Sürüklenenler

Sayı 8 - Tarih Bilinci ve Kimlik Sorunu

Çiseleyen yağmur bir an için sanki yüreğini sızlattı. Parkasının içinde daha fazla büzüldü ve bu şekilde soğuktan korunacağını düşündü. Ankara’nın isli dumanlı havasını soluyarak uzun adımlarla yürümeye devam etti. Berbat bir hava, zorlu bir yaşam, ama ilkeli ve onurlu.

Yirmi iki yaşındaydı. Esmer tenli, iri siyah gözlü, kalın kaşlı bir doğu delikanlısıydı. Dön sene önce Ankara’ya Üniversite öğrenimi için gelmiş ve zar zor talebe yurtlarından birisine yerleşmişti. Şehire ondan daha önce gelmiş olan ağabeyinin de az çok yardımı olmuştu. Ne de olsa ondan daha uzun süre şehirliydi.

Cebinden bir paket Samsun sigarası çıkardı. Parkasının içinde gizleyerek yaktı. Aksi halde, çiseleyen yağmur sigarayı anında ıslatarak içilmez hale getirecekti. Eliyle siper yaparak bir nefes aldı. Tamam işte şimdi ısınmaya başlamıştı. Yanan sigarasını eliyle korumaya devam etti.

Ülkede üniversiteye girebilmek zordu. Ama o, dört sene önce bunu başarmış ve köyünden üniversiteye girebilen tek kişi olmuş, hatta derecesi nedeniyle burs da kazanmıştı.

Hava kararmaya başlamıştı. Ahmak ıslatan yağmaya devam ederken caddeden karşıya geçti. Sokak lambaları ve dükkân ışıkları puslu havaya biraz ışık saçmaktaydı.

Cadde köşesindeki dükkân tentesinin altına girdi. Hem yağmurdan korunuyor, hem de kendisini iyice gizleyebiliyordu. Parkasının cebini kontrol etti. Buraya gelene dek bunu defalarca yapmıştı. Makine, soğuk ve sessiz olarak yerinde duruyordu. Sanki kıymetli bir hazineyi cebinden düşürecekmiş gibi rahatsızlık duydu.

Doğaldır ki, Ankara’ya ilk geldiğinde bugün yapacaklarını planlamamıştı.

Çok çalışması ve başarması gerekiyordu ve kendinden de emindi. Ama yeni arkadaşlar, yeni düşünceler, yeni heyecan ve idealler onu sarıp sarmalamış, o da kendisini şimdi üyesi olduğu cephenin içinde bulmuştu. Ne de olsa yaşam, düzen ve ona karşı olanlar arasında bir güç mücadelesiydi.

Başlangıçta çok fazla çelişkileri ve sıkıntıları olsa da, zamanla bunlar azalmış ve hatta gurubundaki maddi dayanışma parasal sıkıntısını da oldukça azaltmıştı. Ama mücadele zor ve çetindi. Ölümle yüzleşmek işten bile değildi. Üstelik mücadele hem düzene, hem de düzenle mücadele eden başka bir gurup olan diğer cepheye karşı yürütülmekteydi.

Postalları iyice ıslanmıştı. Sağlam ve kalın oldukları için hem ayağını ıslanmaktan koruyor, hem de sıcak tutuyordu. Sigarasını şimdi daha rahat içebilirdi.

Yola doğru dikkatlice baktı. “Hafta içi olsa, bu saatler çok kalabalık olur. Bugün Pazar günü, üstelik hava da kapalı, bu benim işimi kolaylaştıracak. Görünürde kimseler yok.” diye düşündü.

Çoğunlukla memur şehri olan Ankara, neredeyse sessizliğe bürünmüştü. Duman ve yağmur insanın içini karartıyor, nefes almasını zorlaştırıyordu.

“Neşelenip eğlenecek halim yok ya” diye düşündü. “Biran önce işimi tamamlayıp arkadaşlarımın yanına dönsem iyi olacak. Nerede kaldı bu adam, şimdiye kadar gelmiş olması gerekirdi.” diye düşüncesini sürdürdü.

