Zaman – Süre – Süreç – Dehr – Khronos – Eşzamanlılık

Sayı 7 - İletişim Sorunu

Rus ozanlarından Samuel Marshak, 1914 yılından önce, Londra’ya ilk geldiğinde, yeteri kadar İngilizce bilmiyordu. Yolda giderken birine rastlayıp saatin kaç olduğunu şöyle sordu: “What is time? Aldığı yanıt, “Bu felsefi bir sorudur, bana niye soruyorsun?”du.

“What time is it?” diye sorulacak sorunun “What is time?” biçiminde sorulması ile konunun nasıl birden bire derinleştiğini, filozofik bir yapıya büründüğünü görüyoruz.

Ve bir başkası:
Bir İngiliz masala başlasaydı, sözüne “Once upon a time..” diye girecekti, bir Alman “Es war einmal..” diyecekti. Bir Türk ise “Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, karınca berber iken, deve tellal iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir varmış, bir yokmuş…:” Belki de şimdiye kadar hiç farkına varmadığımız bu sözlerin derinliğine bir göz atalım.

“Evvel zaman içinde” diye başlıyoruz. Yani “çok daha önceden var olan” ve aynı zamanda “zamanın içinde var olan bir eski zaman”dan söz ediyoruz. “Ben babamın beşiğini sallar iken” tümcesiyle astrofizik felsefesine değiniyoruz. En son tümce ise “bir varmış… bir yokmuş…” Bu da filozofinin en önemli cümlesi…

Her halde A. Einstein bu masal başlangıcını duysaydı şöyle diyebilirdi: “Nasıl olur..?… Bu başlangıç benim Rölativite Teorimin ta kendisi.”

Zaman
Os. Zaman, Dehr, Devir, Müddet, Mevsim, Dehir, Meta; Fr. Temps; İng. Time; Alm. Zeit; İt. Tempo; Latince. Tempus; Antikçağ Yunanında Khronos.

Felsefe Sözlüğündeki klasik zaman tanımı ise “Tüm var olanların birbirlerinin yerini alarak zincirlendikleri sonsuz süre”dir.

Süre
Os. Müddet, Müddeti Devam, İstimrarı Vücut, Sayruret, Deymumet, İstimrar, İmtidat, Devam, Temadi, Zaman, Bekaa; Fr. Duree, Al. Daurer, İng. Duration, İt. Durata.

Zamanın belli bir bölümü, sınırlanmış olan zaman ya da zaman parçası olarak tanımlanır.

Süreç
Os. Vetire, Silsile, Terakki, Sıra, Hadisatı, müteakibe; Fr. Proces, Processus; Al. Prozcess, İng. Process, İt. Processo.

Koşullarının bütünlüğü içinde ele alınan gelişme. Buradaki gelişme alt olandan üst olana, yalınçtan karmaşığa doğru kendiliğinden devimsel bir süreçtir. Süreç, özgüçsel (otodinamik) ve bundan ötürü de eytişimsel (diyalektik) bir oluşmayı tanımlar. Mekanik olgu bir dış etkeni, diyalektik olgu bir iç etkeni gerektirir. İç etken, özgüç (otodinamizm) tür. (Felsefe Sözlüğü. O.Hançerlioğlu)

Kavramın, çatışması, çelişmesi, çözülmesi, tekrar kendini örgütleyip kurması ve kendi içsel ve dışsal ilişkilerinden yeni biçimler yaratması, Süreç’tir.

Süre ve süreç, her ne kadar günlük dilde birbirlerinin yerine kullanılıyor olsalar da birbirinden çok farklı kavramlardır. Yukarıda değindiğimiz gibi, süre ölçülebilir bir zaman parçasını imler, süreçte ise parça değil, bütünsellik vardır.

Bu noktayla ilgili olarak doğa ve kültür nesnelerinin ayırımına kısaca değinmemiz gerekiyor. Kültür nesneleri insan yapısı olduğundan tarihseldir, süreseldir. Doğa nesneleri tarihsel değildir, doğanın tarihi yoktur, doğal süreci vardır.

Süreç süre ile ilgili değildir ve süreç süreden, yani zamandan bağımsız olarak ele alındığında yalnızca projede, idealde vardır. Realitede yoktur. Realitede olabilmesi için, sürecin, süre ile ilişkilendirilmesi, bir başka deyişle tasarımda, projede olanın, edime geçmesi gerekmektedir.

Dehr
Zaman kavramı dışsal nesnelere ait olmasına rağmen, dehr, fıtrata ait zamandır. Fıtrat, doğanın kendi gelişim süreci, prosesi olup doğanın kendi zorunlu yasaları içinde devinirken orada geçen zamandır.

