Okuma süresi: 32.15 mintues

Evvelinden bu güne, ozanlarca bezenen
Hem bir şarap misali, hem arı, hem bal gibi,
Emeklerce işlenmiş bir Türkçemiz var iken,
Bir fuzuli fikir ki üstadım Fuzuli’den…

Fuzuli üstadımız dört yüz elli yıl önce,
Kanuni zamanında ve de şehri Bağdat’ta,
Günlerden bir gün ola, şöyle bir dörtlük diye:

“Ol sebepten Farisi lafzıyle çoktur nazmı kim,
Nazmı nazik Türk Lafzıyle iğen düşvar olur,
Bende tevfik olsa bu düşvarı asan eylerim,
Nevbahar olgıç dikenden bergi gül izhar olur.”

Bugünkü Türkçemizle;
“Farsça çokça şiir denmesinin sebebi,
Türkçe ile ince şiir söylemenin güçlüğü.
Tanrıdan yardım gelse bu güçlüğü yenerim.
İlkbahar geldiğinde diken gülü açar ya!
Dikenlerin içinden gülce şiir söylerim…”
diyor Fuzuli Üstad, şu bizim Türkçe için. Dikenin mor gülüne benzetiyor Türkçe’yi…
Oldu mu Fuzuli Üstad? Buldu mu söz yerini? Senin gibi;
“Gönlüm açılur zülfı perişanunı görgeç,
Nutkum dutulur gonca-1 handanunı görgeç.”

“Gönlüm açılır,
O ince güzelliği, dağınıklığındaki
Zülfünü gördüğümde;
Nutkum tutulur, o gül goncası dudağınla güldüğünde.”
Şiirinin şairine. Bu şiirlerde bu gün “olduğunda” olarak söylenen sözü o gün “olgıç” olarak; bugün “gördüğümde” olarak söylenen sözü, o gün “görgeç” olarak söyleyen ve Türkçe’yi iğne oyası gibi işleyen senin gibi şaire hiç yakıştı mı üstad?

O canım Su Kaside’ndeki;
“Dest-ı bu’su arzusuyle ölürsem dustlar,
Kuze eylen toprağım sunun anınla yare su”

“Elini öpmeye yarin, öyle özlem duyarken,
Yar eli öpmeden, şu dünyadan gidersem,
Toprağa karışınca, toprakla aklaşınca,
Toprağım kase yapın;
Yare böyle su verin.
Benliğimden çıkıp da kase olmuş toprağım,
Yarin eline değsin;
Özlemim böyle dinsin…”
şiirindeki biçimde ses uyumu, oyunu (aliterasyonun), dünya çapında en güzel örneğinden birini; öz bakımından da Güzel Muhammed’e özlemini söyleyen senin gibi şaire;

“Suya versin bağban gülzarı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gülzara su.”

“Bin gül bahçesine de sular verilse bile
Bir gül açılamazken benzer şu gül yüzüne,
Bahçevan ne uğraşsın!
Bahçesini bıraksın,
Dağıtsın suya versin.”
diyen; Muhammed gül yüzünü böyle dile getiren sen gibi bir şaire hiç yaraştı mı Üstad?

Gelin görün ki dostlar, tüm bu şiirlerde de Türkçe’nin doruğu var. Nihat Sami Banarlı Üstad da böyle söyler zaten, Fuzuli’nin, Azeri lehçesiyle “dikence” şiiri için, “Zaten bir hayıflanmadır, bir öykünmedir” der…

Fuzuli Efendi’nin yaptığına gelince, edebiyat dilinde zem yoluyla meth midir, meth yoluyla zem midir; anlayana aşk olsun!

