Okuma süresi: 28.25 mintues

Bakmaya kıyamazsın.
Gizliden de bir baksan,
gözünü alamazsın, bakmaya doyamazsın;
öylesine
bir güzel…
Bir de Kaymakam vardır Halikarnas’ta o gün.
Gelmişler Çerkezlerden, Padişah tarafından.
Çerkeze sözümüz yok  , Çerkezleri severiz.
Dediğimiz Kaymakam .  Halleridir söylenen…
Gözü vardır Gülsüm’de.  Kimin yoktur ki zaten…
Gülsümün gözü ise       , Gemici Halil’dedir.
Yiğitliği bir yanda,          hoş bir adammış Halil…

(Ustamız Karacoğlan

“Ergen kız, cahil oğlan
İnkârdan kurtulur mu” dememiş mi ki zaten…)

Öyle sevdalanırlar. Ve de kavilleşirler.
Halil ve Gülsüm ile Halil’in omuzdaşı İbra’am Çavuş beraber
Çökertmeden kalkıp da
kaçacaklar ASPAT’a…
Sevgi öyle yücelip sevdaya ulaşırsa        gizlemek nice ola!
Herkesin duyduğunu Kaymakam da duymuş ya; Kaymakam fikirdedir:
Halil vurulur ise,
Kuvayı Milliyeden bir gemici eksilir, Gülsüm de
Ona kalır…
Bir taşla iki kuş ki, Kaymakam keyiftedir…
Yalnız şöyle düşünür iş punduyla yapıla,
iş pusuyla yapıla…
Bodrumlular efedir,     ot da tıkar     çanına…
Bir de punduna verip, bir de kıyar canına…
O beklenen gün gelir.
İbraa’m Çavuş’la Halil, Gülsüm’ü de alırlar;
çıkarlar Çökertmeden, rotaları ASPAT’a…
Biraz deniz de vardır, tam da kaçış havası…
Karaadayı geçip, Bitez’e de dönerken hava patlar mı sana…
Kaymakamın kolcusu    zaten orda pusuda…

Çok açıktan geçmezsen, zaten ki Bitez’lerde seyir kıyıya yakın,
hava güzel olsa da…
Halil ve İbram Çavuş
hem de o havalarda, tam kurşun menzilinde…
“ASPAT’a yol var daha,
hava sıkı” der Çavuş,     “ASPAT’a gidemeyiz.
çıkalım Bitez’lere…”
Gemici sezgisi ya
Halil ise şöyle der:      “Bitez tekin değildir…
Yağmurlardan kaçarken tutuluruz doluya.”
İşte tam o sırada,
bir yaylım ateşi var ki, sanki yağmurlar gibi…
İki ateş arası,       bir denizin yağmuru,
bir de kurşun yağmuru…
rüzgâr da jilet gibi…

Şöyle fikirleşirler:
Ya karaya çıkarız               fakat teslim oluruz,
kurşunlar da atarak             ya deniz açılırız…
Kolcular bizdendir ya         fakat bizlere düşman…
Fırtınalı da olsa deniz         bizim dostumuz…
O havadaki seyir,
Çok zor olmaktan öte
adeta imkansızdır…
Sonları da malumdur.

Çökertmeden çıktım da Halilim Aman başım selamet
Bitez de yalısına varmadan Halilim Aman koptu kıyamet
Arkadaşım İbra’m Çavuş Allahıma emanet

                           Burası da ASPAT değil Halilim aman Bitez Yalısı
                          Yüreğime ataş saldı dostun kurşun yarası…

Gidelim gidelim Halilim Çökertmeye varalım
Kolcular gelirse Halilim nerelere kaçalım
Teslim olmayalım Halilim aman kurşun saçalım

                          Burası da ASPAT değil Halilim aman Bitez Yalısı
                          Yüreğime ataş saldı dostun kurşun yarası

Güvertede gezer iken aman kunduram kaydı
İpek de beyaz mandilimi aman o rüzgâr aldı
Çakır da gözlü Gülsünümü Çerkez Kayamakam aldı

                        Burası da ASPAT değil Halilim aman Bitez Yalısı
                       Yüreğime ataş saldı dostun kurşun yarası

Şu Ege ruhumuzu                en iyi diyen türküdür.
Bu türküyü severiz              Eğer ASPAT yerine
ASFALT diyen çıkarsa       hem de kimler söylese
O türküyü dinlemez             o radyoyu kaparız

Bodrumda bugün bile doğru dürüst asfalt yok
O günler nice ola…

Balıkçı böyle söyler, kitaplar böyle yazar…
Bizim Çakırefeyse      bir de başka anlatır…

Bir kere o yıllar der, Kuvayı Milliye değil.          Cumhuriyet; ilk yıllar…
Ya da biraz öncesi               şu Alman Savaşının.
Geldiği yıllar ola                 şu Bodrum Hakiminin…
Halil öyle serseri,               Gülsüm de öyle zilli.
Halil’de gözü vardır,          Halil yakışıklıdır.
Kaymakama göz kırpar,     kaymakam paralıdır…
Halil yansın yangına,          Halil yansın derdine…
Bir akşam da sandalda        öyle beter havada,
İbrahim Çavuş ile                rakıyı fazla çekip,
başlamışlar şakaya…
Bulutun ardı yağış,              şakanın ardı dövüş.
Vurmuşlar birbirlerini         öylesine kazayla…
Gülsüm de mi kabahat,         Kaymakamsa ne yapsın…
Mezarı da Halil’in                hatta bizim arsada…
Tam da inanmasam da,
ben bunu böyle bildim, bunu babamdan duydum.
Ben de inanmıyorum Çakır’ın dediğine…
Çoğu aksini bilir,          çoğu duygusal söyler… bizim dememizcesi…
Balıkçı böyle söyler   ,  kitaplar böyle yazar…

