşık olmak bu yüzden gerekir. Sonuçta “kap” diye bahsi geçen havsalanın kendisi, günümüzdeki aygıtlar gibi bir tür depolama belleği değildir ki bir öncekinden vazgeçmeden yanına ekleme yapılabilsin… Öyleyse her kap, önce kendini doldurmak için bilgiyle yüklenir, belirli bir doygunluğa geldikten sonra eğer süreç devam ediyorsa kendisini yükseltgemeye başlar. Buradaki “kap”, “Bilme”; “doldurulan” ise “Bilgi” diye okunacak olursa; insanın kendi serüveniyle, disiplinlerdeki sürecin tetabuk ettiği açıkça görülecektir. Aşk ise bu örnekte daha hızlı ilerlediği için bir kısa devreye benzetilebilir. Nasıl ki elektronik devrede bir hata sonucu direnç düşük kalıyorsa, insan da adeta eksantrik sayılabilecek bir yaşantı olarak âşık olunca, dirençlerini -bir başka deyişle Freudyen ego savunma mekanizmalarını- devre dışı bırakır. Toplum içindeki gündelik işlerde tuğla üzerine tuğlalar örülerek inşa edilen ego, aşk gelince yerle yeksandır.

Velhasıl görüyorsunuz ya, niteliksel bir dönüşüm uğruna yeniye yer açmak için, öncelikle eskinin yanması, kül olması gerekmektedir. Ne derler, maziyi terk etmeyen, istikbalini bulamaz. Biteviye aynı günü yaşamaya devam eder. Dönüştürücü yollar karşımızdadır; tövbeyle de, aşkla da, praksisle de gidilebilir. Öyleyse her varoluş kipinin, kendi sürecinde başkalaşımı için geçeceği farklı bir güzergâh bulunur.

Elbise Giyen Düşünce ve Arzu

Düşünce, tamamen içsel, batındır; sadece düşünenin kendisi içindir. Kimse kimsenin yerine düşünemez ve dahası düşüncesini, salt düşünce olarak da aktaramaz. Çünkü düşünce, kamuya her çıkışında bir elbise giyerek karşımıza çıkar: Söz. Bu söz ağızdan çıktığında, kendisi bir araç olarak, gideceği limanda karşılanmayı ve içeri alınmayı beklemektedir. Giden söz esasında, bir başka özbilincin düşünceyi kendi için kılması adına bir teklifte bulunmaktadır. Bu yüzden kimi zaman adına “tahrik”, kimi zaman da “teşvik” denilir. Düşüncenin her tezahürü, yalnızca bir araçla muhatabına ulaşır ve giydirilen elbisenin alıcı tarafından benzer bir anlayışla soyulması ümit edilir.

