Okuma süresi: 7.9 mintues

“Tinin Fenomenolojisi”nin ilk bölümü “bilinç” ile başlar. Fakat Hegel, bilinci koyutlayarak işe girişmez. Zemin olarak sırasıyla bilinci ve bilincin duyumsadığı şeyi gösterir. Ardından adeta bir tenis maçı gibi sırayla “başlangıç” için geçiş yapmaya başlar ve esasında başlangıcın tek yanlı bir belirlenime yüklenemeyeceğini teşhir eder. Okuyucu için bu eser, hiç de alışageldik felsefe kitaplarına benzememektedir. Olması gereken, ilk bölümde tüm kitabın temelleneceği bir iddiayı ya da iddiaları varsayımsal olarak kabul ederek başlamak ve kalan bölümlerde bu savı haklı kılmak için okuyucuya türlü türlü argümanlar sunarak, onu ikna etmeye çalışmaktır. Ancak Hegel’in gayesi, muhatabı üzerinde hiçbir dışsal kabulü ya da bilgiyle gizlenmiş otoritenin ikna gücünü kullanmak değil, sadece ve sadece okuyucunun içten uyarılmasını ve “düşünüyorum” olarak (edimsel) düşünceyle tanışmasını sağlamaktır. Zira kitap -bunu söylemek çok erken olacak ancak- esasında bir başkasına da yazılmamıştır. Hegel, kendi için, kendi özbilincinin sürecini tüm sonluluğuyla yitip gitmekte olan içinde muhafaza etmekte ve Tin’e taşımaktadır. Sonuçta unutulmamalıdır ki, “ölüyü sıkıca tutmak kuvvetlerin en büyüğünü gerektirir” (Hegel, 2004, s. 39).

Fenomenoloji, “Mantık” gibi ilerlemez. Hitchcock, sinema için “sıkıcı yerleri makaslanmış hayattır” tanımını yapar. İşte Mantık’ta da Hegel, yanılgıların kesildiği, sistematik bir bütünlük sunar. Bu bakımdan Hegel’i Mantık’la okumaya girişmek, onu öğrenmeye çalışmakla sonuçlanacaktır. Oysaki Fenomenoloji, düşüncenin edimselleşmesi için gereken yanılgıları da kendinde taşır! Yanılgılardan arındıkça hayret doğar: Zaten hayret, ki Sokrates’ten beri felsefe yapmanın ilk koşuludur, ancak bir yanılgıyı tam da hakikat olarak kabul etmişken, çelişkiyi görüp ondan vazgeçebildiğimiz ve henüz haberimiz olmasa da belki de yeni bir yanılgının üzerine sistemi boca etmeye kalktığımız anlarda, yani bir başka deyişle bilincin kendi öz hakikatine ulaşana dek karşısına çıkacak olan geçişlerde ortaya çıkar. Sözgelimi “Bilme” tam da bilinçte temelleniyor dersiniz, size kalsa noktayı da koyup gideceksinizdir hani; oysaki Hegel hamlesini yapar ve sizi bu kez “nesnesine” taşır. Eminsinizdir, “Bilme” için mutlaka nesnedir zemininiz… Fakat bir manevrayı daha göstermek diyalektik akıl için işten bile değildir. Tersyüz eder defalarca sizi. Çünkü Hegel’in derdi, size bir şeyler öğretmek değil, sadece kaskatı kesilmiş düşünceleri yeniden akışa getirmektir. Hatta Marx’ın vecizesiyle söylenecek olursa (her ne kadar bu yazı için farklı anlamda kullanılacak olsa da), sürece giren bilinç için şu çıktı sağlanmak zorundadır: (Eyvah!)[1] “Katı olan her şey buharlaşıyor!” ​(2013, s. 53)​. Lütfen itimat edin bu şerhe; düşünceleri akışkanlığa yeniden kavuşmamış okuyucu, bu kitapta sadece kendi kanıları için daha sistemli silahlar edinmeye çalışacaktır. Çünkü “katı düşünceleri akışkanlığa getirmek, duyusal dışvarlığı (akışkanlığa) getirmekten çok daha zordur” ​(Hegel, 2004, s. 40)​. Hâlbuki biz, kültür içinde bulduğumuz deneyimimizde tam tersini varsayarız.

Dolayısıyla Fenomenoloji için söylenen, “Hegel acele etti, notlarını düzenleyemedi”, “içine sinmeyen bölümler vardı, vakti yoktu” vb. çıkarımların hepsi önemsizleşir. Meselenin düşünme ediminin kendisi olduğu anlaşıldığında, Fenomenoloji zaten görevini ziyadesiyle yerine getirmektedir. Sanıların dışarı bırakıldığı alternatif bir “Tinin Fenomenolojisi”nde, Hegel sadece kitabın sonundaki özneye hitap etmiş olacaktır. Oysaki Fenomenoloji, Hegel dizgesinin girişi olarak, henüz kendi öznel kanaatleriyle yürümeye çalışan okuyucunun seyri sülûğu için yazılmıştır. Bu sebeple elbette çelişkilerden geçerek yürümesi gerekmektedir. Okuyucu çelişkiyi, eş deyişle ayrımlı birliği, düşünmenin olanaklı tek zemini olarak kavrayınca dek de bu böyle devam eder…

