Bu görsel, yapay zekâ kullanılarak hazırlanmıştır.

[*] Bu yazı, https://iep.utm.edu/stoicmind/ internet sitesindeki Stoic Philosophy of Mind maddesinin birebir çevirisidir. Kaynakça için bkz. a.g.e. Çeviri: Sayit Hidayetoğlu

Stoacılık, Eski Yunan ve Roma dünyasında ortaya çıkan en önemli ve en uzun ömürlü felsefe okullarından biriydi. Stoacıların ahlak felsefesine yaptıkları katkılar çok iyi bilinir ancak son zamanlarda mantık, dilbilgisi, dil felsefesi ve epistemoloji alanlarındaki çalışmaları da daha iyi anlaşılır olmuştur. Bu yazıda Stoacıların zihin felsefesine yaptıkları katkı incelenecektir. Stoacılar, klasik dünyanın en ileri ve zihin felsefesi ile ilgili en ilginç teorilerini geliştirmişlerdi. Çağdaş bilişsel bilimlerde olduğu gibi Stoacılar da zihnin maddi olmayan bir varlık olduğu düşüncesini reddediyorlardı. Bunun yerine zihnin (veya ruhun) maddi olması ve fizik kanunlarına uyması gerektiğini düşünüyorlardı. Dahası tüm zihinsel durumların ve eylemlerin de maddi ruhun halleri olduğunu savunuyorlardı. Ruhun (çağdaş zihin kavramından daha geniş bir kavram olarak) bedene yayılmış sıcak, ateşli bir nefes [pneuma] olduğuna inanılıyordu. Son derece duyarlı bir madde olarak pneuma, duyusal bilgileri algılayan ve bu bilgileri göğüste yer alan ruhun merkezi yönetim bölümüne iletilmesini sağlayan bir mekanizma oluşturuyordu. Bilgiler burada işleniyor ve yaşantılanıyordu. Stoacılar zihnin etkinliklerini sadece fiziksel düzeyde değil aynı zamanda mantıksal düzeyde de analiz ediyorlardı. Akıllı varlıklarda düşünce ve dil birbiri ile yakından bağlantılı olduğu için bilişsel deneyim, önermesel yapısı açısından da değerlendiriliyordu. Algısal ve bilişsel görünüm (presentation-phantasia) hakkındaki Stoacı kuram, zihinsel içerik ve tasarlanmış nesnelerin tutarlı bir şekilde analizini sağlayan bir yol öneriyordu. Stoacılar zihin felsefesindeki çalışmalarının bir sonucu olarak zengin bir bilgi kuramı ve güçlü bir eyleme felsefesi geliştirmişlerdi. Son olarak, Stoacılar Platon ve Aristoteles’in “ruh hem akılcı hem de akla uygun olmayan yetilere sahiptir” görüşünü reddediyorlardı. Bunun yerine, ruhun birleşmiş bir yapıda olduğunu, tüm yetilerinin akılcı olduğunu öne sürüyorlar ve tutkuların ayrı bir akla uymayan yetinin sonucu değil de yargılama hatalarının sonucu olduğunu söylüyorlardı.

  1. Giriş

Eski Yunanlı ve Romalı filozoflar zihin felsefesini ayrı bir çalışma alanı olarak görmemişlerdi. Bununla birlikte, günümüzde zihin felsefesinin merkezi olduğu düşünülen algılama, imgelem, düşünce, zekâ, duygu, hafıza, kimlik ve eyleme gibi konular genellikle Peri psyches ya da Ruh Üzerine başlığı altında irdeleniyordu. Bu yazıda, antik Stoacıların ruh ve ruha ilişkin konularda savundukları, çağdaş felsefede kabaca zihin felsefesi ve felsefi psikolojide ele alınan konulara karşılık gelen fikirlerinden bazıları irdelenmektedir.

  1. Zihin Felsefesi ve Felsefenin Bölümleri

Antik Yunan’daki ruh kavramı birçok bakımdan günümüzün (Descartes sonrası) zihin düşüncesinden farklıydı. Çağdaş düşünürler zihin ve bedeni keskin bir şekilde ayırmak eğilimindedirler. Bizler zihin deyince öncelikle bilişsel yetilerimizi ve belki de kimlik duygumuzu düşünürüz. Yunan düşüncesinde ise ruh kavramı çok daha geniştir ve temel bedensel işleyiş ile yakından ilişkilidir. Ruh, her şeyden önce hayatın ilkesidir; bedene canlılık veren odur. Ruh, düşünmek, algılamak, hayal etmek ve akıl yürütmek yetilerimizi açıklamakla birlikte nefes alma, sindirim, üreme, büyüme ve hareket gibi biyolojik süreçlerden de sorumludur. Antik Yunan düşüncesinde Dekartçı ruh kavramına en çok yaklaşabilenler belki de Platon, Pisagorcular ve onların takipçileriydi. Stoacı psikoloji, yelpazenin diğer ucunu temsil eder: ruhun bedensel ve fizikselci bir modeli.

Stoacılıkta çağdaş zihin felsefesine tam olarak karşılık gelen bir alan olmadığı için bu konudaki kanıtlar ancak Stoacı felsefe sisteminin değişik bölümlerinden toparlanabilir. Stoacılar felsefeyi üç genel “parçaya” ayırmışlardır: Fizik, Mantık, Etik. Ruh konusundaki öğretiler bu üç parçanın hepsinin içinde bulunabilir. Fizikte Stoacılar ruhun tözünün çözümlemesini, onun Tanrı ve evren ile ilişkisini ve insan bedeninin işleyişindeki rolünü incelemişlerdi. Mantıkta Stoacılar her ikisi de algılama, düşünme ve diğer psikolojik kavramlara dayanan anlam ve gerçeklik teorisini geliştirmişlerdi. Burada Stoacılar son derece ileri bir zihinsel içerik ve yönelmişlik kuramı geliştirmişler ve bu kuramın varlıkbilimsel detayları ile uğraşmışlardı. Son olarak etik alanında Stoacılar kendi ahlak felsefelerine damgasını vuran detaylı bir duygu kuramı ve davranış psikolojisi geliştirmişlerdi. Kişinin bilişsel yetilerinin geliştirilmesinin ahlaktan ayrılmayacağına inanılıyordu. Kısacası Stoacı psikoloji, tüm Stoacılığın merkezinde yer alıyordu.

