İçinde “insanlar”, “toplum”, “halk”
terimlerinin kullanıldığı cümleler genellikle,
cümleyi kullananın kendi yargılarını, genellemelerini içerir. Ve çoğu zaman bu
yargıların ne toplumla ne de halkla bir ilgisi bulunur. Yargı
doğrudan kişinin kendi sınırlı dünya algısında temellenir. Sınırlı dünya
algısına sahip olmayan yargılar bu gibi genellemelerden kaçınır. Genellemeler, düşüncenin
asıl içeriğine tam olarak sahip olmamakla birlikte bir sezgiye sahip olmasından
doğan tahminlerdir. Zira ne halk ne de
toplum diye bir şey vardır. Bu belirsiz
genellemeler, adına halk denilen bir yığınlaştırmaya işaret eder.
Halk,
halk olmaktan başka nitelik taşımayan yığınlardır. Eğer “halk” diye işaret
edilen topluluk belirgin bir nitelik taşısaydı artık ona genel olarak halk demeyecek ama örneğin çiftçi, sanatçı, emekçi vb.
diyecektik. Halk olarak halk bunların hiçbiri olmayan, “dünyevi kültürün yaratıcısı,
taşıyıcısı olan kalabalığın genel adıdır”. [1]İnsan, toplum, halk gibi
kelimeler birer soyutlamadır. Bu soyutlama üzerinden somut ve gerçek olan
bireyi anlamak olanaksızdır. Genelleme bir mantıkçı hastalığıdır. Sanat ise
genellemez, en somut olana dokunmak ister. Zira genelleme, bireyi anlamak için
değil, bireyi ortadan kaldırmak için yapılır.
Genel olarak “insan hakları” belirli, somut bir bireyin haklarıyla
değil bir coğrafyanın, bir grubun veya yine en genel olarak “tüm insanların”
haklarını arar. Hâlbuki daha sorunun ismini koyarken birey tuhaf bir genellemeye
kurban edilir. Tümel bir güruh olarak tüm insanların hakkı vardır ama bunun
karşısında tekil bir birey olarak benim hakkım olmamalıdır. Şüphesiz bu
yaklaşımın da haklılık payı vardır. “Hak” kavramı altında yasa, bireyin
sınırlarını tanımlamalı ve birini diğerine feda etmemelidir. Bununla birlikte “bu
genel haklar” uyarınca feda etmek de kurumlar tarafından denetlenmeli, haklarının
feda edilmesi talebi kişinin kendisinden gelse dahi bunun önüne geçilmeli ve
kendisine tanımlanmış olan hayatı, sanki doğrudan kendi talebiymiş gibi
yaşamaya zorlanmalıdır. Sınırları mutlak bir “hak” olarak kendi dışından
belirlenen “modern birey”, modernizm
denilen, dışarıdan bakıldığında kalabalık ama içeriden tek kişilik hücresinde,
kimsenin kendisine dokunmamasını bir ayrıcalık olarak yaşar.
Geleneğin,
bireyi yutan, sorgulanamaz ve kesintisizce sürme gereksinimi, kimi zaman aynı bireyi,
artık sürmemesi gereken bir şeyi de sürdürmeye zorlar. Bu anlamıyla 17. yüzyıl
modernitesi, geleneğe karşı bir tavır olarak doğmuş bir değerler sisteminin
adıdır. Modernitenin ideolojiye dönen biçimi olan modernizm ise bireyi özgürleştiren moderniteden ayrı olarak bir
değersizleştirme ve değerli olan her şeyin aşağılanması olarak tahakkuk eder. Modernizm denilen bu yapaylıkta, tarihle
ve geleneksel ilişkilerle bağları kopan insan, derinleşmenin sakıncalı olduğu
ve sürekli dışına kaçması, değiştirmesi gereken yeni bir kimlik ve yeni ilişkiler
içinde bulur kendini. İlişkilerde yüzeyselleşme başladığında tüm değerler bu
duygusuzluğa kurban edilir. Garip olansa, ilişki gibi görünen bu ilişkisizlik,
yalnızlaşma insanın en doğal hakkı olarak sunulur. Kaynağını tanımadığımız,
akış hızına karar veremediğimiz bir nehirde sürüklenen kütüğün üzerinde durmaya
çabalamak, modern dünyada bizler için tanımlanmış yeni özgürlüktür. İlişkilerdeki
samimiyetsizlik veya yüzeysel duygudaşlıklar, özünde ötekiyle ilgili olan ve “benimle” doğrudan ilgisi bulunmayan bir
konu için hiç vaktimin olmamasından kaynaklanır. Modern dünyada artık herkesin
acelesi vardır. Hiçbir şey için durmaksızın koşmak, tüm bu
aşırı renkliliğin içinde en değerli olanın, hayatın yitirilmesidir. Bu yaşam
biçiminde hangi hakkın özsel, hangisinin tanınmış hak olduğu belirsizleşir.