Hegel’de çelişki, hiç de sakınılacak, korkulacak bir kavram değildir. Aksine çelişki, bütünleştiricidir! Çelişki –felsefi jargonla söylenecek olursa– özdeşlikle karşıtlığın birliğidir. Aslında Platon’da karşılaşılan hen (bir) ile polla (çok) veyahut tauton (kendi) ile thateron (başkası) ilişkisinin ve özdeşlik mantığı için olması mümkün dahi olmayan varoluşun mümkün hale gelmesinin ta kendisidir. Peki, öyleyse Hegel’de en başat çelişki nedir? O, yine Platon’dan bu yana süregelen hakiki felsefenin aradığını çağı için kılmak istemektedir: Sonlu ile sonsuz olanın ilişkisinin kavramsallaştırılması. Mutlak ile göreli varlığın birliği. İşte, yazar yazmaz çelişki karşımızdadır. Ne menem bir mutlaktır ki; o sınırlı, belirli varlıkla ilişki içindedir? Zira ilişkideyse mutlak olamaz. Çünkü mutlak; saltık, sonsuz demektir veya kestirmeden kolay bir anlayışa indirgemek için “bağımsız” olarak da tanımlanabilir. Mutlak’ı, sınırlı, sonlu varlık üzerinden konu edinmek başlı başına çelişkinin kendisidir. Mutlak için “bağımsız olanın bağımsız oluşunun değişmezliği için değişenlerle kurduğu ilişki” de denebilir. Evet, cümle baştanbaşa bir çıkmazdır. Analitik zihin zaten saçma bularak ilgilenmeyi dahi hemen reddeder. Fakat esasında Hegel, İsa’nın sözlerini felsefeye, yani apaçık bir alana taşıma gayretindedir: “Beni görmüş olan, Baba’yı görmüştür. Benim Baba’da, Baba’nın da bende olduğunu görmüyor musun?” (Yuhanna 14:9). Sonluları birliğe getiren sonsuzu içinde taşıyan sonlunun sonsuzluğunun hakikatini araştırmak ya da kısaca sonsuzu taşıyan sonluyu anlamak, Hegel’in yapıtını anlamlandırmak, kilitli kapıları açmak için kayda değer bir anahtar sağlayabilir.

Hegel’in sıklıkla kullandığı bir tuzak da, okuyucusunu başta karşıtlıklar üzerinden yürütmeye çalışmaktır. Bu bağlamda örneğin Tin ele alınırken, evvela Doğa’ya karşıt olarak gösterilir. Fakat Hegel’in düalizme düşmeyeceği unutulmamalıdır. Bir Tin, bir de Doğa diye iki ayrı varlık alanı koyutlamak, düalizmdir. Okuyucunun sezgisi kuvvetlendikçe, Hegel’in ele aldığı içeriği karşıtlıklar zemininde kavramsallaştırmaya giriştiğinde, önünde sonunda birliğe getireceği beklentisi başlar. Sürecin bu adımında beklentiyi doğuran, özdeşlik mantığının zincirlerini kırmak üzere olan sezgi olur. Ancak ve ancak bu sezgi üzerinde inşa edilecek olan kurgul felsefe, Hegel’in yolunda kendine sağ kalma şansı bulacaktır. Nihayetinde Tin; içerik olarak kültür manasına gelen ve tarihte açığa çıkan, dolayısıyla doğada da kendine yabancı, eş deyişle örtük olan fakat ereksel olarak kendini taşıyan ve kendi hareketini kendinden doğuran özbilinç olarak sunulur. Başta ikilik gibi görünen Doğa da, Tin’de evindedir.

Çelişkinin bütünleştirici niteliğiyle karşıtlıkların birer birer aşılması, Mutlak’ı sezdirir. Öyleyse Mutlak, karşıtı bulunan, karşıtına geçilebilen herhangi bir içeriğe yüklenemez ve yalnızca Bütün’ün karşıtı yoktur. Bu noktada Bütün’ün karşıtı olarak akla belki “parça” gelebilir, lakin “parça” bütünün karşıtı değil, bizzat kendisini taşır. Tıpkı Baba’nın İsa’da olması gibi.


[1] Kültürde verili olarak bulduğu kanıların hepsini birer birer yitirirken bir eyvah çekmesin mi insan? Çünkü onlar sadece kanı değil, aynı zamanda varoluşunu teyit eden sabitleriydi. Sabitlerin sabit olmadığını idrak etmeye başlayan ne diyebilir: “Eyvah!” Kendi düşüncesinden başka güvenli bulduğu hiçbir liman kalmayana dek üstelik…

Kaynakça:

Hegel, G. W., Tinin Görüngübilimi, (A. Yardımlı, Çev.) 2004, İstanbul: İdea Yayınları.

Kutsal Kitap: Tevrat, Zebur, İncil. 2018, İstanbul: Yeni Yaşam Yayınları.

Marx, K., & Engels, F. Komünist Manifesto. (C. Üster, & N. Derviş, Çev.) 2013, İstanbul: Can Sanat Yayınları.

Kutluhan Meral
+ Son Yazılar