Hz. Muhammedi “Dehre küfretmeyin, dehr Allah’tır” der.
“Ademoğlu dehre sövüyor. Şüphesiz ki Dehr Benim! Gece ve gündüzü değiştiren Benim.” (Hadis) “An, O An dır” (Hz. Ali)
“Dehr içre öyle bir süreç vardır ki, insan henüz anılır bir şey dahi değildir.” Dehr (İnsan) Suresi: 1
“O, buyruğunu gökten yere indirir, sonra emir, sizin hesabınızca bin yıl süren bir gün içinde O’na çıkar.” (Secde suresi 5.ayet). “Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O’na çıkar.” (Meariç suresi 4. ayet)

Mitolojide zaman

Khronos
Antikçağ Yunancasında Khronos, zamandır, ilineksel anlamda niceliktir.

Evren oluştuktan sonra, Uranos (gök) ve Gaia (yer) tanrıları onun üstünde yaşayacak ve ömür sürdürecek olanları meydana getirmek istiyorlardı. Bunun için Gaia kendi oğlu Uranos ile birlikte Titanları yarattı. Altısı dişi altısı erkek olmak üzere oniki tane olan Titanlar şunlardı: Okeanos, Koios, Hyperion, İapetos, Kronos, Theia, Rhea, Mnemosyne, Phebe, Tethys, The- mis. Bunlardan en son doğanın adı Kronos’tu.

Uranos tuhaf bir biçimde çocuklarından korkuyor, doğdukça onları yerin derinliklerine atıyor ve oraya hapsediyordu. Bu harekete Gaia çok kızdı ve ondan yaptıklarının öcünü almaya karar verdi. Göğsünden parlak çeliği çıkararak onunla keskin bir tırpan yaptı, sonra çocuklarına planlarını anlattı. Ama çocukları bu plandan korktular, yalnız en son doğan oğlu Kronos annesine yardım edeceğini söyledi. Akşam olunca Uranos, Gaia’yı görmeye geldi. Konuştular biraz vakit geçirdiler, sonra yattılar. Hiç bir şeyden şüphelenmeyen Uranos, derin bir uykuya dalınca, Kronos geldi ve tırpanla babasını hiç acımadan biçip vücudunun kanlı parçalarını denize attı.

Uranos öldükten sonra Kronos kainatın tek hakimi oldu. İlk iş olarak kardeşleri Titanları yer altındaki zindanlarından çıkardı. Onun hükümdarlığı zamanında yaratılış devam etti. Khaos ile Erebos’un kızı olan Nyks, Moros (Baht), Siyah Kere (Moire), Thnatos (Ölüm), Hypnos (Uyku ve Düş)leri doğurdu. Sonra, Momos (Alay), Oizys’I (Acı ve Şikayet). Daha sonra fanilere dehşet veren Nemesis (Öc, hile, kızgınlık), Eris (Nifak) doğdular. Nifaktan da Ponos (Izdırap), Algos (Fenalık), Loimos (Açlık), Apathe (Hile), Savaşlar, Adam öldürme, Şüphe, Zulüm, Ant doğdu ve bu böyle devam etti.

Bu yazılanlar sembolik bir biçimde bizlere mutlaka bir gerçeği, evrenin, insanın oluşum sürecini anlatmaktadır.

Mitolojik hikâyelerde ve efsanelerdeki zamanın işlevine, önemine değinecek olursak;

Bir efsane anlatılırken, sözü edilen olayların içinde gerçekleştikleri kutsal zaman bir bakıma yeniden güncellenmektedir. Bunlar anlatılmaz, canlandırılır ve insan ritüeller yardımı ile tanrıların, mitsel kahramanların ve ataların bu “aşkın” nitelikteki dünyasına girilebilir. Bu tür bir içsel deneyimi gerçekleştiren, mythos alanına inebilen insan, zaman’ın tersine çevrilmezliğini kabul etmez.