İnsan hakları, en somut olarak belirli bir insanın, yani bireyin kendi
hakkıdır. Ve bireyin en temel hakkı da yaşamaktır. Hayatı istediği gibi,
hakkını vere vere yaşamaktır. Tam da bu anlamıyla, anayasalarda tanımlandığı biçimiyle
öldürülmemek, gerçekte yaşamakla aynı anlama gelmez.
İnsanın
temel hakkı öldürülmemek değil, yaşamaktır. Ancak nihayetinde insan ölümlüdür.
Öyleyse insanın bu en temel hakkını ihlal eden ölüm insan hakkı karşıtı bir olgudur. Dinsel olarak ölüm Tanrı’nın
bir dileği veya emridir. Zira yasak meyvenin
yenilmesiyle başa gelen ve ebedi yazgısına dönüşen ölüm, bu kadar basit bir ihlalin
karşılığı olamayacak denli büyüktür. Öyleyse bir dindar için Tanrı insanın bu
en temel hakkını elinden almasıyla, insan haklarına karşıt bir irade olarak
belirir. Ancak aynı irade insanın varlık nedeni de olduğundan “insan hakları”
kavramının temeli de Tanrı’da veya en azından O’nun rahmetinde aranır.
Buradan
hareketle şunu sormak doğal bir haktır; Tanrı insana karşılıksız olarak verdiği
hayatı, yine sorgusuzca alma hakkına sahip midir? Eğer öyleyse bu kabul, insan
haklarını onayan ya da en azından özgürlüğü hiç yaşamamış birinin sırtından köleliği
kaldıran bir anayasanın, köleliği yeniden getirebilme keyfiyetini da saklı tutmaz
mı? Özgürlüğü verenin onu dilediğinde geri alabileceği anlamına gelmez mi?
Hayat
gibi ölüm de insana verili, yani doğal
bir şeydir. Esaret ve özgürlük ise sonradandır. Yine de her birey özgür
olmaktan önce insan olma hakkına
sahiptir. Bu bir haksa insanın, insan olmama hakkı da var mıdır? İnsan olma
itkisi, özsel olarak insanın bilinçsiz ilk ve doğal halinde saklıdır. “İnsan”, doğuştan
hazır bulunan değil, “olunan” bir duruma işaret eder. İnsanın insan olmadan
önceki durumuyla “insan olması” veya “insanlığa yükselmesi” arasında fark vardır.
Bu fark özbilinç kavramının içeriğini oluşturur.
Levinas
bunu bir paradoks olarak yorumlar: “Özdeşlik kendiyle zararsız bir ilişki
değil, bir kendine zincirlenmişliktir; kendiyle meşgul olmanın zorunluluğudur.
Kendisiyle meşgul olma tarzı öznenin maddeselliğidir. Var olanın varoluş üzerindeki hâkimiyeti ve özgürlüğü,
sorumluluğu da var olana sınırsızca yükler. Var olanın büyük paradoksu budur:
Özgür bir varlık artık özgür değildir, çünkü kendisinden sorumludur.”[2]
İnsan
olmak kendinden sorumlu olmayı, sorumluluk almayı ifade eder. İnsanın kendinden
habersizliği, başıboşluğu, sorumsuzluğu, bu anlamıyla insan olamamaya işaret
eder. Başıboşluktan kurtulmak ve başta kendinden
sorumlu olmak; insanın avarelikten, hoyratlıktan kurtulması, bir anlamda
kendinden özgürleşmesidir. İşte çelişki budur. Özgürlük en temelde sorumlu olma,
yani özgür olamama durumudur. Hâlbuki gerçek özgürlük tam da bu sınırlılıkta,
ama dışarıdan belirlenmede değil, kendini sınırlamada ortaya çıkar. İnsan
kendini sınırlamakla özgür olur.
Bu
“oluş” yeni bir çelişki yaratır. “Olmak” belirli bir kalıbın içine dökülmek,
sonlu bir tikel olarak olumsuzlanmaktır. Özgürlük, ölümün bir biçimine dönüşür.