Bizim Çakırefeyse        duygusal bir hatunsa
tüm duygumu yitirtti,     romantizmimi sarstı…

En romantik zeybekse inanın AKDENİZDE…

Bir İsparta zeybeği.       Kimisi bu zeybeğe Denizlidendir der…
Ne fark eder,ne beis!…  Şu coğrafi bölgeler, şu coğrafi sınırlar
                                      Şehirleriniz içindir, sınırsızdır türküler…

Al hançeri gadınım
                 Vur ben öleyim
Ah gapmıza gadınım
            Gul ben oleyim

Öyküsünü diyelim:
Efe yangın hatuna     ,             meyyal biraz hatun da.
Bir görmüş, öylesine…            Tanımasa halini,       tanır yolda görürse…
Umutsuzca bir aşk ki               hatun ağa kızıdır…    Efe olmaz ağayla.
Gönül bu ne edilsin, dinlemez ağa mağa…

Günlerden bir gün ola              hatun avenesiyle           çıkmazlar mı seyrana…
Hatun ağa kızı ya                     biraz buyruk başına…
Tek başına gezmez mi             şu dağlar kenarında…
Vakitler geç olmuş mu yolunu kaybetmiş mi…
İşte tam o sırada                       öylesi tesadüf mü           tasarruf mu bilinmez,
Efe de yaklaşmaz mı                şöyle yakın düzlere…
Dağlarda bir başına,                  hap a hap karşısında      efeyi de görmez mi…
Hatun ürkmüş ya zaten;            efeyi de görünce            saç sakal bir de öyle,
bir öyle titriyor ki                     sanki hazan yaprağı…
“Burası dağ başı mı”                diyemezsin ki öyle.         Bal gibi de dağ başı…
İşte yandık der hatun,               ya maldır ya da candır ya da gitti ırzımız…
Efe de bıyık altı                        gülümser öylesine…
Efe eşkıya değil…                     Irz düşmanı hiç değil…
Irzı da efeden sor,                     namusu efeden sor…
Hem de bir yücesine                 zaten aşık hatuna…
Aşık kıymaz ki cana;     aşık değil, kıyarsa…
Efe bakar hatuna                        ta gözünün içine…
-O yörenin tabiri-
Gorhma bre gadınım! hem de kendi elimle                    gel iline götürüüm…
Hatun ferahlar ama                     yine de öyle ürkmüş,
kurtlar yanına düşmüş   bir garip ceylancası…
Hatta su verir efe,                       belki de son suyunu       hatun ayıksın diye…
Hatundaysa hal nerde                 alırken döker suyu         titrer iken elleri…
Efe bakar hatuna                         ta gözünün içine            ipeğe bakar gibi…
öylesi ürkütmeden…
Bir de şöyle demez mi:
Gorhma bre gadınım! alt tarafı suysa da ;                     kolay bulunmasa da
                                    yeniden doldururuz                    dağın üstü de su ya!
Hatundaysa hal nerde  suyu düşünmez bile                    hatun canın derdinde…
Hatuna bakar efe          ta gözünün içine…
çiçeğe bakar gibi                       öylesi ürkütmeden.
Bakar hatunda hal yok öylesine korkuyor…                  Gözünü ayırmadan
Davranır hançerine       çıkarır hançerini                         sunar hatun eline,
Al hançeri gadınım       vur da bir ben öleyim
senin gönül gapına        öyle gullar oleyim…
diye de söylemez mi…

Hatun ne olmuş o an      nasıl bir şeyler duymuş
orası da bilinmez…        Bilinse de söylenmez…

Düğün dernek mi olmuş,
yoksa hatun mu kaçmış,
İş orada mı kalmış,
bir düşmüş de bitmiş mi?…
Orası da bilinmez;          bilinse de söylenmez.               Sade o AN söylenir.
O yörenin eskisi              bu umutsuz sevdanın
mutluca bittiğini                  öylesi tahmin eder…
“Gadın gaçmış efe’e       guvvatlı ihtimal” der.
Önceyi umursamaz         sonrayı umursamaz                  mühim olan O AN der

Belki de evlendiler           çok da mutlu oldular               çoluk çocuk hep birlik

Belki de evlendiler            hiç mutlu olmadılar                belki de soğudular…
Belki de orda bitti             öylesi yüce duygu
Efe yolu gösterdi               hatun da eve gitti
Belki düşündü biraz          o yüce hareketi                        sonra da hiç görmedi
hiç de merak etmeyiz        orası önemsiz der                     mühim olan O AN der

KİMİSİ SÖYLER, BİLMEZ;
KİMİ BİLİR; SÖYLEMEZ… MÜHİM OLAN O AN DER…
AN’ı yaşamaz isen, zaten mutlu olmazsın.
                                         Aklın geçmişte ise; gelecekten korkarsan…
                                         Sen mutlu olamazsın…
                                         Kökün maziden gelip, fazla önemsemeyip,
                                         O AN sen mutlu isen,
                                         O AN da yaşıyorsan, geleceği kurarsın…