İnsan mitleri yaşarken, kutsal olmayan ve kronolojik özellikteki zamanın dışına çıkıp nitelik açısından farklı bir zamana, hem en eski, hem de sonsuza dek yakalanabilecek olan kutsal bir zamana açılıp kendi kendinin kökenine dönebilmelidir.(Mircea Eliade)

Bu da ritos, bir başka deyişle ritus ile olur ki -burada ritus’u ilişkinin doğurduğu düzen anlamında ele aldığımızda, düzenlilik anlamlılık, düzensizlik anlamsızlıktır. Ritus, düzenin bir adıdır, kozmos’a neden olan ilkedir. Ritus usçuluk açısından Us’a düzen verendir. Burada körlüğü kaldıran bağ, ritustur. Ritüel, nesnel biçimde, düzen anlamında kozmosu yaratan ilke anlamında rituslardır. Bu da daha sonra relatio (ilişki) denen kavrama ulaşacaktır. Bir başka deyişle “Mythos, Ritos ile Ozmoslaşacaktır.” Burada mythos, şuur öncesi algı birikimidir.

Eşzamanlılık
Psikoloji alanında son dönemlerde söz sahibi olan ve kolektif şuur altı durumunu ortaya koyan C.G Jung, zaman ve sebep-sonuç zincirine ait geleneksel fikirlerin açıklayamadığı anlamlı rastlantıları tasvir etmek için ‘eşzamanlılık’ terimini ortaya koymuştur. Büyük Kuantum fizikçisi Wolfrang Pauli ile çalışırken Jung, bu rastlantıları, zihin ve maddeyi, bilim ve ruhu içine alan fenomenler olarak açıklama yolunu aradı. Böylece telepati, öngörü ve sezgi gibi parapsikolojik olaylar için mantıklı açıklamalar elde etmeye çalıştı.

Eşzamanlılık fikrinin Jung’un aklına, 1920’lerde Albert Einstein’la yaptığı bir akşam yemeği sırasında geldiği söylenir. Böyle bir fikrin Jung’un iç dünyada, Einstein’in dış dünyada, kozmosta birlik arayışına büyük katkılarda bulunan bu iki adamın aralarındaki benzer bir sohbetten çıkması uygun görünüyor. Bununla beraber, nedensel olarak birbirleriyle ilişkisiz olayların art arda gelişinin anlamı düşüncesi daha da gerilere gider. Jung’un kendisi Schopenhauer’den fikirlerinin ‘vaftiz babası’ olarak söz eder.

Jung, fiziksel olayların açıklanmasında bilimsel düşüncenin sebepsiz bir şekilde nedensellik kavramının baskısı altında olduğu görüşündeydi. Dolayısıyla, kuantum mekaniğindeki olasılık faktörü onu etkilemiştir. Bunun nedeni katı nedenselliği ortadan kaldırma eğilimidir ve Jung, bundan şu fikri çıkarmıştır: Nedenselliğin yanı sıra, normalde bağımsız biçimde fonksiyon gördüğü gözlenen olayları bağlayan başka fiziksel prensip var olabilir.

“Olaylar, genelde bir yanda nedensellik zinciriyle ve öte yanda, bir tür anlamlı çapraz bağlantı yoluyla birbirlerine bağlıdır.” İşte bu fiziksel prensibe Jung, “eşzamanlılık “adını verdi.

Jung, çarpıcı doğalarından ötürü, böyle eşzamanlılıkların, rastlantısal oluşumlar olmadığı kanısına vardı, bunlar aslında kendini deneyimleyen bireylerin psikolojik süreçleri ile bağlantılıydı. Ruhun derinliklerindeki bir oluşumun, fiziksel dünyadaki bir olay ya da olay dizisine nasıl neden olabildiğini kavrayamadığı için, yeni bir ilkenin bu güne dek bilimin henüz tanımadığı nedensellik dışı bir bağlantı ilkesinin söz konusu olduğunu düşündü. Jung bu fikrini öne sürdüğünde fizikçilerin çoğu onu ciddiye almadı. (Walfrang Pauli hariç.) Ancak şimdi, mekânsızlık bağlantılarının varlığı saptandıktan sonra, bazı fizikçiler Jung’un görüşünü yeniden gözden geçirmektedirler.

Fizikçi Paul Davies bu konuda şöyle der: “Mekânsızlık olgusuna sahip bu kuantum etkileri gerçekten bir anlamda, bir tür eşzamanlılık biçimidir; şöyle ki, bunlar, olaylar arasında karşılıklı bir ilişki-kuruyorlar.”