  1. Zihin Felsefesi ve Stoacı Fizik
  1. Ruhun Tözü

Stoacılığın kurucusu Citium’lu Zeno (M.Ö. 335-263) ruhun doğası ile yakından ilgileniyordu. O ve öğrencisi Cleanthes (M.Ö. 331-232) zihni içteki bir ateş veya hayati sıcaklık olarak tanımlayarak onun etkin niteliğini vurgulamışlardı. Stoacı psikoloji, Chrysippus’a (M.Ö. 280-207) kadar olgunluğa erişmemişti. Chrysippus’a göre insan ruhu, pneuma olarak adlandırılan nefes-benzeri bir tözdü. Bilişsel yetiler, bu pneuma’nın özgül etkinliği olarak tanımlanıyordu. Yaşayan organizmaların bireysel ruhlarının tözünü oluşturmasına ek olarak pneuma, aynı zamanda evrenin de düzenleyici temel ilkesi, yani Dünya-Ruhu olarak da kabul ediliyordu. Stoacılar, bu Dünya-Ruhu’nu Tanrı veya Zeus ile özdeşleştirdiler. Bir kaynakta Tanrı, genleşerek sistematik olarak evreni yaratan akıllı, sanatsal bir ateş olarak betimleniyordu; aynı pasajda Tanrı, insan ruhunun ölümlü bedene yayıldığı gibi tüm evrene yayılmış bir pneuma olarak adlandırılıyordu. Bugünkü fizik ve evrenbilim anlayışının aksine, Stoacılar dünyayı yaşayan bir organizma olarak görüyorlardı.

Stoacı psikoloji, Stoacı fizik ve evrenbilimden ayrılamaz. İnsan ruhunun pneuma’sı (pneuma psychikon) hava ve ateşin bir karışımı olarak düşünülüyordu. Bazı Stoacılar bu ruhu, kelime anlamıyla ateş ve havanın bir karışımı olarak görüyordu, bazıları ise daha arıtılmış (aeter’e benzer) bir ateş veya yaşamsal sıcaklıkla bağdaştırıyordu. Bedenin içine işlemiş olan bu pneuma’nın, tüm evrene yayılmış olan ve onu yöneten tanrısal pneuma’nın bir parçası olduğu kabul ediliyordu. İnsan ruhu Tanrının, bize hem can katan hem de mantık ve akıl bağışlayan, içimizdeki bir parçasıydı.

Stoacılar, ruhun bedensel (maddesel) bir töz olduğunu öne sürüyorlardı. Ruh bir beden olmakla birlikte, Stoacı psikolojiyi maddeci olarak nitelendirmekten kaçınmak gerekir. Stoacılar ruh ile maddeyi karşıt görüyorlardı. Bu nedenle bilim adamları Stoacıları genellikle maddeselci, fizikselci veya dirimselciler olarak adlandırmayı tercih ederler. Madde, bedensel tözü oluşturan iki ilkeden biri olmaktan başka bir şey değildi. Bu iki ilke etkin [to poioun] ve edilgin [to paschon] ilkelerdir. Madde edilgin ilke olmakla tanımlanır. Tamamlayıcısı olan etkin ilke, maddenin tamamına yayılan ve ona hareket, biçim ve yapısını verdiği savunulan akıl [logos] veya Tanrı’dır. Her iki ilke de fiziksel ve maddesel ilkelerdir (uzayda yer kaplarlar ve nedensel olarak etkilidirler) ancak ikisi de tek başına var olamaz. Tözlerde bu iki ilkeden biri daha baskın olabilir; töz etkinliği oranında daha akıllı ve ilahidir, daha edilginse daha maddeseldir.

Stoacılar, ilkeler [archai] ile elementler [stoicheia] arasında da bir ayrım yapıyorlardı. Temel elementler toprak, su, hava ve ateşti. Toprak ve su, edilgin ilkenin ağır bastığı pasif elementlerdi. Diğer yanda, hava ve ateş ise etkindiler ve duyarlılık ve zekâ ile yakından bağlantılıydılar. Stoacılar, ruhun pasif elementlerin soluk alıp vermesinden beslendiğine inanıyorlardı. Biyolojik varlıklar biyolojik olmayan varlıklardan bedendeki etkin elementlerin bulunuşuyla ilişkilendirilen belirli bir tür aktivitenin varlığı ile ayrılıyorlardı.

  1. Pneuma ve Gerilme, ve Varlık Zinciri (Scala naturae)

Stoacı fizik ve Stoacı psikolojide pneuma temel kuramsal araçtı. Atomcuların aksine Stoacılar, evrende boşluğun varlığını reddeden süreklilik kuramını savunuyorlardı. Evren, pneuma-yüklü tek ve sürekli bir töz olarak görülüyordu. Örneğin bir kaya ile bir su havuzu gibi iki tekil töz arasındaki niteliksel farklılık, töze nüfuz ederek yayılmış pneuma’nın gerilme hareketinin derecesi ile belirleniyordu. Gerilme hareketi (tonike kinesis) bir varlıkta eş zamanlı olarak yüzeyden merkeze ve merkezden yüzeye doğru hareket eden pneuma’nın devinimi olarak görülüyordu. Etkin elementlerde (ateş ve hava) ve ruhta yüksek seviyede bir gerilme etkinliğine karşın edilgin elementlerde (toprak ve su) ve yoğun cisimlerde düşük derecede bir gerilme etkinliği vardı. Stoacılar, tüm doğal tözleri güçlerin bir aşama düzeni (hierarchy) veya scala naturae temeline dayanan farklı sınıflara ayırıyorlardı. Gerilme hareketi kavramı, Stoacıların pneuma üzerine temellenen birleşik bir fizik kuramı kurmalarına, aynı zamanda organik ve inorganik maddeleri ayırt etmelerine ve aralarındaki farkları açıklamalarına olanak sağlıyordu. Sonuç olarak Stoacı fizik, zihin ve madde arasında fiziksel bir bağlantının ve sürekliliğin var olduğunu gösteriyordu.

Stoacı scala naturae, pneuma’nın etkinliği ve düzenlenmesi temeli üzerine kurulmuş, doğa güçlerinin bir aşama düzeniydi. Pneuma, bu düzenlemenin en düşük seviye ve yoğunluğunda, içinde yer aldığı maddenin basit bağlaşıklığını sağlıyor, tekli birleşik cisimleri bir arada tutuyordu. Bu bağlaşıklık ve bağlaşıma hexis [bağlılık durumu] deniyordu. Cisimlerin bir olarak bulunması, pneuma’nın iç akışı olan cismin merkezinde başlayıp yüzeyine uzanan, buradan da kendi üzerine geri dönen iki yönlü hareketinin ürettiği gerilime dayandırılıyordu. Bu nedenle, Stoacılara göre en durağan cisimlerde bile bir iç hareket vardı. Odun ve taş, hexis’e sahip olan cisim örnekleriydi.