Diye de söylemez mi, o yörenin insanı… Anadolu bilgesi…
Anadolu bilgesi         birisini tanırız…
Emre’mizi biliriz…    En büyük övüncümüz…

Evlerinin önü mersin
Ah sular içmem gadınım dersin, dersin
Mevlam seni bene versin

                              Al hançeri gadınım
                             Vur ben öleyim
                           Ah gapmıza gadınım
                         Gul ben oleyim…

Evlerinin önü susam
Ah su bulsam da gadınım çevreni yusam
Açsam yüzün baksam dursam

                             Al hançeri gadınım
                           Vur ben öleyim
                         Ah gapınıza gadınım
                       Gul ben oleyim

Gerçekten ne olmuştur. Sonları ki nicedir. Yaman meraka karşın
KİMİSİ SÖYLER, BİLMEZ;
KİMİ BİLİR, SÖYLEMEZ…

İHTİMALLARI SUNDUK.
MÜHİM OLAN O AN DER…

Bodrum Hakimi gibi          belirsiz bir öykü der.

Türkülerin öyküsü              kelimelerce değil,     duygularca olur der…

Bazen tek bir türkünün ,  birden çoktur öyküsü;
Bazen tek bir öykünün  ,  birden çoktur türküsü…

Bazen de anlatılan              gördüğü değildir de    görmek istediğidir.
Herkes kendince söyler.     Herkes aklını söyler  Aklındakini söyler…

Bodrum hakimi dedik, fakat Bodrumdan çıktık, dönmeyelim Bodruma…

Neyse burda keselim.
Geriye dönmeyelim, ileriye gidelim…

Antalya, Alanya’ya,
Mersin’e Silifke’ye…

Yörük – Türkmen yerleri…
Yörük nedir, Türkmen ne?… Aaa! göçerlik kültürü…
Evet ama ! kültürü…
Aaa! çiğköfte kültürü… Evet ama! kültürü…

Aralarında şaka :
Yörük derler Türkmen’in
bir hane berduşudur, bir dağda gezmişidir.
Türkmen derler Yörüğ’ün
mürekkep yalamışı, bir şehir görmüşüdür…

Şakası bir tarafa,
Türkmen daha yerleşik  ,Yörük’se tam göçerdir.
Türkmen tarım yaparsa  ,Yörük koyun güdendir.
Türkmen sanata yakın   , Yörük zanaatkârdır.
Türkmen denize benzer:  geç ısınır geç soğur.
Yörük orman gibidir     :  tez yanar çabuk söner.
Türkmen Beylik kurarsa  Yörüksüz nice ola,
Yörük de gözedendir

Bunlar şakaydı şaka…
Aralarında şaka…
En güzel gözlemeyi,        baklava bazlamayı     işte onlar yaparlar.
Ustamız Karacoğlan      en güzel güzelleme    güzellerine özgü.
En güzel halıları        En güzel kilimleri
sevgilerini katıp        sevdalarını katıp
kendilerini katıp        yine onlar dokurlar.
hallerini söyler          kilimlerde nakışlar.
İşte o nakışları
kilimlerde yazarlar    kelamlarla okurlar…

Bütün insanlar gibi,
madde olsun manada, çirkini çıkarsa da
genelde güzel derler.

Şakası bir tarafa, hepsi de        Oğuzdandır.
hepsi de bir boydandır.
Ne kadar esmer varsa
                           Hepsi bizim soydandır..
Dersek inanmayınız. Rengimiz buğdaycadır.
Aynı buğday misali,  gençken başımız çok dik, kocaldıkça eğiktir.
Bazen yerden de kalkmaz.
Bazen asla eğilmez.

Anlayana aşk olsun,
Zordur Türkmen milleti.
Bunca yıl çözemedik.

(Bazı şeyi bilmedik.
Resti gördük; jesti de… Oyunları görmedik.
Yıllar ama yıllarca         tevazularda kaldık.
Şu reklam dünyasında,  reklamı bilemedik.

Övündüğümüzlerse:
Ustamız KaracoğlanDedemiz Dadaloğlu… Evet bizlerden çıkmış.
Bir de Yörük Alimiz. Alemin efesi var.          O da bizim efemiz…
İşte şunca bir adam…
Dememiş mi Mevlana,     Yunus gibi bir ozan…
Evet bizlerden çıkmış,      fakat bizleri aşmış, dünyaları da aşmış…
Bir de şu tarih boyu          birkaç devlet kurmuşuz.
Kuvayı Milliyede             Ay yıldızlı bayrağa        epey şehir sunmuşuz…
Tırı vırıca şeyler,              biz adam olur muyuz…
Demeden geçemeyiz:
Osmanlı düşüncesi…
Kendi aslı Türkmen’se kendisini unutmuş
bir yeri zapt ederken ,  zapt ederken biz varız.
Bir yeri zapt edince   , hep Türkmenlere demiş,
git demiş oralara        al sana mümbit toprak…
hem git başımdan kurtul;
başıma bela olma,      git bela ol başlara…
Yeter ki bana olma!..
İşte bu yüzden olsa    Anadolu’da varsak,
hep serhatta kalmışız.