Diyalog, bir özbilincin bir başkasına hükmetme girişimine çevrilmeye çalışıldığı her an ıskalanır ve başarısızlığa mahkûm olur. Mesele, bir aklı, bir başka akla tabi kılmak değildir. Bu, olsa olsa hükmedeni egosantrizme, tabi olanı da aptallaşmaya götürür. Artık birincisi “kendisinden”, ikincisiyse “başkasından” kuşku duyma olanağını yitirmiştir. Oysaki sahih filozofun derdi, kuşkudan sonra müşterek olanın, ussal olanın ortaya çıkarılması için uğraşmaktır. Zira filozofun düşüncelerinin onanması, ancak ve ancak bir başkasının da filozofla beraber Söz’ü soyarak aynı düşünceyi kendi özbilincinde bulmasıyla gerçekleşebilir. Fakat bulma edimi, koyulanın bulunması değil, düşüncenin özdeviminin aynı hakikatlere varmasıdır. Zira kimse bir başkasının yerine düşünemeyeceği ve düşünce içe ait olduğu için, düşünce ancak özdevim ilkesiyle kendisinde uyanabilir. Öyleyse filozof, dışarıdan gelecek her sözü soyması ve kendi hakikati olarak kavraması için, aslında en başından itibaren muhatabının “aklına” peşin bir güven duymaktadır. Muhatabının aklı derken, burada spesifik bir şahsa ait bir akla inanç değil; esasında bizzat “özbilincin” kendisine güven duyulması söz konusudur. Düşünce, ancak ne onun ne de ötekinin olduğu zaman yalnızca sıradan bir iddia olmaktan kurtulur ve hakikat olarak kendisini kendisinde onaylar. Dolayısıyla hiçbir tezahür, (Söz veya dahası Mutlak’a varan sistematik bir felsefe olsa dahi[5]) bir araç olmanın ötesine geçmemelidir. Düşüncenin tecessüm etmiş halinin mutlaklaştırılması; aklı sabitler, tefessühe neden olur. Zira araçların amaç sanılması halinde, ortada “devimsiz bir düşünce” vardır. Bu, olsa olsa kafeinsiz kahveye ya da teolojide ifade edilecek olursa insansız bir Tanrı’ya[6] benzer. Bir sözü ya da bir sistemi salt ezberlemeye girişmek, kafeinsiz kahve içip kafeinin etkilerini ummaya çalışmak gibidir. Boşa kürek çekmeye veya salt biçimsel kalmaya başından yazgılıdır. Bu duruma başka alanlarda da tanıklık edilebilir: Sanatta “Güzel” addedilen eserleri bir çırpıda saymak ve hatta eserlerin bizzat nesnesine dahi sahip olmak fakat buna karşın içsel Güzel’in asla uyanmaması da; dinde, tüm kabul gören ritüellerin gerçekleştirilmesine rağmen hiçbir içsel dönüşüm yaşanmaması da aynı aciz, biçare durumu örnekler. Buna karşın karşılıklı konuşma, esnasında kendi başkasını aştığı ve onunla aynı çıkarsamalarla yürüdüğü zaman düşünce, kendi özsel hakikatine kavuşur. Özneleri aşarak onanır. Dolayısıyla öznelerin kendisine de aşkın kalır.

Tanrı, yürek ve akıl için en yüksek düşüncenin kendisidir. Tikel olmayan, koşullanmayan fakat aynı zamanda bütün olanın gerek felsefi ifadesi gerekse de Tini harekete geçiren tutkuları taşıyanı işaret etmek için kullanılan bir kavramdır. Tanrı veya “mutlak” olanla insanın karşılaşması -ki özne onda içrek hale gelip erimedikçe veya kendine içkin olarak aslolan varoluşunu onda bulmadıkça- her zaman bir ikilikte zuhur edecektir. Musa’nın “Ben olan ben” sıfatıyla konuşması hem dolayımı gösterir hem de tikel bir varlığın negasyonunu içerir, eş deyişle Musa, Musa olarak; evrensel olanla diyalog içindeyken Musa’nın tikel varoluşunu yadsımakta, daim aşkın kalacak olanla, aşkınsal bir ahit yapmaktadır. Mutlak olanla insanın ilişkisi, vecd dışında evvela bu ikilik üzerinden kavranılır.

