Sınır, aslında ikiliğin ya da genel anlamıyla çokluğun olduğu yerde yani yaşamın her alanında karşılaştığımız ve deneylediğimiz bir olgudur. Yaşadığımız evrende zaman ve uzay belirlenimleri olarak, dünyada ülkeleri ve ulusları birbirinden ayıran gerçeklik olarak, ülke içerisinde coğrafi bölge ve şehirler olarak, toplumsal yaşamda düzeni oluşturan kısıtlamalar ve koşullar olarak, kendi bilincimizde ise kavramlar ve kategoriler olarak bu sınırlarla sürekli karşılaşır ve onları içselleştiririz. Bütün bu içselleştirmeler ile de kendimizi ve çevremizi tanımlar, sınırlarız.

Doğu ve batının tam sınırında bir ülkede ve iki denizin sınırında bir şehirde yaşamanın anlamı bizler için yalnızca coğrafi sınırlardan ibaret değildir. Doğu ve Batı tininin de karşılaştığı Anadolu toprakları, dünyanın kalbi olarak görülmüş, çağlar boyu verdiği tinsel ekinlerle etkisini tüm dünyada sürdürmüştür.

Çocuk dünyaya geldiğinde toplumsal yaşamın sınırları onun için henüz belirsizdir. Onu bir fert olarak tanımlayan, sınırlarını belirleyen maddi, manevi değerler henüz kendisi için oluşmamıştır. Kendinde sınırsız olduğu söylenebilir. İstediği kadar yer, içer, ağlar ve hatta yaşamında bir daha deneyleyemeyeceği kadar çok güler. Büyüdükçe toplum içerisindeki yeri, konumu, adet, gelenek ve görenekler sayesinde kendisine görünmez bir şekilde çizilmiş olan bu sınırlar içerisinde yaşaması ve davranışlarını buna göre yönlendirmesi beklenir. Bunun sonucu olarak kendisini içinde bulduğu aile, mahalle, ülke, mezhep, din gibi çemberler yaşamını ve kimliğini oluşturur.

Hayat çemberinde dolanırken her birimiz, içinde bulunduğumuz çemberin haklılığına inanmış, kendimizi o sınırlar içerisine gönüllü olarak hapsetmişizdir. Bu sınırları aşmanın tek yolu ise sorgulamaktır. Bu nedenle Socrates, “sorgulanmayan yaşam, yaşam değildir,” demiştir.

Toplumsal değer olarak sınırı irdelediğimizde “sınırı belirleyici düzen olarak adalet” kavramı kendiliğinden ortaya çıkar. Kişisel özgürlüklerin, karşılıklı birbirinin alanını belirleyerek ortaya konulması adalet düzeninin en önemli amacıdır. Adalet düzeninin evrenselleştirilerek etik bir değer olarak yaşama geçirilmesi ise, bu sınırların doğru belirlenmesi yoluyla temel kişisel hak ve özgürlüklerin tüm bireylere eşit ölçüde tanınacağı bir toplumun oluşturulmasıyla olanaklıdır.

Günümüz gelişmiş toplumlarında yaygın olan anlayış, hak ve özgürlüklerin evrensel değerlere uygun olması gerektiği temeline dayalıdır. Oysaki uygulamada eşitlik, adalet, özgürlük gibi evrensel ve kadim değerler yalnızca o toplumun ya da topluluğun kendi içinde ve kendinden saydığı bireyler arasında geçerli kılınmaktadır.

Bu konu ile ilgili bilinen en çarpıcı örneklerden biri olan Platon’un meşhur diyaloglarından “Euthyphro”, aynı zamanda Antik Yunan’da yaşamış gerçek bir kişinin de ismidir. Kratylos diyaloğunda kendi tarzında etimoloji ve kutsal isimleri anlamlandırma uzmanı olarak bahsi geçer. Kendisinin ismi anlatılan öykü ile eş anlamlı olması bakımından oldukça düşündürücüdür.[1]

Grekçe’de “euthu” = dosdoğru (ortho), “phron”= bilgelik (bkz. phron+esis)

Euthu+phron = “Dosdoğru bilgelik” anlamını karşılamaktadır.