Anadolu Yörük’müş,  Serhatlarsa Türkmen’miş…
İşimize karışmaz;        içine karıştırmamış…
Ne diyelim keyfine      başka kanla karışmış.
Bir başka insanlarla…
O kendinden çıkınca                kanımız karışmamış,
kanımız ısınmamış…
Serhat insanıyız ya       uç beyleriyiz ya,
Antakya, Trakya’da      Kosova’da, Kıbrıs’ta
İklimine uymuşuz.        Fizyonomi değişmiş.
Uçlar Beyleriyiz ya       serhat insanıyız ya
Tabi ki o yıllarda           kız alıp, vermemişiz.
İnsana açıkmışız            kültüre açıkmışız…
Bu kadar açık insan       kapalı Osmanlıya…
Anadolu buğdayca,        gözümüz öyle kara…

Trakya’da Sarışın,         mavi göz de olurmuş…
Ancak kimin haliyse       sağı solu bellol’maz,
hal gözü bizden kara…    Bizden kara olurmuş…
Palavra sıkılırmış,            göze bakılmaz diye…
Bal gibi bakılırmış.          Bal gibi görüyorsan,
bal gibi görülürsen,
bal gibi bakılırmış…
Mezarcılar da çıkmış        mezarları deşmişler,
utanıp sıkılmadan             ne laflar söylemişler.
Utanıp sıkılmadan            Osmanlı ambleminin
altına da sığınıp                neseplere sövmüşler.
Osmanlı amblemiyle        Rumeli’ne söverken
annesi Rum elinden         olmayan sultan deyin!
Tarih ve tarih derken        tarihi katletmişler…
Katkılar nasıl olmaz         şu dünya tarihine…
Sövdükleri tarihtir…         Mezarcılar nerdeler!?…
Osmanlının sürdüğü          Karamanlı Beyliği,
öz be özce bir Türkmen…
TEK ADAM da okuduk.  Hiç yalan söylemeden)
demiş Türkmen Beyleri…

Gelelim türkülere…
Adını sevdiğim Avşar Beyleri
Size bir vezirlik yakışır durur.
Topla dizginini gözet kendini
Karşıda düşmanlar bakışır durur.

BEYDAĞININ BAŞINDA Ustam Ruhi Su Söyler…
Torosların başında     Teke yörelerinde   Ustamız Karacoğlan…
Şu güzel insanların,   tüm güzelliklerini

İster     manada   olsun,
İsterse  ruhta       olsun,
İsterse  tende       olsun
gelin ondan dinleyin…

Karacoğlan der ki bakın geline
Ömrümün yarısı gitti talana
Sual eylen bizden evvel gelene
Kim varımış biz burada yoğiken

Lirizmin dorukları, ve işte didaktiği:

Dinle sana bir nasihat edeyim
Hatırdan gönülden geçici olma
Yiğidin başına bir iş gelişin
Anı yad ellere açıcı olma

                                       Mecliste arif ol kelamı dinle
                                     El iki söylerse sen birin söyle
                                   Elinden geldikçe sen iy’lik eyle
                                  Sakın ol başlara kakıcı olma

Dokunur hatıra kendisin bilmez
Asilzadelerden hiç kemlik gelmez
Sen iy’lik et de o zayi olmaz
Sakın ol başlara kakıcı olma

                                  El ariftir yoklar senin bendini
                                Dağıtırlar duzağını fendini
                              Alçaklarda otur gözet kendini
                            Katı yükseklerden uçucu olma

Muradım nasihat bunda söylemek
Size layık olan onu dinlemek
Sev seni seveni zay’etme emek
Sevenin sözünden geçici olma

                                KARACOĞLAN söyler sözün başarır
                              Aşkın deryasını boydan aşırır
                            Seni bir mecliste hecil düşürür
                          Kötülerle konup göçücü olma…

Asırlarca söylenen      inci, mercan deyişi,
demeden geçemedik…
Türkmen’e öğüdüydü…

İşte böyle öğüdü,
kiminin tuttuğun gördük, kiminin bozduğun gördük

BİZ ADAM OLUR MUYUZ!?…

Ustam Karacoğlan’ın günü geçmiş Teke’de
Elmalı’da Toros’ta…

Teke Yöresi dedik. Eğer SİPSİ demezsek
                                         ZORTLAMAYI demezsek,
                                                                      DATTİRİYİ demezsek
Ne mene Akdenizdir…

Sipsiyi söyleyince, işte yörenin sazı…
Şu sipsi sözcüğünün aslı eski Türkçe’ymiş… Sıbızgu’dan gelirmiş.
O da düdük demekmiş…
Öyle kendine özgü öylesine tiz bir ses…
Bir nevi kavaldır ya. Stilize edilmiş…
Çoban düdüğü denir, dilli düdük denirmiş…
Kavaldan ayrımıysa inceliğinde imiş.
Hem kendi inceliğinde, hem de ses inceliğinde…
Kaval daha bemoldür. Sipsi öyle diyezmiş…

ZORTLAMAYA gelince. O da bir oyun türü…
İlla sipsisiz olmaz… Uzun havayla başlar,
Şöyle tahta kaşıkla öyle hızlı gidermiş
Tahta kaşık denince. O da başka özellik

Fakat sırf burda değil.
Konyalılar da şaklar ve de Kırşehirliler… Çoğu yerler kullanır.