Eşzamanlılığı ciddiye alan başka bir fizikçi de F. David Peat’dır. Peat, Jung tipi eşzamanlılıkların yalnızca gerçek olmakla kalmayıp bunların saklı düzenle ilgili başka bir kanıtı daha sunmakta olduğunu söylemektedir. Bohm’a göre şuur ve madde arasındaki görünür farklılık bir yanılsamadır, ancak her ikisi de nesnelerin ve lineer zamanın belirgin dünyasında ortaya çıktıktan sonra oluşan yapay bir olgudur. Eğer, her şeyin kaynağı olan temelde ya da saklı düzende, zihin ve madde arasında bir bölünme yoksa ortaya çıkan gerçekliğin bu derin bağlantının izlerini taşımakta olmasında şaşıracak bir şey yoktur. Peat, bu yüzden eşzamanlılık fenomeninin, gerçekliğin kumaşındaki defolar, tüm doğanın altında yatan bu engin ve tekil düzene kısa bir göz atmamıza izin veren anlık çatlaklar olduğuna inanıyor.

Bir başka deyişle, fizikçi David Peat, eşzamanlılığın, fiziksel dünyayla, içsel psikolojik gerçekliğimiz arasında hiçbir ayrılık bulunmadığını açıklamakta olduğu düşüncesindedir.

Peat’a göre, bir eşzamanlılığı deneyimlediğimiz zaman, aslında deneyimlemekte olduğumuz şey, “insan zihninin bir an için gerçek düzeninde çalışması, toplumun ve doğanın içine yayılarak, giderek incelen düzeyler boyunca ilerleyerek, zihnin ve maddenin kaynağından geçip yaratıcılığın içine dalmasıdır.”

Zaman kavramının felsefî süreci

“Bir kavram ne denli evrensel ise düşünmemize o denli sık girer ve duyu deneyimi ile ilişkisi ne denli dolaylı ise anlamını kavramamız o denli güçleşir. Tüm düşüncelerimiz ve kavramlarımız duyu deneyimleri tarafından uyandırılır ve ancak bu duyu deneyimlerine gönderme ile anlam taşır. Bununla birlikte öte yandan anlıklarımızın kendiliğinden etkinliğinin ürünüdürler. Böylece hiçbir biçimde bu duyu deneyimlerinin içeriklerinin mantıksal sonuçları değildirler. Öyleyse, eğer bir soyut kavram karmaşasının özünü kavramayı istiyorsak bir yandan kavramlar arasındaki karşılıklı ilişkileri, öte yandan deneyimler ile nasıl ilişkili olduklarını araştırmamız gerekir.” (Albert Einstein)

A- Metafizik dönem; Aristoteles

Aristoteles özdeğin bulunmadığı yerde zaman ve uzayın da bulunmadığını söylemektedir. Physics adli eserinde söyle sorar: “Zaman’ın var olduğu hangi anlamda söylenebilir?”

Çünkü Aristo’ya göre kaba bir tanımla sadece sekil ve maddenin karışımı olan şeylerin var olduğu söylenebilir. Geri kalan her şey bunlara atfedilen niteliklerdir. Zaman, bir cismin (mesela bir saatin ya da yıldızların) hareketleri ile tanımlanır daha doğrusu “hareketlerin sayısıdır zaman”. Bununla birlikte hareket, cisimlerin bir niteliğidir, öyleyse zaman da cisimlerin bir niteliği olmalıdır. Yani bir uzayda cisim yoksa orada hareketten bahsedilemeyeceği gibi zamandan da bahsedilemez.

Plotinus, bu tanıma pek çok bakımdan karşı çıkar. Her şeyden önce ona göre zaman bir sayı sırası değildir, ancak sayılarla “numaralanan” şeydir. İkinci olarak ona göre zaman, harekete değil, hareket zamana ihtiyaç duyar. Çünkü hareket bir cismin sürekli bir “anlar serisi” içinde sürekli bir noktalar serisinde bulunmasıyla gerçekleşir. Cisimler dursa bile, zaman akmaya devam eder, hareket de durgunluk da zaman içinde yer alan şeylerdir, fakat zaman, hiç bir şey içinde yer almaz.

Esasında Aristoteles de tanımındaki bir eksikliğin farkındadır ve şöyle yazar: “Zamanı hareketle ölçüyoruz ve hareketi de zamanla…” Aristoteles’e göre zaman, onun biçimsel mantığındaki on kategoriden biridir. “Ne zamanda?” sorusunu karşılar. Aristoteles’in zaman ulamını Araplar “meta” ve Latinler “quando” deyimi ile dile getirmişlerdir. Bir nesnenin bilgiye çevrilmesi, bir başka deyişle tözün tanımı için bu kategorilere gereksinim duyulmuştur.

Metafizikçilerin görüşü yalın anlak görüşü olup çözülmemiş karşıtlık düzeyinde takılıp kalmakta, sonlu, soyut düşünce belirlenimlerini dolaysızca benimsemekteydi.