Sokrates bir gün, mahkeme kapısında karşılaştığı Euthyphro’ya orada bulunma nedenini sorar ve onun babasını katil olarak ihbar etmek amacıyla geldiğini öğrenir. Bunun üzerine onu sorgulamaya başlar. Evet, adam öldürmek yasalar karşısında suçtur. Ama ya öldürülen kişi de bir başkasını öldürmüşse? Euthyphro’nun babası, bir katil olan kölesini adalete teslim etmek üzere zincirlemiş ve bir hücreye kapatmıştır. Ne var ki onu Atina’daki mahkemeye götürecek olan geminin gelmesine günler vardır ve köle bu süre zarfında koşullara dayanamayıp ölmüştür. Bütün bu hafifletici sebepler bile Euthyphro için babasının bir insanı öldürdüğü gerçeğini ve onu adalete teslim etme kararındaki ısrarını değiştirmez.[2]

Çin etiğinin babası olarak tanıdığımız Konfüçyüs de buna benzer bir örnekte koyun çalan babasını şikâyet eden bir oğuldan bahseder. Bu olayda Konfüçyüs, oğulların baba, babanın oğulları için böyle bir olayı örtbas etmesi gerektiğini söyler. Hatta bunun bir nevi doğruculuk olduğunu belirtir.

Hem Platon hem de Konfüçyüs olayın önemi konusunda hemfikirdir. Konfüçyüs, oğulun hatalı olduğundan emindir. Platon ise Euthyphro’yu eleştirir. Diyalogda Sokrates, Euthyphro’ya “sevgili yaşlı babanı bir yabancıyı değil, ancak aile fertlerinden birini öldürdüğü takdirde suçlayabilirsin” der. Euthyphro ise ona “kurbanın akraba veya yabancı olmasının farkını düşünmen çok saçma” diye cevap verir.

Euthyphro, tarafsızlığı savunmaktadır. Bu olayda o, daireleri kesen bir bıçak gibi doğrusal düşünmenin temsilcisidir. Bir yerde hedefi yalnızca adalet olan yasadır. Elinde terazi olan adalet tanrıçasının (Themis, Justitia) gözleri neden bağlıdır? Çünkü adalet için gerekli olan doğru hüküm, yargılananların kimliğinden bağımsız olunduğunda sağlanabilir. Günümüzde bu, yargı cübbesinde düğme olmaması şeklinde değerlendirilmektedir.

Bu durumda karşımıza dairesel düşünce ile doğrusal düşüncenin nasıl bir araya getirilebileceği sorunu çıkar. Yani yasa ile ahlak çatışmasında neye göre karar vermek gerekecektir? Yasanın evrensel yasa olmaması, etiğin evrensel değerler yerine yerel değerlerden oluşuyor olması durumunda karşılaştığımız çelişki nasıl çözülebilir? Bu, günümüzde de her boyutuyla yaşadığımız, içinden çıkamadığımız bir olgudur.

Ahlak diğer insanlarla olan gerçek bağlarımızdır. Ebeveynimize, çocuklarımıza, arkadaşlarımıza eşit davranmak, bir yabancıdan ayırmamak herhalde çekilmez bir durum olurdu. Bu durumda ahlak yargılarımızın sorgulanabilmesi gerekir. Bir olguyu doğru ya da yanlış kılan nedir? Doğru dediğimizde ise, nesnel olarak mı doğrudur? Bu gibi sorular felsefeciler arasında çok tartışılmış, ahlak felsefesi bu farklı anlayışlara göre genel olarak şu şekilde sınıflandırılmıştır:

Nesnelcilik (Objektivizm): Ahlak yargılarımız kim olduğumuza, hangi kültürel gruba dâhil olduğumuza bakılmaksızın doğru veya yanlış olabilir.

Görelilik (Rölativizm): Ahlak yargılarımız, bağlamında doğru veya yanlış olabilir.

Öznellik (Sübjektivizm): Ahlak yargılarımız kişisel olarak doğru veya yanlış olabilir.

Duygusalcılık (Emotivizm): Ahlak yargıları ne objektif ne de görecelidir, doğrudan duygusal reaksiyonlarımıza bağlıdır.

Platon’un en yüksek ide olarak adaleti (dike) tanımlamış olması çok önemlidir. İyilik, güzellik ve doğruluk ideleri hep birlikte ele alınır. Sokrates, kötülük diye bir şeyin olmadığını, yalnızca cehaletin söz konusu olduğunu söyler. Cehalet, her zaman hakikatin karşısındadır. Bu nedenle büyük önder bize “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bir nesil olmayı önermiştir. Zira üç ana ilke “akıl, ahlak, adalet” ancak özgür bireylerde tamamlanır. Buradaki ahlakın töresel değil evrensel ve zaman üstü yani etik olarak tanımlanması gerektiği önemli bir konudur. Özgür aklın edimi özgür vicdan (etik), özgür vicdanın edimi de irfan ve onun doğal sonucu olan adalettir.