Oysa, asırlar önce Anadolu’da sakin bir Emrem Yunus var ki kendi köşeciğinden:
“Beni bende demen bende değilem
Bir ben vardır bende benden içeri”
diyesi özde güzel, ayrı güzel biçimde. Tamamen de Öztürkçe, insanca ve bilgece…
Fuzuli Efendi’yse duymamış olsa gerek bizim Koca Türkmen’i Derviş Yunus Emremi… İletişim o çağlar pek kısır olsa gerek…

Sakın ola ki, zinhar; Fuzuli Efendi’yi karalama niyeti olduğu sanılmaya. Böylesine bir şeyin yapılması bir yana, düşünülmesi bile, hem haddimiz değildir; hem de boyumuz aşar.
“Bizde klasik mi var?” diyenlere cevaben; Fuzuli Üstadımız bal gibi klasiktir. Bir kültür ve sanat da klasiğiyle yaşar.

Bizimkisi sadece bir ince eleştiri, inceden bir sitem ki Pir Sultan Abdal gibi:
“Pir Sultan Abdalım can göğe almaz,
Hakk’tan emrolmazsa ırahmet yağmaz.
Şu ellerin taşı hiç bana değmez,
İlle dostun gülü yareler beni.”
diyesi Pir Sultanım, Hızır Paşa’ya karşın, tam dört yüz yıl önceden, bugünkü Türkçemize çevirmek gerekmeden…

Diken-gül bahsi içre, Fuzuli’nin çağdaşı Ali Şir Nevai’yse, Çağatay Lehçesiyle, şöyle söylüyor işte: “Bu alemin gül bahçelerine girdim. Gülleri feleğin güneşinden parlaktı. Her yanında göz görmedik, el değmedik daha neler ve neler vardı. Ama bu mahzenin yılanı kan dökücü ve bu güllerin dikeni sayısızdı. Bunları görünce düşündüm ve dedim ki: Demek bizim Türk şairleri, bu korkulu ve dikenli yollardan çekindikleri için Türkçe’yi bırakıp gitmişler. Ben Türkçe’nin fezasında tabiatımın atını koşturdum; hayalimin kuşunu kanatlandırdım. Vicdanım bu hazineden, nihayetsiz kıymetli taşlar, lal’ler, inciler aldı; gönlüm, bu gül bahçesinin türlü çiçeklerinden uçsuz bucaksız güzel kokular kokladı.” (Kaynaklar:4)

Bir de üstüne üstlük, (Mukayeseli Sözlük) Muhakemet-ül-Lugateyn diye eser yazar mı sana; “Türkçe de Farsça kadar bir kültür dilidir ki fiil zenginliğiyle, cinasların çeşidi, uyak geleneğiyle, edebiyat zevkiyle gölgede kalmaz” diye…
Asırlar sonra ise bir Üstad Halit Ziya:
“Türkçeyi her devrinde, çeşitli elbiseyle, türlü şekilde gördüm ve ben sevgilimi her hal ve özde sevdim…
Öyle özge sevdim ki Bab-ı Ali dilini; bunun yanında bir de delikanlı halini… Delikanlı halince hem bıçkın hem de ince bir Türkçe’yi de sevdim.
Mest oldum gazel ile mest oldum şarkı ile; ama bunun yanında türküyle de mest oldum…
DOĞADA VARSA DEVRİM; ZEVKİ AYRI HER DEVRİN…
Sevdim bugünkü dili.. .0 rüzgarla yarışan, kelebek kanadınca, ipek bir şal misali, o güzelim Türkçe’yi…”

Ustam Nazım Hikmet’se:
“Memleketimi seviyorum:
Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım.
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı,
Memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.”
diyecektir.

“Dünyanın en iyi insanlarından olan Türk Halkının ve dünyanın en güzel dillerinden biri ve belki en başta gelenlerinden olan Türk dilinin yabancı diyarlarda tanınmasına vesile olabilmek, ömrümün en büyük sevinci ve şerefi olur.
Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse, ben de Türk dilini öyle seviyorum.”
diye söyleyecektir; bir dili sevmek için dili diyen ulusu, ulusun ülkesini sevmesi gerek önce demek ister ki ustam, kendi engin dilince.