Oyun hızlanmıştı ya daha da hızlısı var. Buna derler DATTİRİ.
SİPSİ YETİŞEMİYOR Anlayın artık hızı
Eli gırtlağındayken Yörük öyle ünlermiş.
Bu gırtlak tekniğine, BOĞAZ HAVASI denmiş.

Bir de helhele vardır yahut da zılgıt çekmek ama o Güneydoğu…
Helhele ezgisizdir. Tekdüze giderse de, Dattirinin farkıysa ezgili oluşuymuş…
Erzincan haricinde sazda şelfe tekniği kullanan yer Akdeniz…
Boğaz havası derken,  o da sazın boğazı…
Tezene kullanmadan   parmakla saz işleyen bir yöre de Akdeniz…
Tezene kullanmadan    sırf parmak ezgileri…
Bir yüce virtüözlük      öylesi ustalıkmış…

Silifke’den bilirdik, keklik oyunununsa asılcası Teke’ymiş…
Silifke’nin sazıysa şu koltuk davulları, keman ve de klarnet,
Hayli oynak havalar, neşeli insanlardır öylesine vesselam…
Bu neşeli insanlar Ger Ali olayında niye öfkelendiler.
Bir türlü anlamadık.
Ger Ali yaşasaydı, güler güler geçerdi…
siz niye gülmezsiniz Alinin güldüğüne.
Tabi eğer Ger Ali dediğiniz Ali’yse…
Tüm Ansiklopediler: “Aydınlı” der “Ger Ali…” Çok da mahzun türküsü…
Bazı türküler ise, ancak değinilince, kıymete biner öyle.
İnanın bulamadık Akdeniz yöresinde Ger Ali türküsünü…
Çökelekli türkünün ilgisi yok Ali’yle,
Ege yöresindeki ilgisiz çökelekle…
Ya Keklik Oyununun asılcası nereyse…
Silifke olmayıp da, asılcası Teke’yse, ya buna ne demeli?
Göçerlerin türküsü…
Göçerler deyince de, yine bir türküleri:

                                   Çekemedim Ağca (Akça) kızın göçünü
                                   Sırma saçlar bırak döğsün (dövsün) döşünü
                                   Gülever de görem mercan dişini…
                                   Yolver bana çıbıh (Çubuk) Beli geçeyim…

Aynaya bakarcası, işte Alanyalılar, bir Alanya tabiri: HAYDE GÖÇELİM GARİ…

İşrette söylenirse “İÇELİM” anlamına…
Mecazi anlamıysa, “Konu değiştirelim”…
Yer değiştirmelere kesindir geldiği de.
Yer değiştirelim: Adana; ya gelelim, Çukurova görelim. Toros’lara saralım…

“Gavur” gibi rüzgarla “Aman olsun” diyerek
bizim diyara gidip,         Amanos’a çıkalım…

Yaşar Kemal yerleri, İnce Memed diyarı…
Şiirsel bir dillerle ciltlerce İnce Memed…
Fakat gelin görün ki, Ruhi Su ustamızın sunduğu İnce Memet
Dinarlardan bir türkü, yani Egeye ait…
Grup Yorum’un ise sunduğu Toroslardan…
Yani sözün özü ki iki İnce Memet var, aynı Ger Ali gibi…
Böyle şey de olur mu, eğer denilir ise, bal gibi de oluyor…
Bizim Anadolu’da Yunus var yedi ayrı…
Bizim Yunus hangisi…
Şol cennetin ırmakları
Akar Allah deyu deyu
Diyen mi bizim Yunus?      Aşk mı derim ben ona
                                             Tanrının uçmağın seve
                                             Uçmak hod bir duzakdur
                                             Eblehler canın tutmağa

Diyen mi bizim Yunus?…

Yedi Yunus çıkartmış, üretken toprağımız…
Yedi yunus çıktıysa, niye de çıkmasın ki
İki İnce Memedle, iki tane Ger Ali…
Ger Ali’yi demiştik. Silifkeli olanı şöyle boğazlak biraz. Hatta biraz göbekli
Aydın’lı olanıysa, ince uzun öylesi…
Diyelim: İnce Memed…           Toroslu olanını…
Yaşar Kemal Ustanın kültürlere sunduğu işte ölümsüz eser…
O ciltlerden birinde,    Toroslar Tepesinde,
Türkmen obalarında,   Yörük çadırlarında, İnce Memede hitap:

“Bre yiğit Memedim! Bre aslan Memedim!
BE, KOCA KIZILBAŞIM!”

Başka yerlerde olsa, kızılbaşlık sözüne yüzler bir kızarır ya
Şöyle HİDDET haliyle…

Bizim Memedin yüzü kızarmıştır herhalde, mahcupça öylesine…

“Böylesi      İLTİFATA      LAYIK      MIYIZDIR” diye…

Kızılbaş deniyorsa, Toroslar’da bir yerde, teveccühtür çok yüce…

“sen de bir alisindir, sen de bir Ali’sindir, şu güzel ALİ’mizce…”

anlamlarına gelir.