Toplumda sorun çıkarmayan kişiliklerin genel tanımı görünmez ama hissedilir sınırlara harfiyen uymasıyla belirlenir. Bir çeşit yapay bir cennette huzur içinde ve kendilerince mutlu yaşamaktadırlar; ta ki “can sıkıntısı” onları rahatsız edene kadar…

Can sıkıntısı olan insan, etrafındaki bu tanımlanmış sosyal, kültürel, tinsel çemberi sorgulamaya başladığında sorunlu insana dönüşür. Her toplumda yeni düşüncelerin, gelişmelerin öncüsü bu kişi ya da kişiler “sormakla” yola koyulurlar. Uzun alacakaranlık bu yolda sormak, sorgulamak onlar için fener gibidir. Soran insan, içinde bulunduğu anlayışla yetinmeyen, daha iyi ve daha güzeli hedefleyen, bu nedenle de sınırlarını zorlayan insandır. Sor-gulayan, sor-unlu insan aslında sor-umluluğunun bilincinde olan kişidir. Bu arayış, onu daha üst bir anlayışa yönlendirir. Bunu yapabilmesi ise ancak bir önceki anlayışından vazgeçmesi ile olanaklıdır.

Can sıkıntısını temel olarak alan varoluş felsefesinin kurucularından Soren Kierkegaard bu çabayı “şiirsel yaşam “olarak tanımlamıştır. İçinde bulunduğu sınırların olumsuzlanması suretiyle daha üst bir gerçekliğe erişme çabasını yaşamın şiirselliği olarak görür. “Şiirden ve sanattan üstün bir gaye tanımayan Alman şairi Rückert için ise dünya şiiri dünya barışının ta kendisidir.”[3]

Tarihte olumsuzlamanın ilk bilinen deneyimi Sokrates tarafından gerçekleştirilir. Sokrates’in arkadaşı Kyrophon, Delfi tapınaklarına gittiğinde orada Tanrısal bilge Diotima’ya “dünyada Sokrates’ten daha akıllı birisi olup olmadığını” sorar ve olmadığı cevabını alır. Arkadaşı bunu kendisine anlattığında Sokrates çok şaşırır. Kâhine çok güvenmektedir ama kendisine dönüp baktığında etrafındaki birçok insanın kendi konularında uzman ve ondan daha bilgili olduklarını düşünür. Bu nedenle onları sorgulamakla işe başlar. Herkese uzman oldukları konuları anlatmaları için çeşitli sorular sorar. Bu sorular daha çok mantık yürütme yöntemi ile geldiğinden bir müddet sonra uzman olduğu düşünülen kişi cevap vermekte acze düşer ve bunun sonucunda da genelde kızarak çekip gider. İşte Sokrates tüm bu sorgulamalarının sonucunda şu karara varır: “Kâhin haklı, bu insanların hiçbirisi gerçekte bilmediğinin farkında değil, bense bunun farkındayım.” Tarihe mal olmuş olan bu düşüncesi işte böyle bir deneyimin sonucu olarak ortaya çıkar:

Bir şey bildiğim varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir.”

Sokrates yalnızca ele alınan konunun olumsuzlanması üzerinde odaklanır. Ortaya çözüm getirecek yeni bir anlayış kurmakla ilgilenmez. Bunu karşısındakinin yeteneğine bırakır. Olumsuzlama yöntemi sonra pek çok düşünüre yol göstermiş, ilham kaynağı olmuş, tartışılmış, benimsenmiş veya reddedilmiştir.