Bir cisimdeki pneuma daha yüksek derecede bir etkinlik düzeyinde düzenlenmiş olduğunda phusis, diğer bir deyişle organik doğa vardır. Phusis’i olan varlıklar büyür ve çoğalırlar ancak bilişsel güç belirtileri göstermezler. Phusis’i üreten pneuma, aynı zamanda hexis’in durağanlık veya bağlaşıklığını da sağlar. Stoacılara göre bu scala naturae’daki her bir güç daha alttaki güçleri de kapsar. Bitkiler hem hexis hem de phusis’i olan ancak ruhu olmayan varlıkların açık örnekleridir.

Bu pneumatic etkinlik aşama düzeninin bir üst basamağı ruhtur [psuche]. Bu düzenlenme seviyesinin ayırt edici özellikleri içtepi ve algılamadır. Akıllı-olmayan hayvanlarda hexis [bağlılık durumu], phusis [organik bir yapı], ve psuche [ruh] vardır.

Sadece insanlar ve tanrılar pneumatic etkinliğin en yüksek düzeyi olan akla [logos] sahiptirler. Akıl, kavramlar ve ön kavramların bir kümesi olarak tanımlanıyordu; özellikle dilin kullanılması ile nitelendiriliyordu. Aslında hayvanların ve insanların düşünme şekilleri arasındaki fark, insanların düşünmesinin dilbilimsel olması gibi görünüyor -düşüncelerimizi seslendirmek zorunlu olmasa da (çünkü papağanlar da insan seslerini çıkarabiliyor), insanın düşünmesi dilin sözdizimi ve önerme yapısına uyuyor gibi görünüyor. Stoacılar, akıllı hayvanlardaki düşünmeyi iç konuşmanın bir biçimi olarak görüyorlardı.

Stoacı pneuma aşama düzeni, aralarında bazı benzerlikler olsa bile Aristoteles’in ruhun aşama düzeni kuramı ile karıştırılmamalıdır. Stoacı scala naturae hem organik hem de inorganik maddeleri açıklarken Aristoteles’in aşama düzeni sadece biyolojik organizmalara özgüdür. Ayrıca Aristoteles’in kuramı çok daha farklı bir ruh kavramı üzerine kurulmuştur.

Stoacı psikolojinin altında yatan fiziksel kuramın oldukça şaşırtıcı bazı çıkarımları vardır. Örneğin, Stoacılar etkin maddelerin edilgin maddelere nüfuz edebildiğini öne sürerler. Bu nedenle bir madde olan ruh, yine bir madde olan fiziksel bedene yayılabilir. Ruh bedene bir süngerdeki su gibi dokudaki boşlukları doldurarak yayılmaz; Stoacılar maddi pneuma’nın edilgin madde ile aynı hacmi kapladığını öne sürerler; yani her iki töz de eşyayılımlıdır [coextended-antiparektasis]. Ruh bedene, ısının bir demir çubuğa yayıldığı gibi yayılır: aynı hacmi işgal ederken nitelik olarak ayrık kalarak. Stoacılar bu tür karışımı crasis veya toplam karışım olarak adlandırdılar.

Toplam karışım, parçacıkların karışımı ve birleşim karışımından çok farklıdır. Parçacık karışımına bir örnek, farklı tohumların karıştırılmasıdır. Her bir tohum karışımda değişmeden kalır, sadece dağılım değişir. Buna bazen yan-yana bulunma da denir. Birleşim karışımı, öğelerin karıştırıldığında fiziksel olarak değişime uğradığı ve yeni tek bir maddenin ortaya çıktığı durumdur. Yumurta, süt, maya ve un karıştırıldığında yeni bir madde (ekmek) ortaya çıkar. Birleşim karışımının aksine, toplam karışımda veya crasis’de, karıştırılan bileşenlerin (su ve şarap gibi) özelliklerini korudukları ve ilke olarak birbirlerinden ayrılabilecekleri kabul ediliyordu.

Toplam karışımın kendine özgü ve oldukça tartışmalı olan niteliği karşılıklı eş yayılımın ortaya çıkması için her iki maddenin aynı miktarda olması gerekmiyor. Bu nedenle Chrysippus kışkırtıcı bir şekilde toplam karışımda bir damla şarabın (içine eş yayılarak) tüm okyanusa dağılabileceğini öne sürmüştü. Bu, Aristoteles’in De generatione et corruptione’sindeki karışım kuramının açıkça reddedilmesidir. Etkin tözlerde bulunan pneuma, son derece esnek özelliğe sahip ve öznel niteliklerini muhafaza ederek çok seyrelmiş bir halde de varlığını sürdürebilir görünüyor.

  1. Ölüm

Toplam karışım ve pneuma öğretisi Stoacıların, Platon’un “ruhun bedenden ayrılması” olarak ifade ettiği ölüm tanımını benimsemelerine olanak sağlıyordu. Fakat Stoacılar bu tanımı, sadece fiziksel şeylerin fiziksel şeylerden ayrılabileceğini, bu yüzden de ruhun maddesel olması gerektiğini öne sürerek Platon’a karşı kullandılar. Ruh, bedene crasis türü bir karışım oluşturarak yayılmış olduğu için ayrışması da mümkündü. Ayrışma, ruhun gerilmesinin gevşemesi ile mümkün oluyor görünüyor. Uyku hafif bir gevşeme iken, ölüm gerilmenin tümden gevşemeye uğraması sonucu ruhun bedenden ayrılmasıdır deniyordu.

Stoacılara göre ölüm, kişinin varoluşunun sonu değildi. Ruh bedenden ayrıldıktan sonra bir süre daha bütünlüğünü koruyabiliyordu. Chrysippus ve Cleanthes ruhun ölümden sonraki kaderi hakkında aynı fikirde değillerdi. Cleanthes insanların ruhlarının, ilahi ateşin evrendeki tüm maddeyi yakarak tüketeceği düşünülen büyük yangın gününe kadar varlığını sürdürebileceğini öne sürüyordu. Öte yanda Chrysippus, sadece bilgelerin ruhlarının böyle bir dayanıklılık gösterebileceğini düşünüyordu. Bilge olmayanların ruhları, ancak kısa bir süre daha bozulmadan veya evrensel pneuma içine karışıp gitmeden var olabilirdi. Akıllı olmayan yaratıkların ruhları ise bedenleri ile birlikte yok oluyordu. Ruhun ölümden sonra var olmaya devam etmesinin kişiye herhangi bir faydası olduğuna veya Stoacıların bunu kişide etik veya entelektüel davranışı teşvik edici olarak kullandığına ilişkin hiçbir belirti yok. Stoacılıkta cennet de cehennem de yoktu; insanın hayatını yaşaması ve erdemlerini mükemmelleştirmesi zamanı şimdiki zamandı.