Aristo’daki biçimsel, e.d özdeşlik mantığı, soyut mantık, Immanuel Kant’ta zirveye taşındı.

B- Eleştirel Felsefe; Immanuel Kant

Immanuel Kant kendisinden önceki felsefi süreci şu şekilde eleştirdi.

1- Metafizikçiler bir olguyu bilgiye çevirmekte sadece mantıksal uygunluk arıyorlar ve tümdengelim metodunu kullanıyorlardı ve olgu, algı ile doldurulmuş kavramlar üzerinde yapılanmamıştı. Bu nedenle Kant metafizikçilere “Algısız kavramlarınız boştur.” dedi.

2- Duyumcuları ise, bilgi sadece duyu, algı verileridir diyerek rasyonalizmi reddettikleri için “Kavramsız algılarınız kördür” diyerek eleştirdi.

Kategorilerin gerekliliğini görmediklerini, zaman ve mekânı bir idea gibi düşündüklerini, oysa bunların duyarlık yetileri olduğunu da ilave etti.

Kant, insan duyarlığı ve duyuları ile doğanın dış biçimleri ve diğer verilerin karşılaşmasına “fenomen(görünüş)” adını verdi. İnsan duyarlığı ve duyuları ile doğanın dış biçimleri ve diğer verilerin karşılaşmadığı duruma ise “varoluş” dedi. Varoluşun görünüş olabilmesi insan ilişkisi ile olanaklıdır. Burada insan ilişkisi sözünden ne anlıyoruz? Gerçekten algı yapabiliyor muyuz? Seçici olabiliyor muyuz? Bir başka deyişle algıya, nesneye, duyumlara değil, ama duyumların, duyarlık, algı ve nesnenin oluşturduğu olaya, görünüş (fenomen) diyoruz. Burada akıl ve yargı var. Burada özne, insan ilişkisi var. Algıların arasındaki benzerlikler ve ayrımları ki, bunların her biri ilişkidir ve anlıkta tasarım olarak yapılır. Ayrıca tasarımın kendisi de bir kavramdır. Bu da görgülenimdir. Fenomen olabilmesi için doğanın görünüşünün üzerine insan usunun yaptığı bir yargı gerekir.

Önde gelen sibernetikçilerden Heinz von Foerster, insan zihninin ‘orada’ olanı algılamayıp, ‘orada olması gerektiğine inandığını’ algıladığını belirtiyor. ‘Orada’ olan fenomen (görünüş); ‘orada olması gerektiğine inanılan’ varoluş düzeyi.

Kant’a göre zaman ve mekân, algının kendisinde ya da algının nesnel düzeni içinde ilişki olarak vardır. Ona göre zaman ve mekân varlık değildir, algılanamaz, bizde yeti olarak vardır ve apriori’dir. Ancak algının da, zamansız ve mekânsız anlam taşıyamayacağını ve kavramsallaştırılamayacağını bilmektedir.

Kant, metafiziğin ileri sürdüğü ve algılanamayacak olan saltık bir zaman ve saltık bir mekânı reddetmek için bunları duyarlığa yerleştirmiş ve ‘duyarlığın yetileri’ diyerek doğuştan var olduklarını ileri sürmüştür.

Özetle; Aristoteles’teki özdeşlik mantığı, Kant’ta zirveye taşınmış oldu. Zirveye taşınması da özdeşlik mantığını tüketmesi anlamındadır. Bulduğu analitik yargılar bizi çelişmezlik ilkesine ve tek yanlı belirlenimlere taşıdı ve soyut mantıkla çözümlenemeyecek noktalar ortaya çıktı. Bunlar da birbirine dönüşemez kategoriler, kategorize olmuş bir akıl ve evren görüşü ve düalitedeki sabitliklerdi.

Isaac Newton, zamanın mutlak bir büyüklük olduğunu savunmuştu. Bu açıklamaya göre zaman, içinde evrenin de var olduğu ve bütün değişimlerin yer aldığı bir kap gibidir. Zamanın varlığı ve özellikleri fiziksel dünyadan bağımsızdır. Evren var olmasa da var olacağı kabul edilir ve bir başı ve sonu yoktur; çizgisel ve sürekli bir niteliği vardır. Herkes için aynı hızda geçen ve tekdüze akan bir şey olarak kabul edilmiştir.

Einstein’ın İlişkinlik kuramına göre ise cisimler, ışık hızına yakın hızlarda devindiklerinde Newton’cu görüşün üç temel niceliği olan uzunluk, kütle ve süre de değişiklikler meydana gelmekte, cisimlerin uzunlukları kısalmakta, kütleleri büyümekte ve zamanın geçişi yavaşlamaktadır.