Ama hepsinden önce, tam dokuz yüz yıl evvel, yine Şehr-i Bağdat’ta Pirim Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lugat-it-Türk’te şu Arap milletine Türkçe’yi öğretirken:
“Türk dilini öğrenin! Çünkü Türk Milleti’nin asırlarca sürecek saltanatı olacak…” demiş ola ki, daha Selçuklular gelmeden… (Bu ne uzagörüymüş!)

Selçuklu gelince de bir Farsça tutturacak, hatta bir de Arapça; Türkçe’yi konuşan kim, Bektaş Veli olmasa?
“Hararet nardadır, sacda değildir.
Keramet baştadır, tacda değildir.
Her ne arar isen, kendinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.”
diyecek Hünkarımız. Bir de Yunus Emre’miz, Karamanlı Beyimiz. Hani;
“Bundan gerü dergahta, içerde ve dışarda,
Mescüdde ve meclüste hep Türkçe konuşula!”
diyesi Mehmet Bey’im, inat resmi tarihe. Bu tarihi ise “Dil Bayramı” yaparlar. Oysa bundan çok önce resmi bir dildi Türkçe. Köktürk (Göktürk) yazıtlarında; hatta ondan da önce…

Resmi tarih deyince, demeden geçemeyiz, Yavuz Sultan Selim’in sevilen bir şiirini:
“Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan,
Bir gözleri ahuya zebun etti felek.”
diye.. Bugünkü Türkçe ile;
“Şu kahreden pençemden, aslanlar titrer iken,
Bak şu aşkın işine, feleğin işine bak,
Ceylan gözlü dilbere, olmuşum işte tutsak…”
Gerçekten güçlü şiir; ama ister tercüme!…

Bu da başka bir şair:
“HATAYİ hal çağında,
Hakk gönül alçağında
Yüzbin kabe yapmaktadır,
Bir gönül al çağında.”
diye söyler, Yavuz Sultan çağında, gerekmeden tercüme!…

Tarihsel sıra içre, Göktürk yazıtlarına gelene kadar Türkçe birçok evrimden geçti; bugüne kadar bile, hatta bundan sonraya… Dil canlı bir varlıktır.
Bugünkü Türkçe ise, ne Fuzuli’nin dili, ne Nevai’nin dili…

Bir ulusun dilini alim değil de halkın kendisi yapıyorsa da, dilbilimi Türkçe’yi yedi ana evreye ayırıp incelemiş:
*Önce Ana Altayca,
*Sonra bir Ana Türkçe (Okuduğumuz deriz: sekiz bin dört yüz yıl önce. Dudak büküp geçerdik; tarihten önce vardık, tarihten sonra varız! sözü, doğruymuş meğer!…)
*Sonra da bir Ön Türkçe (İsa’dan iki bin yıl önce)
*Dördüncü; Eski Türkçe (İsa’dan sonraki iki ve on ikinci yüzyılların arası. Göktürk yazıtlarının ait olduğu devir; bundan sonra Uygurlar, Karahanlı Türkçesi. Yusuf Has Hacib Mir’in Kutadgu Bilig’iyle, Pir Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lugat-it-Türk’ü… On ikinci yüzyılda tasavvufi bir eser: Atabet-ül Hakayık, -Hakikatler Eşiği- Edip Ahmed Yükneki…)
*Beşinci Orta Türkçe (On ikinci yüzyılla on beşinci yüzyıllar. Anadolu Türkçesi; Dedem Korkut’un dili, Emrem Yunus’un dili… -Biraz Fakir’in tarzı- bugünlerin temeli…)
*Altıncı Yeni Türkçe (On beşinci yüzyılla işte yirminci yüzyıl. Osmanlıca bu dönem…) *Modern Türkçe’nin ise yirminci yüzyıldan sonra olduğu belirtilir. (Kaynaklar:8)