  1. Ruhun Bölümleri

Ruhun pneuma’sının, yetilerinin açıklanmasına yardımcı olan belirli bir yapısı vardır. Stoacılar ruhun, pneuma’nın uzamsal olarak tanımlanan parçaları ya da kolları olarak kabul edilen sekiz bölümden oluştuğunu söylüyorlardı. Ruhun bu sekiz bölümü, beş duyu (görme, duyma, koku alma, tatma, dokunma) ile üreme yetisi, konuşma yetisi ve merkezi yönetici ilkeydi (hegemonikon). Ruhun bütün parçaları, pneuma’nın merkezi hegemonikon olan yapısının uzantıları olarak görülebilirdi. Ruhun bu yapısını açıklamak için birçok benzetimler kullanılmıştı: Ruh bir ahtapot, bir ağaç, fışkıran bir su kaynağı hatta bir örümceğin ağı gibidir. Ahtapot, ağaç ve su kaynağı benzetimleri, ruhun bütünlüğünü ve her bir gücün ve yetinin köklerinin yürekteki hegemonikon’da olduğunu veya buradan filizlendiğini vurgular. Aristoteles ile İstanköylü (Cos) Praxagoras gibi Stoacılar da bilişsel merkezin baş değil göğüste olduğuna inanıyorlardı. Bu benzetmeler, Stoacıların embriyo gelişimi hakkındaki görüşleri ile de uyum içindedir; Stoacılar anne karnındaki bebekte ilk işlemeye başlayan organın kalp olduğunun farkındaydılar, ruhun pneuma’sının bebeğin kalbinden başladığını ve bebek anne karnında büyüdükçe gücünü artırarak tüm bedenine yayıldığını öne sürüyorlardı. Duyu algıları, konuşma ve üreme yetileri, çocuk büyüyerek yetişkinliğe ulaştığında olgunluğa erişen hegemonikon’un pneuma’sının uzantılarıydı.

Kimileri, Stoacıların yönetici ilke ile uzak uçtaki yetiler arasında yaptığı ayırımı günümüzde merkezi ve periferal sinir sistemi arasında yapılan ayırıma benzetirler. Stoacıların üst düzey bilişsel işlevlerin ve tüm bilişsel yaşantılanmanın özellikle ve sadece hegemonikon’da gerçekleştiğini öne sürmeleri düşünülürse bu karşılaştırma doğrulanabilir. Aristoteles, tüm dokunma deneyiminin deride, görmenin gözde gerçekleştiğini rahatça ileri sürerken Stoacılar bize duyuların verileri yaşantılanıp işlendikleri merkezi ilkeye sadece aktardıklarını söylüyorlardı.

Duyumsamanın duyumsal verilerin iletilmesi [diadosis] olduğu düşüncesi, ruh hakkındaki son iki benzetimde açıklanır. Birincisi ruhun etkinliğinin elçiler gönderen bir hükümdar gibi olduğunu söyler. Elçiler bilgileri elde edince dönüp bunu hükümdara haber verirler. Benzer şekilde hegemonikon, pneuma’sını duyu organlarına uzatır ve böylece duyumsal veriler elde edildiğinde pneuma bunları kalbe geri iletir. İkinci benzetimde ruh bir örümcek ağı gibidir. Bir böcek örümcek ağına takıldığında hareket titreşimlerle merkezde duran örümceğe iletilir. İnsan ruhu da benzer şekilde tüm bedene duyarlı gerilme [tonos] oluşturan bir duyarlı ağ gibi yayılır. Tüm algısal bilgiler bir gerilme hareketi [kinesis tonike] tarafından iletilir. Duyma ve görme durumlarında duyu organları ile duyumsanan nesneler arasındaki dış ortam ruh-pneuma’nın bir uzantısı olarak davranır. Havada da sesin, havuza atılan bir taşın suyu dalgalandırması gibi dalgalandırdığı bir gerilme vardır; ses havada iletilir ve işitsel bilgiyi küresel bir yapıda gönderir. Sesin gerilmesel hareketi kulağa ulaştığında, ses kalıbı bedenin pneuma’sı tarafından alınır ve hegemonikon’a bilgi olarak iletilir. Görme de buna benzer işler; gözden çıkan pneuma dışarıdaki ışık ile etkileşerek koni şeklinde bir görüş alanı oluşturur. Bu gerilmeli alan, dokunmada olduğu gibi alan içindeki cisimlerin biçimlerini algılar. Gerçekte, tüm duyuların dokunmanın farklı biçimleri olduğu düşünülüyordu. Renk, cismin bir tür yüzey dokusu olarak düşünülüyordu; Stoacıların, her rengin görsel pneuma’yı farklı bir şekilde etkileyen kendi deseni olduğunu düşündükleri anlaşılıyor.

Bu benzetimler yönetici ilke ile duyuların ilişkisini gösterir; fakat kalan diğer iki uç yetiyi: konuşma ve üremeyi o etkinlikte yakalayamaz veya açıklayamaz. Duyular, duyumsanan nesnenin gerilme hareketini alıp yönetici ilkeye ilettiği kadarı ile edilginken, konuşma ve üreme için hareket ters yöne doğrudur. Konuşma, hegemonikon’da düşüncenin kurulması ile üretilen gerilme hareketinin ifadesi ve dile getirilmesidir. İlginç bir şekilde, konuşmanın nefesle üretilmesi gerçeği Chrysippus tarafından hegemonikon’un beyinde değil de kalpte yer aldığı yönünde temel kanıt olarak öne sürülmüştür. Stoacıların yönetici ilke ile üreme yetisini nasıl ilişkilendirdikleri hakkında günümüze fazla bir bilgi ulaşmamıştır. Kaynaklar bize çocuğu oluşturan üreme bilgisinin anne ve babanın tüm bedeninden alındığını söylemektedir; bu, Aristoles’in erkek tarafın çocuğa biçimini, dişi tarafın ise maddesini verdiği şeklindeki savına aykırı düşmektedir.