Duyusal nesnelerde, arzunun mutlak yadsıma kudreti yaşanır. Örneğin, canım üzüm çektiği zaman, dalından koparır ve teklifsizce yerim. Arzum belirli bir süre için diner ve ortada üzüm müzüm bırakmaz. Üzümü öğütürüm, üzümü kendi varlığıma katarım. Üzümle bir olurum fakat bu birlik; bir tarafın kalıcılığını (benim varoluşum), bir diğer tarafınsa faniliğini (üzümün) taşır. Oysaki mutlak olana duyulan arzu söz konusu olsa, böyle bir ilişki imkânsızdır. Mutlakla birliğin tek yolu, o kendisini benim içimde eritemeyeceğine ya da havsalam mutlağı (duyusal nesne arasındaki fark anlaşılsın diye aynı kelimeyle devam edeceğim) öğütemeyeceğine göre, benim onda yok oluşumdur. Eş deyişle bu kez benim “üzüm” olmam gerekir! Yani terazinin ağırlığı bende değil, ondadır. Sabit odur. Dolayısıyla “ben (ego)” onun karşısına, sadece göreli bir varoluş olarak çıkarım. Öyleyse niyet, eğer içtense, kendini negasyona uğratma zorunluluğuna götürecektir. Kısacası mutlakla kavuşmak için, kendimden vazgeçmem gerekecektir. Ancak ilk uslamlamada buraya varmak, gizlice Tanrı’yla a posteriori bir karşılaşmayı da ön gerektirir. Oysaki mutlak olanın kendinde kalarak kendiyle bir olması için, bir sonluyla özsel bağıntısının bulunduğu apaçıktır. Sonsuz, sonlu ilişkilere aşkın olarak sonsuzdur. O halde, ilk negasyon, mutlak karşısında gösterdiğim bir geri çekilme olamaz, us, ilk negasyonu esasında Mutlak’ın benim kendi öznel varoluşum için değillenmesi olarak bulur. Fakat henüz farkındalığa sahip değilken yaşanan bir deneyim olduğu için, bunu ancak retrospektif bir bakışla çıkarsar. Bu da Mutlak’ı başlangıçta varoluşuma “içkin” kılar. Sonlu, sonlu olarak değil, sonsuzu taşıyan “Bütün” olarak zuhur eder, fakat kültürün sonsuzu değillemesi, bir tikel sonluyu yaratır. Öyleyse ilk negasyon başıma gelir, ilk bakışta bir seçim söz konusu değildir. Mutlakla kavuşturan negasyon ise; aslında negasyonun negasyonudur ve başlangıçtaki körlük yerini, artık kendinin bilincini taşıyan ayrımlı birlik haline bırakmıştır. O halde Varlık, yokluktan sonra açar tutkuyla bağlanmış yüreğe kendisini. Ancak böylece düşüncenin özdevimi hakkında konuşulabilir: Çünkü Mutlak’ın negasyonuyla sonlu olması ve sonlunun mutlakla yeniden karşılaşma sürecinin tamamı, salt kendinden sadır olan bir harekettir. Dışarıdan bir uyaran asla içermez.[7]

Başlangıçta bir insan (sonlu) olarak kâinatı (Bütün’ü) deneyimlediğini düşünen özne, Bütün’ü kendisine içkin bulduğunda; aslında bir Bütün olarak insanı deneyimlediğini fark eder.

İnsanın Tanrı Kavrayışı

Kişilerin Tanrı fikri, onların bilincinin biçimleri konusunda apaçık bir beyanat sunar. Doğaya bakıp Tanrı’yı sadece doğaya hasreden bir kişi, açıktır ki; sınırlı, eğitimsiz ve yalnızca duyusal bir bilinçle yaşamaktadır. Oysaki Tanrı, bir nebze tefekkür edildiğinde gündelik kanaatlerde dahi duyusal varoluşların tümünü aşandır. Tanrı’yı çiçekte görmesine rağmen kendisine yakıştırmamak; kendi varoluşunun olanaklılıklarını örttüğü için beşerin Tanrı düşüncesine atfettiği esas yüksekliği gösterir! Zira hiçbir beşer, mesela açmamış bir çiçeğe bakıp Tanrı’yı anımsamaz! Ancak ve ancak kendisini gerçekleştirmiş olanda Tanrı’nın tezahürünü dolaysızca yaşar. Öyleyse doğada dahi Tanrı’yı hatırlatan salt duyusallık değil, gizil olanın açığa çıkmış halidir, tohumun kendisini gerçekleştirme ereğidir. Bu bakımdan beşerin, özbilinçli ve kendisinde tüm isimleri cem etmiş, bir İnsan-ı Kâmil’le karşılaşmadan Tanrı’yı insana yakıştırmaması, aslında olağanüstü bir sezgidir. Zira bu anlayış, Tanrı’yı duyusallığa aşkın kılan bilinçdışının kayıtlarını da temsil eder.