Ya / Ya da” adlı kitabın yazarı Kierkegaard için yöntem, karşıtların ve çelişkilerin üzerine odaklanmaya devam etmek ama aralarını bulmamaktır. Kierkegaard, kişinin taraflardan birini seçmeye zorunlu olduğunu ve orta yolun olmadığını söyler. Bu bağlamda çok değer verdiği ve yöntemini benimsediği Sokrat tarzı bir anlayışın günümüzde temsilcisi olduğunu söyler. Tıpkı onun Atina sokaklarındaki insanları sorgulaması gibi Kierkegaard da Danimarka sokaklarında dolaşıp insanlara sorular sorar ve onların kendi anlayışlarını edinmelerini hedefler.[4]

Sokrates’in tarihsel önemini ve olumsuzlamanın gereğini vurgulayan Hegel ise taraflardan birine sıkıca yapışmak ve diğerini tanımamanın “dogmatizm” belirtisi olduğunu söyler. Hegel’in kurduğu mantık dizgesinde varlık/yokluk, sonlu/sonsuz, çokluk/teklik gibi zıt kavramlar, karşıtı ile zorunlu ilişki içinde ve iç içedir. Ama Hegel her kavramı olumsuzlamakla yetinmez; onu yükseltgeyerek bir üst kavrama taşır. İlkin “kendinde” diye adlandırılan kavram, karşıtında “kendi için” olarak konulur, yükseltgendiğinde ise artık “kendinde ve kendi içindir.” Böylelikle düşünceyi yaşamın dinamik yapısına benzer bir şekilde ele alır.

Hegel için birbirini sınırlamak özgür olmamaktır. Gerçek özgürlük ve hatta sonsuzluğu “başkasında kendi evinde olmak” diye tanımlar. Ona göre “özgür olmanın yolu sınırları akışkan hale getirmektir.

Yaşam ise zaman ve uzay parametreleri ile tanımlanır. Zaman açısından baktığımızda sınır nesnelere bağlı yani görelidir. Nesnelerin devinimi bizde zaman algısını oluşturur. Dünyanın kendi etrafında dönüşüne gün, güneş etrafında dönüşüne yıl, ayın dünya etrafında dönüşüne ise ay deriz. Acaba insanlık tarihini etkileyen bunun gibi bilmediğimiz başka döngüler de var mıdır?

Kadim Tibet öğretisinde evrenin gündüz (manvantara) ve gecelerinden (pralaya) bahsedilmektedir. Kadim Hint öğretisinde ise insanlık tarihinde demir, bakır, gümüş ve altın çağ diye adlandırılan dönemlerin oluşturduğu bir döngüden bahsedilir (yuga; dönem). Ne yazık ki içinde bulunduğumuz dönemin demir çağı olduğunu söylenmektedir. Bir günlük ömrü olan o da karanlık, bulutlu bir güne rastlamış olan kelebeğin güneşli bir günün, güneşin ne olduğu hakkında fikri olmaması gibi biz de içinde olduğumuz süreçlerden habersiz olabilir miyiz? Acaba insanlık altın çağda neler yaşamıştır? Bugün hala piramitlerin nasıl ve ne amaçla inşa edildiğini anlamaya çalışıyoruz. Atlantis ve Mu kıtalarında çökmeden önce nasıl bir medeniyet inşa edildiğini bilemiyoruz. Mısır’daki piramitlerin dahi nasıl inşa edildiğini anlamakta aciz kalıyoruz.

Uzay, görünen nesne ve zaman ilişkisi yaşam ve ölüm olarak karşımıza çıkmaktadır. Her nesnenin, en büyükten en küçük birime dek belirli bir yaşam süresi vardır. Yıldızlar belirli bir süre yaşayıp parlak ışıklarıyla etraflarını besledikten sonra beyaz cüce haline dönüp yok olup gitmektedirler. Hücrelerimiz beden içerisinde sürekli ölmekte olup yerine yenileri gelmektedir. Kaliforniya’daki her daim yeşil olan ama aslında yapraklarını sürekli yenileyen meşe ağacı gibiyiz. Aslında kendimizi hep aynı olarak algılıyoruz ama bedenimizde sürekli yenilenen hücrelerimizle her an değişen bir beden yapısına sahibiz. Bu hücreler bazen programlandıkları gibi belli bir zaman içerisinde ölmeyi reddedip ebedi yaşam çabasına girişiyorlar. Bunların sürekli çoğalıp diğer normal hücreleri çalışmaz hale getirmesiyle de çağımızın en büyük hastalığı olan kanser karşımıza çıkıyor.

Nasıl ki hücrelerin ölümsüzlük çabası vücudu hasta ediyorsa, ölümsüz olduğunu sanıp her şeyi tüketmeye çalışan, haddini yani toplumsal yaşamdaki sınırını bilmeyen beşerin de insanlık açısından kanser kadar tehlikeli ve ölümcül olduğu gerçeği ile yüz yüzeyiz.