Ruhun sekiz bölümüne ek olarak insan hegemonikon’unun kendisi de dört temel güç ile nitelendirilmiştir: görünüm [phantasia], içtepi [horme], onaylama [sugkatathesis] ve mantık [logos]. Iambilicus, ruhun sekiz bölümünün bedensel alt katman bakımından farklılık gösterdiğini ancak hegemonikon’un dört yetisinin bedensel maddenin nitelik olarak özgünleşmesi şeklinde gerçekleştiğini söyler. Başka bir deyişle, hegemonikon’un dört gücü mekânsal olarak ayrışmamıştır, onların kimliği tamamen işlevleri ile nitelendiriliyor gibidir.

  1. Zihin Felsefesi ve Stoacı Mantık
  1. Görünüm (phantasia), hafıza ve kavram oluşturma

Hegemonikon’un en temel gücü, görünümler [phantasiai] oluşturabilme yeteneğidir. Zihinsel onay verme, algılama, içtepi ve bilgi gibi diğer psikolojik durumlar ve etkinliklerin tümü ya bu görünümlerin uzantısı ya da onlara tepki vermelerdir. Zeno görünümü, yönetici ilkede oluşan bir iz [tuposis] olarak tanımlamıştı. Ruhta duyuların iz oluşturmasını, bir mühür yüzüğünün yumuşak balmumunda damga izi oluşturmasına benzetiyordu. Doğumda hegemonikon’un, üzerine yazılmaya uygun boş bir kâğıt sayfası gibi olduğu söyleniyordu; tüm bilişsel birikimimiz duyu deneyimlerimiz tarafından doğrudan veya dolaylı olarak, yani yaşantılanmaya dayalı olarak, buraya yazılır. Zeno, phantasia teriminin ışık [phos] kelimesinden geldiğini söylüyordu. Aynı ışık gibi görünümün de kendini ve nedenini ortaya koyduğu söylenir. Kelimenin kökeni hakkında pek az kişi onunla aynı fikirdedir fakat bu söylem Zeno’nun phantasia’yı iki öğe içerir olarak gördüğünü gösterir: objenin fenomenal olarak deneyimlenmesi ve görünen içerik (o, dünyada bir objeyi temsil eder). Stoacılar bazen phantasia’dan ruhtaki bir duygulanım [pathos] olarak da söz ederler; bu, görünen bilgiden ayrılamaz bir niteliksel deneyimin de var olduğunu vurgulamak gibidir. Kırmızı bir daire gördüğümüzde, sadece bilgi edinmekle kalmayız, onu aynı zamanda bir kırmızı daire olarak yaşantılarız.

Chrysippus, Zeno ve Cleanthes’in kullandığı damga basma benzetmesi konusunda rahat değildi. Sözlük anlamı ile alındığında bu benzetim, zihinsel içeriğin karmaşıklığını anlatmakta yetersiz kalır. Bir renk veya bir ses ne gibi bir iz bırakacaktır? Göğüs kafesinde yer alan pneuma bu çok zengin kalıplar ve bilgiler toplamının ne kadarını tutabilir ve depolayabilir? Chrysippus, bu iz bırakma metaforunun terk edilmesini ve bunun yerine görünümlerin hegemonikon’un “değişimleri” [alloiosis veya heteroiosis] olarak adlandırılmasını önermişti. Aynı havayı birçok sesin eş zamanlı olarak değiştirebildiği ve havanın bu değişimleri barındırabildiği gibi hegemonikon’un da çeşitli ve karmaşık bilgiyi bir arada tutabileceğini ileri sürmüştü. Bu açıklamaların tatmin edici bir çözüm olmamasına karşılık, çağdaş zihin felsefesinin de hafıza ve kavramların saklanmasının açıklanması konusunda hâlâ yapması gereken çok işi olduğunu hatırlamalıyız.

Stoacılar, doğrudan duyulardan çıkarılan görünümlerle [aisthetike phantasiai] zihin tarafından daha önceden yaşantılanan phantasiai tarafından üretilenleri ayırıyorlardı. Görünüm öğretisi, aynı zamanda hafıza ve kavram oluşturma kuramına da bir dayanak oluşturuyordu. Hafıza, depolanmış phantasiai olarak görülüyordu. Diğer taraftan kavramlar [ennoemata], saklanan phantasiai’lerin bir derlemesi veya örüntüsü olarak görülüyordu. Stoacı kuram, gerçek ve kurgusal (tasarlanmış) nesnelere yer verecek ve böylece inandırıcı bir hayal gücü kuramı oluşturacak kadar esnekti. Stoacılar, phantasia, phantaston, phantastikon ve phantasma arasında ayrım yapıyorlardı. Phantaston, phantasia’yı doğuran nesnedir. Phantastikon, hayal gücümüz tarafından üretilende olduğu gibi, gerçek bir nesneden kaynaklanmayan phantasia’dır. Hayal etmek, zihinsel içeriğin manipülasyonu olarak açıklanıyordu. Saklanmış yaşantılardan bazı öğeleri alıp phantasiai parçalarını genişleterek, daraltarak, yerini değiştirerek veya tersine çevirerek canavarlar hayal etmek mümkündür; böylece gerçek bir nesnesi olmayan zihinsel içerik üretebiliriz. Örneğin, bir balığın gövdesini genç bir kadının bedeninin yerine koyarak bir denizkızı yaratabiliriz. Denizkızları ve canavarlar var olmadıkları halde, var olmayan şeylerin nasıl düşüncelerimizin konusu olabildiklerini, hatta arzu ve çekim yaratabildiklerini açıklayabilmemiz gerekir. Stoacılar bunu, hayal edilen nesne (phantasma), yani denizkızı ile zihinsel inşa (phantastikon), denizkızının düşüncesini ayırarak yapmışlardı. Bizde, denizkızı fikri veya zihinsel imajı değil, fakat fikrin yönelimsel nesnesi, yani denizkızının kendisi çekim yaratır. Bu tür ayırımlar 20. yüzyılın başlarında Meninong ve Russell gibi filozoflar tarafından da yapılmıştı.