Mazhar olanlar ise,
der, “Ölsem de gam yemem!”…

Öylesi iltifattır…

Hey gidi Toroslarmız, hey gidi Adana’mız
Apayrı bir memleket…
Hançere sesleriyle biraz Arap şivesi,
Kılıç, HANÇER , Beylerle, Emmoğlu Çaka (Çakı) Beyle
bizim Türkmen Beyleri…
Arap şiveleriyle, konuşulan öz Türkçe…
Ancak bu Adana’da…
Enteke’lerde ise (Antakya) şive, mive değil de, apayrı bir lisan var
                                                                                    Entekece’dir diye…

Gelelim Adana’ya…
Duble Adana Kebap, (çiğköfte istemeyiz. Enteke’li işi o, Urfa, Entep işidir.)
Yanında Halep ezme, bir de humus yanında, bir de domuz sıkısı
Hacı Onbaşılar mı, yoksa Asmaaltı mı, Seyhan yanı Kolcoğlu…
Değme, gitsin zevkine…

“Aaa! çiğköfte kültürü!…”  Evet ama kültürü!…
“Aaa! lahmacun kültürü!.”  Evet ama kültürü!…

Gocunmaz Adanalı, “Derede gayıh (kayık), ADANALIYIH…”

deyiverir bir güzel…
“İşte Adanalıyıh, bir Allah Adamıyıh,
günde pamuh toplarıh, gece barda hoplarıh”

diye söyler bir güzel…

Adananın barları tabi öylesi farklı Erzurum’un BAR’ından…

İş güç bu belli midir; günlerden de bir gündür, Adana’ya yol düşer
Bir taksiye bineriz,    Şakirpaşa’ya doğru,         uçağa gideceğiz
Sıcakkanlı insanlar, muhabbetsiz gidilmez.
Memleketler sorulur. -Ne hikmeti ilahi- sorulmadan durulmaz.
Bize de soruldu ya, “Nerelisin sen Ağam! –Ağabey demek ister-

– Kökenimi sorarsan inan ki Enteke’dir…
– Olamaz Ağam dedi, ya İstanbul, ya İzmir…
– Bildin, vallahül azim! diye de cevaplarız.

Bir soru da biz sorduk:
– İstanbul’u gördünğ mü? İstanbul bilir misiz?
– Gelmemiş olur mu Ağam, bitmemiş olur mu Ağam,
                                                                Başım, gözüm üstüğe…

Yine bir soru sorduk:
– Peki! nice buldunuz, şehrimizi, insanı?…
Bir ilginç cevaptır ki
acının tatlısı mı, tatlının acısı mı anlayana helaldir: – Adana tabiridir –

– Şehre bir lafımız yoktur. Gerçekten güzel şehir.
  Fakat insanlarınız mezeniz gibi soğuk’… mezenize benziyor…

Pes! Vallahi olamaz…
İşte görür müsünüz    umulmadık bilgeyi!?…
Mutfağı öyle zengin; Güneyin tüm yemeyi, güneyin tüm mezesi,
ya öylesi sıcaktır,
ya da öylesi acı…
bir bakın bizimkine,
fasulye pilakiler, şu midye pilakisi,
yok yalancı dolmalar, yok imam bayıldılar, hatta olsun haydari…
Hepsi öyle soğuktur, hepsi de zeytinyağlı…

Hey gidi Adana’mız!… Apayrı bir memleket.
Asmaaltı mı dersin, Hacı Onbaşılar mı?..
Yok Büyük Saatler mi, yok Küçük Saatler mi?..
Saatlere gelince; saat, zamanı aşmış
asırlar harmanlamış, çok yüceden söyleyen
ÖĞRETMENİMİN orda bir küçük dükkânı vardı.
Zaman gelmiş yıkmışlar. Yerinde yeller eser, o dükkânın şimdiyse…
Bir de havuz yapmışlar o dükkânın yerine.
Güldür, güldür şarıldar – pek fıskiye denemez – kaynaklar gibi sanki
sular çıkar havuzda…
       İç Kaynak vurmuş dışa…
Anlayana helaldir…
Anlayana IŞK OLA…

                                                  “GÖZLERİN İÇİNDE NE HAL GİZLİDİR?
                                                  NİCE SEVDALARLA, VEBAL GİZLİDİR
                                                ARAYIP, BULANA VİSAL GİZLİDİR –
                                               AŞKA BÜRÜNÜNCE SEYRANIMIZ VAR.”

Diyendi o öğretmen…
(Demeden geçemezdik; desek de geçemeyiz.
Daha da doğrusuyla,    deyip durmak istesek;
durdurmaz ki     öğretmen…
Kendimizden geçirir, ne hallerden geçirir
ulaştırdığı yeri         ,         dil varmaz söylemeye
Türküler yaksak O’na   ,              hiç sığmaz türkülere
AŞKA SIĞMAZ ÖĞRETMEN, AŞKIN DA YÜCESİNDE…)

Onun için sadece:
“Göz be göze gelende            Gönüller aynamızda
Eğer ışıklar varsa                  Emre’min ışıması
Eğer biraz ışk varsa                Emre’m aşkı eseri “

denilebilir ancak

Denilip geçilemez, denip durulmaz ancak…

Hey gidi Adana’mız, apayrı bir memleket
“Kozan dağı çatal matal” Adana,
“Arasında aslan yatar” Adana…