Dil tarihinden sonra, biz gelelim dillere…
Efendim, tüm dünyada tam altı bin dil varmış. Anadiller sayısı ise sadece yirmi iki.
Dünyada Türkçemizi yüz elli milyon insan, -belki de iki yüz milyon- konuşmaktadır, bugün Sibirya’dan Baltık’a, Seyhun’dan Musul’a değin…
(Altı ana lehçede, toplam altmış üç şive ve binlerce ağız var.)
Dünya dilleri içre sayısal bakımdansa:
*İlk sırada Çince var (Bir milyar)
*Sonra da İngilizce (Dört yüz milyon)
*Hintçe ve İspanyolca, -tüm lehçesiyle- Rusça (İki yüz elli-üç yüz milyon) üçüncü sıradalar
*Dördüncü sıradaysa, Türkçe ve Arapça var; Fransızca, Bengalce; Portekizce geliyor. (Yüz elli-iki yüz milyon)
*Japonca ve Almanca, Korece, İtalyanca beşinci sıradalar.

“Okyanus’un en ıssız dalgasına düşmüş bir kibrit çöpüne kadar” (Ahmed Arif: Hasretinden Prangalar Eskittim) altı bin sayısına tüm diller girmektedir. Birer milyon kişinin konuştuğu yaklaşık iki bin dil varmış. (İşte böyle dillere ve kapalı dillere sırf konuşulan dil diye bir isim verilirmiş.)
Bir de bunlar yanında, bizim Türkçe misali, konuşma dili olma özelliğini aşmış ve resmiyet kazanmış, şiiri, destanıyla, tarihi, romanıyla, kültür diline dönmüş; ileriki aşama: imparatorluk dili olma özelliği kazanmış diller sayısı ise, son derece sınırlı şu güzelim dünyada…

İlk kez ki şu dünyada, Latince ve Yunanca imparatorluk dili örneği sayılmakta. Üstadımız Banarlı, imparatorluk dilinin niteliği gereği, bir “özdil” olma vasfını yitirdiğini söyler. “Latince de böyledir, Yunanca da böyle,” der. “Latince, Yunanca’dan kelimeler aldıysa; Yunanca içre ise, Makedon, Mezopotamya, Anadolu, Suriye dilleri yer almışsa, bu nasıl öz dildir?” der. Sonraki aşamada imparatorluk dili olmuş İngilizce için de bizzat İngilizler’in; “İngilizce şanslıdır, her dilden sözcük alır” diye övündüğünü söyler.

Türkçe ve Arapça da imparatorluk dili olma özelliği kazanmış. Farsça bir kültür dili; Rusça ve Fransızca, İspanyolca, İtalyanca imparatorluk diliyse; bu dillerin hepsi de imparatorluk dili olma özelliği gereği, çok dillerden kelime almıştır. Ancak kapalı toplum dilleridir ki öz dil olma niteliğini taşır. Bir ulus diğeriyle ilişki içindeyse, dili değişmiştir. Nasıl saf bir ırk yoksa, saf bir dil de olamaz.
O zaman milli olan kelimeler değildir.
Dilin sesidir milli, mimarisidir milli, o dilin musikisi, cümle yapısı milli, mantığı ahengi milli…

İşte bu nedenle diller sınıflara ayrılır:
Diller kaynaklarınca (genetik) sınıflandırdığında da altı ana gruba aynlmaktadırlar. Kaynakça sınıflandırma, ses, yapı, şekil, sözdizimi yönünden yapılmakta. Akraba diller çıkıp, dil grubu olmakta. İşte bu ayrımda da Ural-Altay Grubu içindedir Türkçemiz.
Ural dilleri içre iki ana kol var ki Fince ve Samoyetçe; Altay dilleri ise; Türkçe ve Moğolcayı, Korece, Tunguzca’yı, Japonca’yı içerir. (Diğer beş grup ise; Hint-Avrupa grubu, Hami-Sami grubu, Bantu Dil Ailesi, Çin-Tibet Ailesi ve Kafkas Dilleri’dir.)