Bilincimizdeki sınırlamalar ise beynin yapısı ile ilgilidir. İnsan beyni sol yanıyla analitik düşünce ve her türlü detayı algılama yetisine sahip iken, sağ yarım küre sanatsal, sezgisel iç görülerin yer aldığı, evrenin arka tasarındaki birliği algılama yetisinin bulunduğu bölgedir. Hermetik öğretide her şeyin eril (+) ve dişil (-) yanı olduğundan bahsedilir. İnsan beyni de sol yanıyla eril, sağ yanıyla dişil olarak tanımlanabilir.

Jill Bolte Taylor’ın beyninin sol yarım küresinde yaşadığı müthiş inme deneyiminde önce harfler salınmaya başlar. Detayları algılayamayan beynin sol yanı işlevini yerine getiremez ve fark âleminden uzaklaşarak birliğe ulaşır. Bir psikiyatrist olarak yaşadıklarının bilincindedir. İyileştikten sonra yaptığı sunumlarda “Nirvana” diye tanımladığı neşe ve cezbe âlemini herkesin yaşayabileceğini, bunun insana verilmiş bir yeti olduğunu vurgular. [5] Bizi bu deneyimi yaşamaktan alıkoyan ise ayrılık algısıdır. Çağlar boyu tüm bilgelerin bize anlatmaya çalıştığı gibi…

Beynin iki yarım küresi arasındaki sınır, “corpus callosum” diye adlandırılır. Bu aslında bir şekilde insanı tanımlar diyebiliriz. İnsan da sol ve sağ beynin dengede olma hali değil midir? Sağ beyni geliştiğinde bütünsel bakış yetisini kazanan ve sezgileri gelişen insan, sol beynini kullanarak fark alemine gelir, detayları görür, konsantre olur ama bunun yanında ayrılık hissini yaşayarak acı çeker. Ama bir kez bu bütünsel bakış deneyimini gerçekleştiren insan artık geldiği yeri, Âdem olduğunu bilir.

Tanrı’nın Âdem’e isimleri öğretmesi bize dili kullanan sol beyni çağrıştırır. Âdem ne zaman ki yasak meyveyi yer yani bilme yetisini elde eder, cennetten kovulur ya da kendilik halinden uzaklaşmış olur. Bütünselliğin algılandığı alandan fark âlemine geri dönerek acı çekmeye başlar. Çünkü ayrılıkta özlem, özüne hasret vardır. Bütün arayışların ve edimlerin kaynağı olan bu ayrılık hissi; sınırların farkındalığı bize en çok sanatta ürünlerini sunar.

Dokuz deliğiyle insanı simgeleyen neyle Mevlâna, Mesnevi’sinde bu ayrılıkları anlatır:

“Dinle neyden ki hikâyet etmede,
Ayrılıklardan şikâyet etmede.”

Jung’a göre, bilinç ve bilinçaltı arasında bir sınır olma özelliği taşıyan sembol, insanoğlunun icat etmiş olduğu en büyük dönüşüm aracıdır. Sembol üzerinden hakikati çağrıştıran bir hikâye de Kuşların Diliyle veya Kuş Dili adıyla İranlı Sufi şair Ferîdüddîn-i Attâr tarafından kaleme alınmış bir manzum eserdir.

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg (Zümrüd-ü Anka ya da batıda bilinen adıyla Phoenix), bilgi ağacının dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra da kendi küllerinden yeniden dirilebilmesi imiş. Gözyaşlarının şifalı olması aczin ve pişmanlığın önemini vurgularken küllerinden yeniden dirilebilme ise bu haldeki aklın dönüşerek yeni bir anlayışla dirilmesini çağrıştırır.

“Adı Simurg’dur, kuşların padişahıdır. O bize yakındır lakin biz ona oldukça uzağız denen Simurg da Farsça’da si (otuz) murg (kuş) otuz kuş anlamındadır. Hikâyesi de çokluktaki birliğin (kolektif tinin) simgesel dille anlatıldığı bir doğu mitidir.

“Ayağı yerde ve başı semada” olan insan, mikrokozmos ile makrokozmos arasında bir sınır vazifesini gördüğünün bilincine varabilmiş midir? Yoksa bilme arzusunun kuyusunda kaybolmuş Yusuf gibi kadim güzellik olgusuna erişmek üzere kurtarılmayı mı beklemektedir?