Çünkü olmanın sınırı yoktur. Sınırsızca olmak, kütlesiz enerji gibi evrene savrulmaya
benzer. Hâlbuki insan şimdi ve burada olmakla, gerçektir. Düşüncenin saf enerji
olarak yüceltilmesi tuhaftır. Çünkü düşünmenin değeri düşüncede, enerjinin
yoğunlaşarak belirli bir şey olmasında değer kazanır. İnsan saf ve sonsuz bir
şey olarak değil, kendini gerçekleştirmiş somut
şimdilik olarak değerlidir.
İnsanın
hakkı nedir?
“Hak”
kavramını insanın varoluş nedeninde arayacaksak, onun temel hakkı yaşamak değil dirilmektir. Yaşamak doğal bir şeydir, ama dirilmek tinseldir. Tüm
ezoterik okullarda olduğu gibi sûfiler de “insan” ile “beşer” kavramlarını
birbirinden ayırırlar. Beşer[3]
var olanlar içindeki en mükemmel organik formdur. Onun canlılığı, diğer
varlıklar gibi salt doğallığına göre davranmaması, seçim ve yönelimleri olması
nedeniyle ayrıdır. Ancak nihayetinde bir canlıdır ve ölüm karşısında
çaresizdir.
İnsan kavramı beşerî varoluşun aşılması anlamına gelmez. Beşerîlik
bedene ait bir tanımlamadır. Bedenin, canlılığını ve varlığını kendi
ihtiyaçları üzerinden imgelemesinin adıdır. Yani beşer ismi hem bedene hem de beden üzerinden kurulan imgeye
verilir. Beşerî olan ortak
yığınlaşmayı, insan ise somut
biricikliği gösterir.
İnsan
canlı değil diridir. Canlılık her canlıya doğa tarafından dolaysızca verilmiştir.
Doğa canlılık veren bir cansızlık
değil, canlılığın ilkesi olarak tek canlıdır (hayy). Her canlı kendini hayatın içinde
hazır bulur. Dirilik ise bilinçli doğum, kendi fiillerinden doğmak anlamına
gelir. Hatta tasavvufta önemle “dirilmek” için “canın” yitirilmesi gerektiği
vurgulanır. Dirilen insan, İsa, Osiris, Horus, Prometheus, Dionysos, Buddha,
Krişna ve daha nice mitsel figür, beşerî yeniden doğumu değil, beşerîlikten
insan olmaya geçişi ifade ederler. Bu nedenle ezoterikler için evren doğum ile
insan doğum arasında sadece sembolik bir fark vardır. İnsanın en temel hakkı
var olmaktır ve bu belirli bir anayasaya bağlanamaz. Anayasalar bunun toplumsal
teminatı olarak diğerini ortadan kaldırmanın önüne geçmek için vardır. İnsanın
kendine karşı olan sorumluluğu toplumla olan ödeviyle neredeyse ilgisizdir.
İnsan var olmak zorundadır ve bunu ona ne toplum ne de anayasa verebilir.
Böylece
diğer tüm “insan hakları” tanımlarının kendi bağlamlarında doğru ve zorunlu olduğunu
kabul ederek, bu yazıdaki yaklaşım bakımından bu hakların sahip olmakla değil, insan
olmakla ilgili olduğu ve insana bu hakkın kendi dışından değil fıtratından
geldiği şeklinde özetlenebilir. Dünyada güven ve huzur içinde yaşayabilmek
olarak içeriklendirilen insan hakları, beşerî haklara işaret eder. Öyleyse bu
basit bir kelime oyunu mudur? Sorunsalın başlığını “insan hakları” yerine “beşerî
haklar” olarak düzeltmek yeterli midir? İfade edilmek istenen, kavramsal ayrım
üzerinden bedenî olanla manevî olanı ayırmaktır. Zira beşeriyetin hakları ile
insanın hakları, yani hak olarak talepleri birbirinden ayrıdır. Beşeriyet
yaşamsal olanı, kendini sürdürebilmeyi, bunun için de hukuksal eşitliği ve
güveni arar. İnsan ise toplumsal olandan ayrılıp kendi üzerine dönen, varlığını
ve gayesini kendinde, kendi eylemi ve kendi iradesinde bulan varlıktır.
Beşeriyetin hakkı yaşamak, insanın hakkı dirilmektir.
[1] Özgür
Taburoğlu, Dünyevi ve Kutsal, s.29
[2] Emmanuel Levinas, Zaman ve Başka. Çev. Özkan Gözel, Metis Yay., İstanbul, 2005. s.75
[3] Basar İbranice “et” demektir. Arapça Beşere kelimesi ise “insan derisinin dış
yüzleri” anlamını taşır.