Filozof ise, bu aşkınlığın “düşüncenin” bizzat kendisine ait oluğunu bilir. Filozof için Tanrı sadece bir düşünce değildir; çünkü evvela düşünce zaten özü itibarıyla Tanrısaldır. “Ben (ego)” ilinekseldir; ta ki kültürün yarattığı “Ben’i” terk edip, yerine ezeli ve ebedi Ben’i geçirene değin.[8] Bu “ezeli ve ebedi olan Ben” ya da “Tanrı”, aklı özgür bırakan düşüncenin bizatihi kendisidir. Tanrı’ya atfedilen her nitelikte, insan kendi özbilincini tanır. Refleksiyon bulur: Tanrı “zorunludur”, evet çünkü akıl ussal olanı düşünür. Tanrı “aşkındır”, evet çünkü düşüncenin kendisi aşkındır. Tanrı “mutlaktır”, evet çünkü sabit olmadan bilgi yoktur, insan pergel gibi çalışır, bir referansa göre nispetle bilir. Tanrı “bütündür”, evet çünkü hiçbir şey; soyut, tikel varoluşunda bilinemez ancak bütün ilişkileri üzere bilinir. Tanrı “iyidir”, evet çünkü varlığın ve düşünmenin bizatihi kendisi iyidir, varlık olmayan konu dahi edinilemez, var olmak iyi olmaktır. Tanrı “kuşatılamaz”, evet çünkü düşüncenin hareketi negasyondur ve negasyonun negasyonu dahi -sonunda bir tür içeriksizliğe varsa da- olumsuzlamaya kabildir.[9]

Sonuç olarak sonsuz bir devim kudreti her insanda potansiyel olarak bulunur. Zaten içerik olarak ne düşünürsem düşüneyim -son tahlilde bütünlük olduğu için bunun adı Mutlak ya da Tanrı olsun- düşüncenin nesnesinden evvel, düşünmenin kendisi gelmeyecek midir?

Öyleyse Tanrı ile düşünmenin kendisi olarak, yani sınırlanmamış ve aşkın bir öz olarak karşılaşılması, insanın havsalasını, ufkunu genişletmesi demektir. Çünkü insan, bu kavrayışta esasında kendi sonsuzluğuyla karşılaşmaktadır. O halde sözgelimi bir kültürdeki Tanrı’nın sahihliğini dahi ölçmek olasıdır: O kültüre mündemiç Tanrı’nın yeri geldiğinde kendisini dahi değilleyip evrensel olana bağlanma kabiliyeti, bir ölçü olarak bize kültürün hakikiliği hakkında bir fikir verir. Çünkü bir başka kültüre kucak açamayan Tanrı düşüncesi, o kültürün salt anneannelerden devşirdiği biçimsel kurallar manzumesidir.

Din, kendinde somut tek bir bütünle karşılaşılan ve tüm duyusallığın ötesinde bir bütüne gerek imgelemim gerekse de yüreğimde varlık olanağını açan alandır. Peki, bunun bilgisi nedir? Sonuçta bu bir deneyim. Çıktısı nedir? Tezahürü öznel, ibadeti de kimi zaman şahsın deneyimi kimi zamansa bir arada, toplumsal yaşanır. Fakat sistematik bir bilgisi yoktur. Peki, öyleyse bu biricik deneyim bize ne sunabilir? Dini deneyimde karşılaştığım somut bütünlük kavrayışı; farklı disiplinlerden edinilen bilgilerin felsefenin bütünleyiciliğiyle tüm ilişkileri altında, bilimsel bir metodolojiyle bir başka özbilince de apaçık olacak şekilde kavramsallaştırma çabasının uyanışına sıçrar: İşte Din’i, Tin’e taşımak, kendinde tek bir somut Bütünlüğün kavramsallaştırılmasıdır. Dolayısıyla dini hakiki manada yaşayamayanın felsefesi de güdük kalır. Farkı nedir? Farkın bizatihi kendisi. Din’i deneyimde fark yadsınır; ben ona içrek hale gelirim. Felsefeyse özbilincin kendisini negasyona uğratmasıdır, farkın inkâr edildiği değil; korunarak bilinçli, metodolojik yadsındığı bir bütünlük olarak kendisini açımlamasıdır. İkisinden biri, ötekinden daha iyi demek değildir tabii bu. Bu sebeple ikisinden biriyle yetinemez insan. Aksi takdirde ilk yolda kuvvetli bir deneyim, bütünsel bir vecd adına aklı yadsıyan; ikincisindeyse kalbi atmayan, kendinde bütünlüğün dönüştürücü halini giyinmemiş soyut, zihinsel bir tasarımın bilgiçliği çıkar ortaya.