Evren bir ilişkiler bütünüdür. Artık uzayda yer kaplayan cisim anlayışı, cisim tanımı anlayışı ortadan kalkmıştır. Evren bir olaylar bütünü olarak kavranacaktır. Aslında evrende olaylardan başka bir şey yoktur. Fakat bu olaylar, fenomenler olarak kavrandığında yetersiz kalmaktadır, bize açık ve seçik değildirler. Açıktan kasıt duyulara açık olmak, seçik dediğimizde de bilimsellikten söz etmiş oluyoruz, ed. bilincin ayırdedebilme farkındalığına açıklığını kastediyoruz. Özne ile nesnenin birliği, yani kavram, kendinde şeyi bilmektir.

Oysa biz, yansıma alanındaki olayları, nesne ile özne arasındakileri, bir başka deyişle nesnenin yansıttığı alanla, öznenin algıladığı alanı biliyoruz. Çünkü fenomoloji daha çok olayların dış yapılarını, görünüşlerini bize sunmakta, yapısallığını, düzenini, çalışma biçimini, kendinde olduğu biçimi bize sunmamaktadır.. Burası daima ikiliktedir, düalitedir, algılarımıza burası çarpmaktadır. Çünkü burada biz de bir doğa parçası konumundayız, ed. bilgi edindiğimiz alan algı alanı ve gözlem alanıdır. Nesnenin konumu sabit kaldığı için de özne, zaman, açı ve mekân ilişkilerini değiştirse bile, bu yolla edindiğimiz kavram sürekli kopuk olmaktadır. Bu da bilinemezcilik (agnostisizm) alanıdır.

C- Yöntem Değişikliği, Hegel;

Hegel’e göre bu bilinemezcilik bir yöntem sorunudur. Formel mantıkla bakıldığı için nesnenin karşısındaki konumumuz metafizik konumdur ed. fenomolojik konum. Bu konumlarda alacağımız bilgi, bizi paradoksa, çatışmaya, bilinemezciliğe götürür.

Bu sorunun üstesinden gelmek için Hegel, başka bir yöntem dener. Doğada, insanda, akıl biçiminde ve hatta bir önceki formel mantığın içinde gizli kalmış, aslında yapılan ama farkına varılmayan bir yöntem bulur. Diyalektik yöntem.

Özdeşlik mantığındaki kategoriler diyalektikte aynen var olup, hepsi kullanılmaktadır. Ama orada birbirinden kopuk, bağımsız, birbirine dönüştürülemez sınıflamalar olarak dururken, bu yöntemde örgünleşirler ve birbirine dönüştürülemez olanlar, birbirine dönüştürülerek ilişkilendirmiş olurlar. Demek ki, Hegel’in yönteminde zaman, mekân, durum, nicelik, nitelik gibi kategoriler birbirlerine dönüştürülürler ve böylece statik (durağan) mantıktan, diyalektik mantığa geçilir.

Mekanik bir yapıyı açıklayabilmek, zamanı sabit tutmakla olur. Evrendeki mekanik bir olayı, olguyu, fenomeni anlayabilmek için zaman sabit ve bütün mekân içindeki nesneler, o zaman sabitesine göre değişmezliği içinde ele alınır. Bu, “her uzamda, zaman aynıdır” demektir.

Bu alanda yapılan tüm kombinasyon ve hesaplar, dışa, mekanik yapısına ait hesaplardır. Zaman hesapları dar alanlarda, mekânlarda, ed. algımızın çok daraltıldığı zamanlarda, pek hesaba girmediği için, bizi mekanik hesapların doğruluğu yönünde yanıltır.

Ama bu uzamlar, mekânlar uzaya doğru biraz açılımda bulunulduğunda, yani ışık hızı ile hesaplanabilir düzeylere gittiğinde, taşındığında, o zaman, zaman, her gözlemciyle gözlenen arasında bir zaman farklılığı doğurmaktadır. Bu, her nesnenin kendine ait zamanı olduğu, hatta bu zaman giderek, her nesnenin kendi varoluşunun bir öğesi, bir ilkesi olarak kavranır.