                               Çıktım Kozanın dağına              Karı dizleyi dizleyi
                          Yaralarım göz göz olmuş           Cerrah gözleyi, gözleyi
Çıktım Kozanın dağına         Remil attım dost bağına
Ahbaplardan imdat yoksa     Gideriz Gavur Dağına

Kara çadır is mi tutar                Beylik martin pas mı tutar
KOZANAOĞLU ölmeğilen      AVŞAR ili yas mı tutar

 Kozan’a iller Kozan’a              Akıl ermez bu düzene
Öldürmüşler beyimizi         Yasak mezerin gezene

İşte bu türkünün de Dedem Dadaloğlu’ndan alındığı rivayet…
Dedem Dadaloğlu’nun

Dadaloğlu’m sevdası var başımda     Gündüz hayalimde gece düşümde
Alışkan tüfekler dağlarbaşında          Azrailden başkasına aman mı

demesine bakılsa,
dedem Dadaloğlu’nun

Kalktı göç eyledi AVŞAR illeri                 Ağır ağır giden iller bizimdir
Arab atlar yakın eder ırağı                      Yüce dağdan aşan yollar bizimdir

Belimizde kılıcımız Kirmani                    Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı             Ferman padişahın dağlar bizimdir

DADALOĞLU’M yarın kavga kurulur    Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koç yiğitler yere serilir                     Ölen ölür kalan sağlar bizimdir

hallerine bakılsa rivayetin de gerçek olduğu anlaşıla…

Kozanoğlu bir Türkmen,(- övünç gibi olmasın – hem Avuşar Türkmeni…)

(Nasıl Avşa yerlisi kendi adasına da Avuşa diye derse
yöresel ağızda da “Avuşar” diye denir.
Bugünkü Türkçe ile çevik kişidir avşar, avcı kişidir avşar…
Diğer bir rivayet de “Kutlu bir şehirlerdir” anlamına geldiği…
                Kutlu gönül denince Beydili Türkmeninin
manası olur dersek övünmüş mü oluruz?
Beydili’nin anlamı: Beylerin gönlü gibi kutlu, yüce, azizdir…
Osmanlının kökeni işte Kayı Türkmeni.
                                                                      Kayı muhkem demektir.
                                                                      Bayındır düzen kurar
                                                                      Beçenek çalışkandır…
Tüm Türkmen boylarını
burda demeyelim de dönelim Kozanlı’ya)

Kozan’lı Avşar Beyi
(bugünkü anlayışla) Osmanlı’nın valisi…
Bir ince politika. Osmanlı zihniyeti.
Sarayda yer almaz ya, yerel yönetimlerde,
Hem Ege’nin tümünde, hem de tüm Akdenizde
biraz güneydoğuda
Türkmen diyarlarında illa Türkmen’dir vali…
Bir ince politika. Sureti hak görünme.
Türkmen vali olması, hem halkın yararına;
halk takmaz başkasını…
Hem Türkmen yararına… Hem beyler yararına;
gönlü alınmış olur.
Osmanlı yararına:
Türkmen, vali olmasa, başlar belası olur;
Osmanlıyla çatışır…

Türkmen vali olursa,
Beylik dönemlerinin ince politikası, valiler arasında çatışmanın sonucu
Devlet i Ali Osman idare i maslahat ile eyyam döndürür
Fakat, ara sıra da idare bu belli mi,
Devlet i Ali Osman hakimiyetlerinden çıktığı da variddir.
İşte böyle zamanda yaramaz çocuklara,
(yani Celal Bey’lere) ordu yollar Osmanlı.

Binsekizyüzseksenli yıllarda geçen olay Kozanoğlu öyküsü…
-Ne hikmeti ilahi-
tarih kitaplarına  hafif muhalefetle Osmanlı’ya değil de
Kozanlı Celal Bey’e türkü yakmış halkımız.
Türkü içinde geçen Gavur Dağı neresi?
İşte bizim Antakya şu bizim Amanos’Iar.
(“Aman olsun!” da denir)
Neden böyle denmişse, bir küçük rivayetle
Gecenin bir vaktinde, sabahın seherinde
Tek atlı çakanlara, “Tek atlı tekin değil”
Ya çok sağlam arkası, ya da deli yürekli
Her iki hal için de: Aman Olsun lar denir…
– İnanın Yaşar Kemal Usta yalancısıyız (!)…-

Hem kolay geçit vermez; hem de sarp ve rüzgârlı oluşundan herhalde
“Gavur Dağı” demişler.
Belki de o yüzden mi:
Şu karşıki dağda kar var duman yok
                                       Benim sevdiceğimde de din var iman yok
demişlerdir bilinmez…

İşte Kozanlı Bey’i, bir bakmış ki Osmanlı, ince politikada…
Bir yandan Rus savaşı, bir yandan Kavalalı…
Politika sonucu bir dolaplar dönmede…
gelir bizim oraya ve işte Amanos’a…
Sığınır kardeşine, diğer Türkmen Beylere…

“Kimdir bu Türkmen Beyi?”

diye de bir sorulsa, cevap şudur herhalde:

Sözü, sazı dinlenir.
Feodal değilse de statü sahibidir.
Cahit Külebi Usta şiirleri içinde:
Beydir: Beyefendidir… Ağadır: Zalim gider…

Biraz rakıya benzer:
Serttir; ama, temizdir.
Biraz hançere benzer:
Zarif; ama, keskindir.