Esasında bahsedilen olgu, aynı zamanda en harcıâlem deneyim için dahi geçerlidir: Farklı şarapların tadını bilen fakat niteliklerinden, nasıl yapıldıklarından bihaber olan bir insanı ele alırsak; şarabın kuşkusuz ona zevk verdiğini söyleyebiliriz. Zira dostlarına ikram etmekten de geri durmayacaktır. Ancak bir dostu, herhangi biri hakkında soru sorduğunda verebileceği yanıtlar sınırlıdır: Olsa olsa “Bilmiyorum”, “güzel”, “sevdim” ve “iyi” demekle yetinebilir. Zira bilincinde “farkları” ifade edebilecek kavramsallığı, yetisi yoktur. Bunun bir karşıt örneği ise, şarap hakkında türlü makaleleri okumuş fakat hiç tatmamış, deneyimlememiş bir bilgicin acınası durumuna benzer. Üzümlerinden mayalanmasına, şişelenmesinden dinlendirme süreleri ve saklama koşullarına kadar birçok farkı ayırt edebilecek bilgisi vardır; yine de deneyimi olmadığı için anlattıkları “kupkuru” sözlerden ibaret kalır. Şarap içenin heyecanlı, özlem dolu ancak oldukça çocukça ya da beceriksizce kendisini ifade etme girişimlerine karşın; bu kez karşımızda bir söz ustası durur. Yine de ne hikmetse ağzından çıkan hiçbir söz dinleyene tesir etmez, attığı nutuklardan sonra kimsenin canı bir yudum dahi şarap çekmez. Sözlerinin sadece kitabi olduğu hemencecik hissedilir. İşte itidal, orta yoldur. Fakat bu kez orta yol, uçlardan geçerek gelen ikisinin birliğinde bulunur. Farkları çoğaltırken, deneyimdeki bütünlüğü de dolaysızca yaşamak.

Bitirirken…

Kimi zaman kaybolup rastgele yürümek oldukça güzeldir. İlgi çekici olan farklı nesnelerin peşine takılarak gezmek, sürüklenmek. Tıpkı bir flanör gibi bir sokaktan diğerine, bir pasajdan ötekine salınmak. Düşünce için bu tarz bir yürüyüş, çağrışımla kurulur. Kimi zaman birini dinlerken bile “söylediklerin bak aklıma ne getirdi” deriz ve birden bizi tetikleyen bir anahtarla bambaşka bir fikre sıçrarız. Kaldı ki, kendi kendimizle diyalog içindeyken de bazen bunu deneyimleriz. Sıklıkla da sonunda şaşar, kalırız; zira başladığımız nokta ile vardığımız yer arasında adeta bir obruk vardır.

Lakin eğer yazmaya kalkarsak, irade devreye girer ve bu batında şimşek hızında çakan düşünceleri hizaya sokmaya başlar. Konu bellidir ya da en azından spesifik başlıklar vardır ve sadece bu bağlam üzere yazılacaktır. Böylece us, bir taraftan kendi yolunu yürüme pratiği yaparken (eş deyişle, kendi için bir bütünü tamamlamaya niyetlenirken) diğer yandan çağrışımlara set çeker ve onları bir uslamlama sırasına dizer. Evvela kalemde toplanan dikkat, gitgide dışsal yolunu tamamlar ve bilinç tahtında kendi yerini bulur. İşte, sonunda bilinç için bir lamba anahtarı kazanılmıştır. Bundan sonra kişi dikkatini dilediği zaman yoğunlaştırıp, hızını yavaşlatarak düşüncesini zapt etme; dilediği zamansa çağrışıma geri dönerek damdan çardağa atlayıp, zevk alma iradesini kendinde saklı tutabilir. Böylece, en az ne söyleyeceğini bilmemek kadar, ne söyleyeceğini bilmek de bir özgürlük deneyimi haline gelir.