Bir cismin, örneğin şu kitabın kendi iç zamanı var, ama zaman burada niteliğinin, niceliğinin olduğu gibi reel bir katkı öğesidir. Bunun zamanını alabilsek, bu nesne yoktur. Daha önce bu böyle değildi, zamanın bir realite olabileceği, kavramsal düzeyde kavranamamıştı. Zaman için, sadece bizim bilinçlenirken, mantıksal bir öğe olarak yüklediğimiz kavramdır deniyordu. Oysa burada, zamanın olgusal bir kavram olarak ortaya çıktığını görüyoruz. O halde, zaman, olgusal bir kavramsa, biz, bir nesneyi, süre-durumları içinde kavramak durumundayız. Bir başka deyişle sürekli değişken, devingen bir yapı içinde kavramak zorundayız. Onu tek bir zaman koordinatı ile değerlendirdiğimizde, onun bir an, bir ilişkideki bilgisini sinematografik (enstantane) olarak biliriz. Ama bu bildiğimiz realite değildir, realite kendini sürdürüp yeni bir terime geçmiştir ve her bildiğimiz anda değişmiştir ve yenidir. O zaman biz, bir şeyi, bir olguyu, hem kendinde olduğu gibi, hem de bizim onunla birlikte olabildiğimiz gibi, kavramamız gerekiyor.

Biz bunu ancak, o olaya bilincimizle katılıp onu kavramlaştırdığımızda yapabiliriz “Bir anlamda o olguyla, özne özdeşleşmekte ama onun devingenliğinin, yaşam akışının ayniliği içinde onunla bütünleşmemiz gerekiyor ki biz onu, onda bilelim. Yoksa hep hakkında bilgiyle kalırız.”

Kavram dediğimiz bu bütünleşmeyi anlatır. Her nesne, kendi oluş düzeni içinde bir kavramdır. Bir insan, dıştaki olay ve olguların iç düzeninin kavramsallığını olduğu gibi kavramışsa, o zaman olacak olan olayların da, o ilkeler doğrultusunda olabileceğini bilme yetisindedir. Bir başka deyişle, o insan için, olacak olanın bilinmesi diye bir şey yoktur.

O hep olmakta olanı bilir. Bir gözlemcinin 24 saat sonra gerçekleşecek bir olayı yaşaması ile aynı olayı, iç zaman farkı yani ilkesel zaman bakımından kendi determinasyonu içinde kavrayan bir başka akıl için o, olmuş bir olaydır. Bunlar, öznel ve nesnel zamanın kesiştiği noktalardır. İlişkinlik Kuramı.

Bu tür bir bilinç, nesne, olay, olgularla aynı (özdeş) de değildir, ayrı da değildir. Bu o insanda dirimseldir, kavramdır. Fikir ve tasarım değildir.

Albert Einstein bakınız ne diyor: “Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım sadece bir yanılsamadan ibarettir, ne kadar kalıcı olsa da.”

Şimdi de sizlere zaman kavramı ile ilgili farklı söylemlerden bir demet sunuyorum.

Hermetik düşünceye göre zaman anlayışında, “geçmiş de gelecek de şu an mevcut değildir”, şu an ise öyle çabuk geçer ki hiçbir sürekliliği yoktur. “Şimdi” dememizden bile önce o an geçmiştir. Şimdiki zamanı asla yakalayamayız, o halde onun var olduğunu söylememiz ne şekilde mümkündür.

‘Şimdiki zaman ve geçmiş zaman
Belki birliktedir gelecek zamanda
Ve gelecek zamanı kapsar geçmiş yaşam.’

Hintli Vikekananda, ‘Mutlak’da ne zaman ne uzam vardır, ne de nedensellik. Ne zihin ne de düşünce olmadığına göre orada zaman tasarımı yer almaz. Görülür hiçbir değişim olmadığına göre orada uzam tasarımı var olamaz. Hareket ve nedensellik diye andıklarınız, yalnızca bir’in olduğu bir yerde var olamaz.

Zamanın sonu üzerine söyleşiler

Fransız tarihçi Jean Delumeau’ya şöyle bir soru soruluyor:

– Zamanların başlangıcına ve sonuna ilişkin dinsel kavramı Kutsal Kitap mı ortaya koymuştur?

J.Delumeau’nun yanıtı ise şöyledir:

Yahudi-Hıristiyan geleneğiyle başka birçok gelenek arasında önemli bir farklılık olduğu kesindir. Özellikle Hinduizm ve bu bakımdan onun yerini alan Budizm, olayların bir tür çevrimsel akışına inanır. Sonuçta, birkaç yüzyıl ya da dönem sonunda başlangıç noktasına geri dönülür. Bu aynı zamanda Yunanlıların da anlayışıdır.