“Kuyu, bendeki bu beden,
Yusuf, gözümden seyreden.
Beni bilir can terk eden,
Mutlak canından bezmeli…”[6]

İsmail Emre kuyuyu insan bedenine benzetmek suretiyle, kendi hakikatini arayan insanın acze düşmeden buna erişemeyeceğini vurgulamaktadır.

Farabi insanın görünen ve görünmeyen âlemler arasındaki sınır olduğunu ve asıl gayenin de “Yüce Mutluluğa” erişmek olduğunu söylerken, görünmeyen (metafizik-gayb) âleme faal (aktif) akıl yoluyla ulaşılacağı görüşündedir. Ona göre idrak fiilinde faal aklın durumu görme eylemindeki ışığın durumu gibidir. İnsan bilgisinin sınırı, görünen âlemle kayıtlı değildir. İnsan, bilgi ile fizik ötesi âleme de ulaşabilmektedir.

Descartes, aydınlanma çağının başlangıcında “düşünüyorum, o halde varım” diyerek aklı ve düşünmeyi merkeze koyan bir anlayış getirmiştir. Daha sonra Kant aklın görüngüleri (fenomen) anlamak için kullandığı kategorileri tanımlamış ve onun görünmezleri (numen) anlamakta çaresiz olduğunu ortaya koymuştur. Böylece görünen alemle görünmeyen arasına koyduğu sınırın akılla aşılamayacağını söylemiştir.

Hegel ise insanın hem görünür hem de görünmez âlemin sınırında olduğunu ve bu ikisinin dengesini bularak bir ileri aşamaya taşıyacak bir anlayışa sahip olmanın önemini vurgular. Bu nedenle din, felsefe ve bilim arasındaki sınırları akışkanlaştırmak suretiyle hakikatin bilimsel bilgisine ulaşmayı hedefler;

Benim felsefî araştırmalarımda titizlikle üzerinde durduğum şey, hakikatin bilimsel bilgisine ulaşmaktır”.[7]

Sonuç olarak, kendimizi içinde bulduğumuz bu dönem, maddi manevi her türlü sınırlarla donanmış olduğundan bunları yadsımamız söz konusu değildir. Bu durumun bizi sınırların olmadığı, menfaatin değil hizmetin, düşmanlığın değil şefkatin, bencilliğin değil feragatin değer kazandığı bir dünya düzenini arzu etmekten alıkoyamadığı da bir gerçekliktir. Bu gerçekliği ne kadar çok insan yüreğinde hisseder ve gaye edinirse toplumların ortak tini ve en sonunda da dünya tini o kadar çabuk değişecektir. Bunun için bize düşen ilk önce aklımıza ve gönlümüze koyduğumuz sınırları kaldırmaktır. Bunu yapmanın ilk basamağı kendi sanrılarımızdan kurtulmak için sürekli sorgulamak, sınırlarımızdan kurtulmak için de irfanımızı; özbilincimizi özgür kılmaktır. Gerisi kendiliğinden gelecektir. Tüm dünyada böyle bir özlem olduğu da “kendilerine emanet edilenin” sezgisini taşıyan gençlerin tininde gözlenebilir: “Sevginin, iyilik, güzellik ve doğruluğun yani adaletin hâkim olduğu bir dünya.”

 

Sanrı
Sevgiye koyunca sınır,
Gayrıyı düşman sanır.
Göz görür, kulak duyar,
Aklıdır kör hem de sağır.

Hep farka gelmek ister,
Bilir onu fark besler.
Birliğe gelme fikri,
Ne çare onu üzer.

Sınır
Kim gaye eder sırrı,
Atar akıldan sınırı.
Sınırın gösterdiği,
Hakikat değil, sanrı.

Yüzlerce, binlerce asır,
Kalpten kalbe taşınır sır.
Kimi Leyla, kimi Mecnun;
Aranandan arayana yansır.

 

Kaynaklar

[1] https://www.coursera.org/learn/plato-dialogues/

[2] Platon, Sokrates’in Savunması, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

[3] Senail Özkan, Aşk ve Akıl, Ötüken Neşriyat, s.185.

[4] Søren Kierkegaard, Ya / Ya da, Alfa Yayınları.

[5] https://en.wikipedia.org/wiki/Jill_Bolte_Taylor

https://www.youtube.com/watch?v=sTJexEDyfiE

[6] https://ismailemre.net/ben-hayberi-fetheyledim/

[7] G. W. Friedrich Hegel, Bütün Yapıtları (Seçmeler 1), Onur Yayınları, s. 30.

Suna Öztürk
+ Son Yazılar