Kutluhan Meral


Kaynaklar

Arabî, M.-i. (2020). Günümüz İnsanına Fusûsu’l-Hikem. (H. Kılıç, Çev.) İstanbul: İnsan Yayınları.
Baudelaire, C. (2001). Kötülük Çiçekleri. (A. Necdet, Çev.) İstanbul: Adam Yayınları.
Berger, A. A. (2022). Kültür Eleştirisi. (Ö. Emir, Çev.) İstanbul: Alfa Yayınları.
Morin, E. (2017). Aşk, Şiir, Bilgelik. Konya: Palet Yayınları.


[1] Can vermek, olsa olsa uğruna adanmaktır. Ustanın gayesi, aynı zamanda “us”un gayesidir. Sürecin edimsel olduğunu vurgulamak için kısaca “özgürleşme” diyelim. Fakat aynı zamanda işteş eki, karşılıklılık vurgusu da içerir: Hem insanın ürünüyle ilişkisi hem de insanın bir başka insanla (kendi-başkasıyla) olan mütekabiliyeti. Öyleyse can vermek, bir kıble uğruna adanmayı, gece-gündüz demeden, yeri geldiğinde her türlü hevesi ve ilineksel uğraşları bir kenara itiverecek çalışma azmini vurgular.

[2] Bu noktada Mihail Bahtin beni uyarıyor. İletişim zaten doğası gereği diyalojiktir. Yazma süreci dahi, aklımızdaki hâlihazırda var olan bir dinleyiciye hitap eder, ona yönelir. Dolayısıyla herhangi bir metin monolojizm (kendiyle konuşmaya) değil, başta karşılıklı konuşma üzerine kurulmaktadır (Berger, 2022, s. 51-52). Görünürde tek bir ses olsa da… Bu da yukarıda bahsedilen görünmez ipin bir başka ilişkisel halidir.

[3] “Bilinmeze gitmek” tabiri, aslında Charles Baudelaire’in bir şiirine atıf için kullanılmaktadır (2001, s. 175): “Ey Ölüm, koca kaptan, demir alalım! Haydi! / Bu diyar sıktı bizi, Ölüm! Açalım yelken! / Siyah olsa da deniz ve gök mürekkep gibi, / Kalbimiz ışıklarla doludur, bilirsin sen! / Akıt bize zehrini, güçlenelim daha da! / Bu ateş öylesine yakıyor beynimizi, / Cennet ya da Cehennem, dalalım bu girdaba, / Bilinmez’in dibine, bulmak için yeniyi!”

[4] Bu da labirentteki çıkmaz sokakların çokça gezilmesine benzer.

[5] Yaşamın, tarihin güçlü ruhundan yoksun kalan ve yalnızca zihinsel, biçimsel olarak tasarımlanan, sıkı bir hakikat dahi olsa, hiç kimsede etki yaratamaz.

[6] Edimsel olmayan bir Tanrı, alametifarikasını (bkz. yaratıcılık, her an bir şende olmak) yitirmiş, dondurulmuştur.

[7] Oysaki bir zamanlar güneşin kızarttığı üzümün sulu ve iri tanelerini, sadece kendi dışımda gördüğüm için arzulamıştım…

[8] Geçirmese ne olur peki? Süblime edilmeyen her tikel yaşam, atomize halde kendi psişesinin sorunlarıyla yatıp kalkmaya devam etmeye mahkûmdur. Kuyuda yaşar, kuyuda ölür.

[9] “Bu sebeple biz, Zatı ile ilgili bilgi dışında, O’nun varlığını kendimiz vasıtasıyla biliriz ve dolayısıyla biz Hakk’ı, hangi niteliklerle tanımlıyorsak, aslında kendimizi tanımlıyoruz demektir. Böylece biz, O’nu kendimizle ya da kendimize bakıp tanırız” (Arabî, 2020, s. 26).

Kutluhan Meral
+ Son Yazılar