Avrupa’da Şövalye, İstanbul’da efendi,
(hafif efe haliyle) ve bizim Türkmen Beyi…

Eğer Emrem Yunus’lar, Ustamız Karacoğlan, Dedemiz Dadaloğlu
daha nice ozanlar,
daha nice gelenek, töreler ve tüzeler bu günlere sürdüyse,
Ay yıldızlı bayrağa, çok şehir katıldıysa,
savaşı kutlu olsun, uğraşı kutlu olsun, türesi kutlu olsun, Türkmen Beyi eseri…
Bize ne mutluluktur, şerefyab olmuşuzdur, çokçası Türkmen Beyle…
Bize ne mutluluktur, şu dar ı dünyalarda et gözle de görmüşüz,
şeref kazanmışızdır çok Türkmen Beyleriyle…
Hele de bir tanesi, hem Beydili Türkmeni, hem Avşar Türkmeninden
Hançer Bey’ler soyundan,       “Antak’ya Mücahidi”,
sırları kutlu olsun, epeyce yakınımız, Mehmet Edip Bey’lerse…

Enteke’ye gelince, Türkmen Beyi deyince, demeden nasıl geçsek,
o günkü Antakya’yı:

Bir yandan Fransız der: Al işte Türkmen Beyi, sana nice Franklar…
Bir yandan Arap’lar der: Al işte Türkmen beyi, sana nice topraklar…
Şu tarihler boyunca      çok çektin Osmanlı’dan
İşte al sana bostan,     yan gelip de yat Osman…

Fakat bunlara karşın;
Atam Mustafa Kemal: Kırk asırlık Türk yurdu düşmanların elinde
                                                       öylece esir olmaz

Demişse ki bir eğer…
Fakat bunlara karşın;
– Hem o hasta (!) haliyle, hem de o son (!) yılında –
Atam Mustafa Kemal: – Lafımız arasında, lafımız aramızda
kökeni Türkmen Beyi…
Haliyle Türkmen Beyi –

                    Cumhurbaşkanlığını hep bana yıkarsınız.
Çok gelmeyin üstüme. İstifa da ederim. Antakya’ya giderim.
                                     Çetebaşı da olur,
                                    duman da attırırım.

demesinin aşkına,
sen Frankları tepip, bostanlardan vazgeçip,
bostanlarını satıp, silahlar da almışsan, silahlanıp çıkmışsan,

hatta Devlet de kurup,      en “Sinamekin” bile
o devletin içinde,              üç beş bakanlığı da
o daracık omzunda,          sırtlayıp götürmüşse

ne desek Türkmen Beyi: İyi mi ettin sanki      (!)?…
Geç Arap uyruğuna (!)   ,    sana ne ay yıldızdan (!)
Fransızca bilirsin            ,
Fransız uyruğunda          ,    hatta git Sorbon’lara

Osmanlıya’da karşın, dönüm, dönüm bostanlar, yan gelip yat Osman’lar…
Oysa ki bu dünyada ,
değirmenin içinde    ,    seni değirmenlerce       , un ufak edenlere,
değirmenini sattın        , silahlanıp da çıktın,
Ay yıldızlı bayrağa       , çok şehirler de kattın.
TIRI VIRACA İŞLER (!), SEN ADAM OLUR MUSUN (!)?…
Fakat bunlara karşın     ;    dünya malı dünyada…
Şu dünya üzerinde,
Öz Türkçe ad taşırsan, Töre’n de kutlu olsun
Tüze’n de kutlu olsun
Türe’n de kutlu olsun
ölümüne Beylerim
   “Sen Türküler’ni söyle”               Türkmen’lerim, Beylerim…

Fransız’a kansaydın
Arap’lara uysaydın
Türküyü ne bilirdin!?…
              “Sen türkülerini söyle”               Türkmenlerim, Beylerim…
Çok andık Antakya’yı.     Bir Enteke türküsü:
İlla ki gurbetlerde                yana, yana gelirlerse bu türküyü söylerler:

Arabacı aşka da gelmiş kamçıyı vurur
                                            Hanımın hararetten dudağı kurur
                                           İnce bele lahuri şal. O da, o da bir miras
                                          Sırma saça gül sokunmuş BELLÜR den beyaz…

Son mısraya gelince, bir yan gözle bakılır
Eğer “Billur” denmişse: Hafif dudak bükülür, bıyık altı gülünür…
“Enteke’li” değildir!…   Ya da HAS’ından değil!..
Eğer ki hep birlikte “BELLÜR” denilmiş ise,
boğma incir rakıyla kadehler kaldırılır…
Bir incir rakısı ki, kapak açıldığında salonlar kokar incir.
Defne kokumlu incir…
Yalnız dikkat edile! Boğmanın tek kadehi, üç düz rakı meheldir…

Türkünün öyküsüyse nicedir denilirse:
  Çalıkuşu Romanı final sahnesi var ya,
hani herkesler bilir.
Enteke şivesiyle, işte aynı öyledir…

Ata’m Mustafa Kemal
                            anılmadan Antakya
                                              nasıl söylenemezse
Entep’ler anılmadan,            Enteke söylenemez.
Mücadele sırası                    katkılar unutulmaz.

 

(*) Bu yazının birinci bölümü dergimizin 5. sayısı olan Kültür Sorunu’nda yayınlanmıştır.

+ Son Yazılar