Tersine, Yahudi-Hıristiyan çizgisinde, tarih bir vektör gibi ele alınmıştır. Bir başlangıç ve son vardır. Tanrı, dünyayı, yaşamı, insanı yaratmış ve insan da yaratılır yaratılmaz zamana boyun eğmiştir. Günün birinde, Tanrı kozmik serüveni, dünyasal yaşam serüvenini durdurmaya karar verecektir ve bu, dünyanın sonu, tarihin sonu, zamanların sonu olacaktır.

Kitaplı bir din olarak İslam da Yahudilik ve Hıristiyanlıkla aynı doğrultuda yer alır. Bu bakımdan Yahudi-Hıristiyan geleneğinin kalıtçısıdır ve kıyameti, yeniden dirilişi ve son yargıyı, sonsuz mutluluk ya da cezayı kesin bir biçimde öne sürer. Böylece, dünya tarihi içinde Yunanlılarda ki ve Asya’daki çevrimsel zaman anlayışının tersine, bir başlangıcı ve bir sonu olan lineer (çizgisel) zaman anlayışına inanan kitaplı üç din, bir bütün içinde ayrı bir yere konabilir.

Gördüğümüz gibi olguların kökenini kavrayamadığımız zaman sonsuzluktan, sınırsızlıktan söz ediyoruz. Zaman, uzam ölçülerimizin tutsağıyız ya da ölçeği kendimize uyduruyoruz.

Geçmiş zamanı inceleyen bilim dalı olarak betimlediğimiz tarih ile ilgili bir alıntı ile bitirmek istiyorum.

XIX. yy. da Hegel ve Auguste Comte, XII. yy. da keşiş Gioacchino’nun tarihi üç evrede bölümlemesini benimserler.

İlk evre, bilimin evresidir, daha açık bir söyleyiş ile öğrenmekle geçmesi gereken evredir.
İkincisi, bilgeliğin evresidir.
Üçüncüsü, kavrayışın yetkinleşeceği evredir.

İlki, köleliğin;
İkincisi, oğulun babaya bağımlılığının evresi oldu.
Üçüncüsü özgürlüğün evresi olacak.

İlki, kırbaç altında gerçekleşti,
İkincisine, eylem damgasını vurdu,
Üçüncüsü, derin düşüncenin evresi olacak.

İlkini korku biçimlendirdi,
İkincisini inanç,
Üçüncüsüne Tanrı sevgisi damgasını vuracak.

İlki kölelerin zamanıydı,
İkincisi özgür insanların,
Üçüncüsü dostların zamanı olacak.

İlki yaşlıların zamanıydı,
İkincisi genç insanların zamanıdır.
Üçüncüsü de çocukların zamanı olacak.

İlki yıldızların altında,
İkincisi şafak zamanında olup bitti,
Üçüncüsü gün ortasında gerçekleşecek.

 

KAYNAKÇA:

  • Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, Cilt I
  • O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü
  •  Aristoteles, Metafizik, Sosyal Yayınlar
  • Newton, Doğal Felsefenin Matematiksel İlkeleri(Seçmeler), İdea Yayınları
  • Hegel, Doğa Felsefesi Mekanik, İdea Yayınları
  • Maxwell, Einstein, Schrödinger, Born, Uzay, Zaman, Özdek, İdea Yayınları
  • Hegel, Mantık Bilimi, İdea Yayınları
  • Fritjof Capra, Fiziğin Taosu, Arıtan Yayınevi
  • Fritjof Capra, Yeni Bir Düşünce, Ağaç Yayıncılık
  • Michael Talbot, Mistik Düşünce ve Yeni Fizik, İnsan Yayınları
  • Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi
  • Edith Hamilton, Mitologya, Varlık Yayınları
  • Mircea Eliade, Ebedi Dönüş Mitosu, İmge Kitabevi
  • Mircea Eliade, İmgeler ve Simgeler, Gece Yayıncılık
  • Carl Gustav Jung, Analitik Psikolojinin Temel İlkeleri, Cem Yayınları
  • Bertrand Russel, Rölativitenin Alfabesi, Onur Yayınları
  • Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, Pan Yayıncılık
  • Jean-Claude Carrirere, Jean Delumeau, Umberto Eco, Stephen Jay Gould, Zamanların Sonu Üzerine Söyleşiler, YKY
  • Kuran-ı Kerim ve Yüce Meali, Prof. Dr. Süleyman Ateş
  • Diané Collins, Robert Wilkinson, Otuz Beş Doğu Filozofu, Ayraç Yayınevi
  • Timothy Freke, Peter Grandy, Hermetika, Hermes’in Kayıp Sözleri, Ege Meta Yayınları
  • Anadolu Aydınlanma Vakfı çalışma notları.