Stoacılar, görünümler öğretisinde bir ayırım daha yaptılar: Bazı görünümler akla uygundur, bazıları değildir. Akılcı görünümler sadece insanlara özgüdür ve bunlara “düşünceler” [noeseis] denir. Diğer phantasia’lar gibi düşünceler de ruh-pneuma’nın fiziksel durumlarıdır. Akılcı görünümün belirleyici özelliği onun yapısı veya sözdizimi olarak görülüyordu. Bir şey hakkında bir şey söylenir ve sonucunda düşüncenin şimdi anlamı vardır ve eğer söylenen bir önerme ise, ona ilişkin bir doğruluk değeri de vardır. Basit düşünceler, dile getirildiğinde şu üç bileşeni vardır: Nesne (gösterilen şey), ses (gösteren), ve dilsel/zihinsel içerik (söylenen şey). Örneğin “Kedi siyah” cümlesinde gösterilen şey siyah bir kedidir; gösteren söylediğimiz sözlerin sesidir ve gösterilen şey söylenmekte olanın içeriğidir, yani belirli bir hayvanın rengi hakkındaki savdır. Bu sonuncusu, cümlenin anlaşılır içeriğinin, akılcı görünüm veya düşünce ile birlikte var olan lekton olduğu söylenir; doğru veya yanlış olan içeriktir, işaret edilen nesne veya ses değil. Bir lekton, düşünce veya ruh gibi maddi bir varlık değildir; bu, çağdaş anlayışa göre bir önerme, bir ifade, hatta belki de söylenen bir sözün anlamı gibi kuramsal bir varlıktır. Bir tümcenin seslerini “ses” den fazla bir şey yapan da işte bu lekton’dur. Lekta öğretisi güncel bilimde oldukça çok tartışma yaratmış ve Stoacı Zihin Kuramı ile Stoacı Mantık arasındaki önemli bir bağlantı olarak kabul edilmiştir.

  1. İçtepi, onaylama, ve hareket

Her türlü görünümü düşünüp yaşantılayabildiğimiz halde bunların tümünü kabul etmemiz veya tümüne karşılık vermemiz gerekmez. Bu nedenle Stoacılar bazı phantasia’ların onay aldığını bazılarının almadığını söylerler. Onay, zihnin bir phantasia’yı doğru olarak kabul etmesi veya daha doğrusu ardındaki lekton’u doğru kabul etmesi halinde verilir. Onay vermek aynı zamanda insana özgü bir etkinliktir, yani aklın gücünü gerektirir. Bir önermenin doğruluk değeri ikili, doğru veya yanlış, olduğu halde gerçekliği tanımanın çeşitli düzeyleri vardır. Stoacılara göre, kanı (doxa) zayıf veya yanlış bir inançtır. Bilge kişi, koşullar bir sorun hakkındaki gerçeğin açık ve kesin bir şekilde kavranmasına izin vermiyorsa onay vermeyi erteleyerek bir kanıya varmaktan kaçınır. Buna karşılık, algılama için en uygun koşullarda yaşantılanan bazı görünümler, öylesine açık ve belirgindir ki bunlar ancak gerçek objelerden gelebilirler; bunlara kataleptike (kavranmaya uygun) deniyordu. Kataleptik görünümler, kendi apaçıklıkları ile onay vermeyi zorunlu kılar ve bazı Stoacılara göre bunlar gerçekliğin ölçütünü oluşturur. Gerçekliğin zihnin tarafından bu şekilde kavranması, sağlam bir epistemik kavrama anlamına gelen katalepsis olarak adlandırılıyordu.

Sağlam bir kavrama olarak katalepsis fikri, Zeno’nun ünlü yumruk benzetmesinde yeniden karşımıza çıkar. Cicero’ya göre Zeno phantasia’yı açık bir ele, onayı kapanmakta olan bir ele, katalepsis’i sıkılı bir yumruğa ve bilgiyi de sıkılı yumruğun diğer el tarafından kavranmış haline benzetiyordu. Ancak, Zeno’nun bu benzetimi, eğer okuyucu bunları aralarında zamansal ardışıklık olan ayrık süreçler dizisi varsayarsa biraz yanıltıcı olur. Başka bazı veriler benzetim noktasının bu olmadığını gösterir. Örneğin, katalepsis kendi başına bir onaylama-sonrası süreç değil, onaylamanın bir türü olarak tanımlanır. Katalepsis, kesin kanı oluşturan bir görünüme verilen onaydır. Dahası bilgi [episteme], sağlam ve mantıksal olarak değişmez bir katalepsis olarak tanımlanıyordu. Bu durumda yumruk benzetimindeki önemli nokta, yönetici ilkenin merkezi güçlerinin farklı ve giderek daha büyük epistemik ağırlığa sahip olmasıdır. Benzetim, basit görünümlerden bilginin sistematik bütünlüğüne (diğer katalepsis’lerle tutarlı ve onlar tarafından onaylanıyor olmasıyla) doğru bir epistemik ilerleyişi vurgular; benzetim temelde psikolojik güçlerin ayrıklığı ile ilgili değildir.

Stoacı felsefede ve epistemolojide onaylamaya yapılan vurgu, antik felsefeye yapılan önemli bir katkıdır. Stoacılar onaylamayı, phantasia’nın zihin tarafından kabul edildiğini göstermek için kullanmışlardı. Bu, öznenin bir algıyı hem zihninde bulundurup hem de aynı zamanda onu reddetmesine de olanak tanıyordu. Gerçekten de felsefi sağduyu sık sık, belirsiz durumlarda onay vermeyi askıya almamızı ister. Onaylamanın ayrı bir süreç olarak sunulması, öznenin belli bir düşünceyi mutlaka kabul etmesi gerekmeden zihninde barındırabilmesine olanak sağlamıştır.

Epistemolojiye ek olarak, onaylama Stoacı eylem kuramında önemli bir rol oynar. Sergilenen içerik çoğu zaman, bir şeyi arzu edilir gibi göstererek harekete geçirici bir eğilimi tetikler. Bu tür sunumlar phantasia hormetike veya içtepi-üretici sunumlar olarak adlandırılır ve harekete geçirici bir içtepi ürettiği savunulurdu. Bu nedenle içtepi, pneuma’nın kendini belli eylem organlarına dönük hareketi olarak dışa vuran bir tür eyleme çağrıdır.

İçtepi’nin temel işlevi hareketi başlatmasıdır. Fiziksel dünyadaki bir nesneyi veya olayı algıladığımızda, önce yönetici ilkede bir phantasia veya bir görünüm üretilir ve sonrasında bu akıl yetisi ile değerlendirilir. Görünümün içeriğine ve bireyin iyinin ne olduğu kavramına bağlı olarak algılamanın nesnesi iyi, kötü veya farksız olarak sınıflandırılır. Akıl ile birlikte onaylama yetisi nesnenin değerlendirilmesine göre yargıyı kabul eder, reddeder veya askıda tutar. Eğer nesnenin iyi olduğu kabul ediliyorsa ruhun alt katmanında bir tür hareket olarak bir içtepi başlatılır. Eğer nesne kötü ise, kaçınma [aphorme] tepkisi üretilir ve özne söz konusu nesneden uzaklaşır.