Dört yıl Ankara’da şimşek hızıyla akıp geçmişti. Yurtta ve okuldaki yeni arkadaşlar, dünyaya yeni bir bakış açısı onu oldukça heyecanlandırmış, ülkesini kurtarma fikrini kısa zamanda benimsemişti. İdealleri uğrunda savaşmaktan yılmayan bir asker olma yolunda ilerleyerek, kuramsal ve pratik eğitim görmüş ve mücadeleye hazırlanmıştı.

Geçen yıllarda, zıt fikirlere sahip olduğunun farkına vardığı ağabeyisinden gitgide uzaklaşmış ve hatta onunla düşman olmuştu. Zamanın nelere gebe olduğunu kim bilebilir ki? Onlar artık birbirlerinin düşmanıydılar. İdeal aynı ama cepheler ayrıydı.

Yaşamın çok kolay aktığı söylenemezdi. Arkadaşlık, yardımlaşma, hedef ve idealler uğruna kendinden birşeyler verebilme düşünceleri ona güç veriyordu ama, puslu havalı bir şehirde puslu bir mücadeleye girişmişti.

Aslında en zorlu gün, bugündü. Çünkü ilk kez bir insan öldürecekti. Buna hem beyin olarak, hem de fiziksel olarak hazırlanmıştı. Davası uğruna bu eylemi gerçekleştirmek için gözünü bile kırpmayacaktı.

“Davamız için ne gerekirse yapılacak” diye talimat vermişti, çok sevdiği, yol gösterici arkadaşları.

O da, “Davamız için ne gerekirse yapacağım” diye tekrarlamıştı. Gereken yapılacaktı.

“İşte sonunda geliyor” diye kendi kendine fısıldadı. Silahı cebinden çıkartıp, parkasının altına sokmadan önce, sigarasını çamurlu suların içersine fırlattı. Korkmuyor ve titremiyordu. İyice ısınmıştı artık. Yapacaklarına konsantre olmuş, çelikten sinirlerle bezenmişti.

Şansının yaver gittiğinin farkındaydı. Caddede, yakınlarda, kurbandan başka bir canlı görünmüyordu. Bir kedi bile yoktu.

Adam sık adımlarla ve etrafını kollayarak ona doğru yaklaşıyordu. Bir kaç metre yakına kadar gelince, tentenin altından aniden çıkarak silahını adama doğrulttu.

Adam durumu anlamıştı. Elini beline doğru götürdü. Ama bu dünyada işitebileceği son söz “Elveda” oldu.

Silah birkaç el ateş aldı. Adam kendisini koruyamadan, şaşkın bakışlarla yere yuvarlandı. Bir iki debelendi ve hareketsiz bir biçimde kaldı. Tetikçi sözlerini tamamladı: “Elveda sevgili ağabeyim”.

Sonra silahını tekrar yerine koydu. Koşarak olay yerinden uzaklaştı. Silah susturuculu olduğu için duyan olmamıştı. Hızla yerde yatan karaltıdan uzaklaşarak puslu karanlıklarda eridi.

Biraz sonra, ilerideki dolmuşa el salladı. Duran dolmuşun içine girerek arkaya oturdu. İçine bir rehavet çöktü. Arkasına iyice yaslandı ve açık olan radyoyu dinlemeye başladı.

“… yapılan bir araştırmaya göre, dünyamızın ekonomik, felsefi, bilimsel ve dini yapılanmasını kontrol altında tutan insanlar dünyanın yüzde birini teşkil etmektedir. Bunu izleme şansına sahip olanların sayısı yüzde on dört, hiçbir şeyin farkında olmadan sürüklenenler ise yüzde seksen beştir…”

Hafifçe gülümsedi. “Ben neredeyim acaba?” diye düşündü. Sıcak iyice bastırdı. Hep sürdürmekte olduğu uykusuna yeniden daldı.