  1. Zihin Felsefesi ve Stoacı Etik
  1. Temel İçtepi ve Prolepsis

Stoacıların ruhta doğuştan deneyimsel içerik bulunmadığını savunduklarını gördük. Buna karşılık Stoacılar, insanların doğuştan bazı nitelikler ve psikolojik içtepilerle donanmış olma olasılığını da göz ardı etmiyorlardı. Yeni doğmuş canlılardaki en temel içtepi kendini koruma yönündedir. Bu insanların temel içtepisidir ve Stoacı etiğin başlangıç noktasıdır. Bu içtepi, doğa tarafından yerleştirilmiştir ve canlı varlık için uygun olan (veya organizmaya ait olan) şeyler ve varlığa yabancı veya düşmanca olan şeyler hakkında bir farkındalık sağlar. Temel içtepinin haz alma yönünde olduğunu ileri süren Epikürcülerin tersine Stoacılar, doğuştan gelen bir içtepi olan benlik saygısının ve kişinin kendi yaradılışının farkında olmasının daha temelde yattığını söylüyorlardı. Bu doğuştan içtepi, hayvanların nasıl doğal bir şekilde bacaklarını ve savunma organlarını kullandıklarını ve niçin yırtıcı hayvanları ve düşmanlarını kendiliğinden tanıdıklarını açıklar.

Oysa çocuklar ve hayvanlar akılcı değildirler; bu yüzden doğa, davranışlarına temel olmak üzere onları birincil içtepi ile donatmıştır. Hayvanlar söz konusu olduğunda doğuştan içtepiler, birçok durumda akıllıca görünen bir dizi karmaşık davranışlar dizisini de açıklar. Örneğin Stoacılar, akıllıca görünen ağ kurarak av yakama davranışına rağmen örümceğin akıllı olmadığını söylerler. Böylece hayvanlardaki birincil içtepiler karmaşık içgüdüler olarak tanımlanırlar. İnsanlar söz konusu olduğunda, birincil içtepi sonuç olarak bir geçiş mekanizmasıdır. Çocuk, yetişkinliğe doğru olgunlaştıkça akılcılığını geliştirir ve kendini koruma yönündeki içtepi akıl yürütme alanına kayar. Bireyin akılcılık sayesinde geliştirdiği görev ve erdem kavramları zaman zaman kendini korumanın önüne geçebilir. Kişi erdem ve akılda ilerleme sağladıkça giderek, çocukları, aile üyeleri, komşuları, yurttaşları ve sonunda tüm insanlık benzer şekilde doğal olarak değerli görülür ve bireyin aidiyet ve ilgi küresine eklemlenirler. Bu süreç oikeiosis ya da kendine mal etme öğretisi olarak adlandırılır ve Stoacı etiğin merkezidir.

Birincil içtepi ile yakından ilişkili diğer bir öğreti de Stoacı ön kavramlar [prolepsis] öğretisidir. Bir ön kavram, belli kavramları oluşturmaya doğuştan eğilimdir. En sık sözü edilen ön kavramlar, iyi kavramı ve Tanrı kavramıdır. Stoacılar, doğuşta ruhu boş bir kâğıt sayfasına benzettikleri için, ön kavram özel bir bilme olamaz, sadece bazı kavramları oluşturmaya doğuştan yatkınlıktır.

  1. Tutku ve Eupatheia

Stoacı zihin felsefesinin burada anlatılacak son bölümü tutkular öğretisidir. Platon ve Aristoteles ruhun hem akılcı hem de akılcı olmayan bölümlerinin bulunduğunu öne sürüyor ve bu görüşü zihinsel çelişkiyi açıklamakta kullanıyorlardı. Örneğin, ruhun akılcı olmayan “iştahlı parçası” sürekli olarak kalorisi yüksek ve yağlı yiyeceklerden oluşan bir beslenmeyi isteyebilir. Oysa ruhun akılcı tarafı, böyle bir beslenme sağlıklı olmayacağı için akılcı olmayan bölümünün isteklerine direnir. Sonuç, duygusal çatışma, bazı durumlarda ise ahlaki bir çatışmadır. Stoacıların çoğu (Posidonius en iyi bilinen istisnadır) tam tersine, akılcı olamayan bölümün varlığını reddederler. Buna karşılık zihinsel çatışma olayını açıklayabilmek için Stoacılar Platon’un ve Aristoteles’in açıklamalarının yerine geçecek bir tutku kuramı geliştirmişlerdir.

Stoacılar tutkuyu, her biri kavramın başka bir yönünü vurgulayan birçok değişik şekilde tanımladılar. Tutkunun en bilinen dört tanımı veya açıklaması şöyleydi:

1- Aşırı bir içtepi
2- Aklın söylediklerini dinlemeyen bir içtepi
3- Yanlış bir yargı veya kanı
4- Ruhun bir çırpıntısı [ptoia]

Her tanım, tutkunun değişik bir yönünü vurgular. İlk iki tanım bize tutkunun bir tür içtepi olduğunu söyler. Bunlardan birincisi güce odaklanır. Tutku, denetimden çıkmış bir içtepi veya duygudur. Chrysippus, tutkuyu yokuş aşağı koşan ve istediği zaman duramayan bir kişiye benzetmişti. Ruh, içtepinin keskin kuvveti ve gücüyle sürüklenip gider. Tutkular genellikle kolayca durdurulamayacak bir hareket gücü yaratır. Bazı metinler tutkunun zamansal bir boyutu olduğuna da vurgu yapar. Daha taze bir tutku, daha güçlü bir içtepi demektir; tutkular genellikle zaman içinde zayıflar. İkinci ve üçüncü tanımlar tutkunun mantıksal yönünü vurgular. Tutkular kuralsızdır ve mantığa aykırıdır. Onlar hatalı düşünme ve yanlış fikirleri temel alır. Tutkuların mantığa aykırı olması onların akıldışı bir yetiden kaynaklandığını göstermez. Onlar akıl yetisi tarafından üretilmiş hatalar olabilir. Akli yetiye sahip olmak yanılmaz olmak anlamına gelmez. Daha çok, bilişsel durumların dile benzer sözdizimi yapısında bir çıkarımsal süreç sonucu meydana geldiğini gösterir. Matematik de buna benzer bir şekilde işler. Matematiksel yanlışlar yaptığımızda bunu ruhun matematiksel bölümü ile çatışan bir matematiksel olmayan bölümüne bağlamayız. Daha çok tek, ama sınırlı ve hata yapabilen bir akıl yetisine yükleriz. Stoacılar tutkuları da böyle görürler. Tutkular, bir şeylerin değeri hakkında hatalı yargılar veya yanlışlardır ve böylece yanlış yönlendirilmiş içtepilerdir. Stoacı etiğe göre sadece erdemler gerçek iyilerdir; zenginlik, ün, kudret ve zevkler gibi dışarıdaki şeylerin, sonuç olarak bize zarar da verebilecekleri için ve denetimimiz dışında oldukları için mutlulukla ilgileri olamaz. Dışsal şeylerin bu nedenle ahlaki olarak “alakasız” (adiaphoron) olduğu söylenir. Yanılarak aslında alakasız bir şeyi gerçek anlamda iyidir diye düşünürsek bir yanlış yargılama yapmış oluruz ve tutku yaşantılarız.

Geleneksel Stoacı tutkular yargılardaki hataya göre dört farklı tür veya sınıfa indirgenebilirler. Bu hatalar iyi ve kötü (değer) ile şimdi ve gelecek (zaman) ile ilişkilidir:

Şimdi Gelecek
İyi Zevk Arzu
Kötü  Endişe Korku

Şimdiki zamanda bir şeyi, gerçekte iyi olmayan bir şeyi, iyi olarak tanımlarsak, zevk olarak adlandırdığımız bir tutkuyu veya onun alt türlerini yaşarız. Aynısını gelecek zaman için yaparsak arzu duyarız. Aynı şekilde, şimdiki zamanda gerçekte kötü olmayan bir şeyi kötü olarak tanımlarsak endişe dediğimiz tutkuyu yaşantılarız; gelecekteki bir şey için vardığımız hatalı yargıdan korku duyarız.

Tutkunun dördüncü ve sonuncu tanımı olarak “ruhta bir çalkantı”, Aristoteles’in kızgınlığı kalbin etrafındaki kanın ısınıp kaynaması olarak tarif etmesi gibi, tutkunun daha çok fiziksel bir tanımlanması olabilir. Maddeselciler olarak Stoacılar, etkinlikleri ruhun pneuma’sının fiziksel tanımları olarak anlatmışlardı. Stoacılar bireysel tutkuları akılcı olmayan çıkışlar ve kabarmalar (heparsis) olarak tanımladılar. İçtepilerimiz aşırı ve başa çıkılmaz hale gelince, kişinin göğsündeki pneuma bir çalkantı olarak hissedilebilir. Buna karşılık Zeno mutluluğu, akılcılığı ve erdemi içerdiği varsayılan bir durum, sakince akan bir ruh hali olarak tanımlamıştı. Çalkantı aynı zamanda yargılar olarak tutkuların kararsızlığına da işaret edebilir. Chrysippus, tutkuların çalkantısından kaynaklanan duygusal patlamaya örnek olarak Euripides’in durmadan bir yargıdan diğerine atlayan Medea’sını göstermişti.

Tutkunun bu dört tanımı veya tarifi, her biri tutkunun başka bir yönünü vurgulasa bile yine de tutarlıdır. Örneğin kaybolan ya da çalınan bir malınız için üzüntü duymanız bir tutku olarak, endişenin bir türü olarak düşünülür. Söz konusu olan varlık (çalınan mal) gerçekte ahlaki bakımdan bir değer taşımadığı için (alakasız), sadece bizim duruma verdiğimiz erdemli tepki ahlaki olarak iyi veya kötü olarak tanımlanabilir, üzüntü olarak ortaya çıkan içtepi aşırıdır (1). Bize mutluluğun sadece erdemde yattığını söyleyen aklımızı önemsemediğimiz için bu içtepi aynı zamanda akla aykırıdır (2). Benzer şekilde, bir objeye yakıştırdığımız değer onun gerçek değerini göstermediği için bu içtepi bir yanlış yargıdır (3). Son olarak da üzüntü içinde yaşadığımız endişe kendini yumuşak ve sakin bir şekilde değil de ruhumuzda bir çalkantı veya rahatsızlık olarak kendini gösterir (4).

Eğer tutkular duygusal huzursuzlukla sonuçlanan aşırı içtepiler veya yersiz yargılarsa, duygusal esenliğe varacak uygun içtepiler ve doğru yargıların da olması gerekir. Stoacıların tutkuları reddetmesinin onların tüm duygulardan yoksun bir hayatı aradıkları anlamına geldiğini düşünmek yanlıştır. Stoacılığı daha iyi anlama, onlardaki amacın duygunun yokluğu değil iyi düzenlenmiş bir duygusal yaşam olduğu yönündedir. Bu, içtepilerin akılcı, ılımlı ve denetimli olduğu bir hayattır. Kişinin içtepilerinin hem yargının doğruluğu ve hem de tepkinin derecesi bakımından uygun ve şeylerin doğası ile uyumlu olması halidir. Bu görüş, Stoacı eupatheiai öğretisi tarafından da desteklenir. Olumlu duyguları “iyi tutkular” olarak adlandırmak, belki de okullarının duygulardan yoksun olduğu yanlış yorumuna karşı bir düzeltme çabasıdır. Eupatheiai örnekleri sevinç [khara], sakınma [eulabeia] ve makul isteme [boulesis]. Sevinç zevkin eşi, sakınma korkmanın karşıtı ve makul isteme ise arzulamaya karşılıktır. Farklı olarak, eupatheiai’de içtepinin kuvvetinin objenin değerine uygun olmasında, içtepinin akılcı davranışla uyumlu olmasında ve son olarak da nesnenin doğası hakkındaki inanç veya yargının doğru olmasındadır.

Tutku için dört olmasına karşılık eupatheiai için sadece üç kategori olduğuna dikkat etmeliyiz. Endişeye karşılık gelen bir eupatheiai yoktur. Bu, Stoacı ahlakın yenilmezlik anlayışı nedeniyledir. Endişe, şimdiki zamandaki bir kötülük hakkındaki bir yanlış yargı olarak tanımlanır. Hâlbuki Stoacılar, iyinin dışarıdaki olaylarda veya varlıklarda değil, ahlak sahibi kişinin herhangi bir duruma karşı verdiği erdemli karşılıkta olduğuna inanırlar. Her durumda erdemli bir tepki vermek mümkün olduğu için şimdiki zamanda gerçek bir kötü yoktur. İyi her zaman burada ve şimdi mümkündür.

+ Son Yazılar