Altay Grubunun ortak özelliğiyse:
Ses özelliği yönünden: Bu dillerin hepsinde gizli ya da açık bir ünlü uyumu vardır. Dillerin hiçbirinde çift ünsüzle başlayan bir sözcük bulunmuyor.
Morfoloji (şekil) yönünden: Bu dillerin hepsi de sondan eklemelidir. Yani bitişken diller, eklemeli dil yani, kesinlikle ön ek yok, yardımcı fiil yoktur.
Sözcüklerde cinsiyet farkı gözetilmiyor, üniseks diller bunlar. O adam, o kadın var; he, she, it denilmiyor.
İsimlerde yalın haller de eksiz.

Türkçe’nin özelliği:
Geldi “Gramer Dersi”. Yanlış anlaşılmasın ders haddimiz değildir. O şiirin ismidir. Muzaffer Tayyip Uslu; hep ölümden söz etti, çok genç yaşta yitirdik. Gramerden bahseder, bir ince espiriyle:

GRAMER DERSİ

“Sevmek” bir kelimedir;
“Sarı saçlı” dersem bir kız için,
Sıfat söylemiş olurum.
“Ben sarı saçlı bir kız sevdim”
Bir cümledir. Sevda dolu bir cümle.
Nokta koymalı, durmalı zira,
Zira “açlık” da bir kelime;
Cümleye gelmez sarı saçlı kız gibi…
Ah elbet dolaşırsa ölüm sık sık dilime,
“Öleceğim, ölüyorum, öldüm”
Diyeceğim bir gün…

Türkçe’nin özelliği sözdizim mantığıdır. Sentaks denirmiş ona. Hepimizin bildiği özne+tümleç+yüklemdir. Sıfat, addan öncedir. (Örneğin: Kır at gibi) Sayı sıfatlarında, sıfattan sonraki ad, çoğul eki almıyor. (Altı oklar değil de altı ok deniliyor.)

Ses özelliğindeyse: Sesçil bir dildir Türkçe. Okunur yazıldığınca, yazılır okunduğunca, Türkçe genelliğinde. Yazılıp söylenmeyen, söylenip yazılmayan, hiçbir harfi bulunmaz. “Çaykovski” demek için, (t), (c), (h) kullanılmaz. “Şekspir” demek için de (s) ile (h) yazılmaz.
Kolay bir yazımı var ki; harflerden hiçbirisi sözün başında başka, ortasında bir başka, sonda yazılmaz başka. (Ata’m Mustafa Kemal’i gel de sevme bakalım, gel de saygıyla anma!…)
Ses yönünden de zengin bir dildir Türkçe, şu dünya üzerinde toplam on üç ünlü var; sekiz tane Türkçe’de. Örneğin Arapça’da üç tane ünlü vardır, (a) ile (u) ve de (i) değişik söylemleri.
Seslerin rengindeyse: Fransızca’da kafa, Arapça’daysa gırtlak seslerinin çokluğuna karşılık; diyaframın sesine uygun bir dildir Türkçe. Türkçe’de boğuk ses yok, hırıltılıysa hiç yok; tınılı ve parlaktır tüm sesleri Türkçe’nin. Tüm sesleri de ezgili, renkli ve yumuşaktır.
Kelimeler olmayıp, sesler milli demiştik.
Fuzuli anlatırken hep güllerden söz ettik. İtiraf etmek gerek; gülün aslı da Farsça.
Fakat “GUL” der Farisi, sanki “KUL” dermiş gibi,
Ona “GÜL” diyen Türkler, sanki “gülermiş” gibi…

Türkçe’nin özelliği uzun cümle kurmaya yatkın bir dil olması. (Kulakları çınlasın bizim kuşağımızdan Orhan Pamuk Üstad’ın)
“Eşkini hovarda, kıvrak” (Ahmed Arif: Otuz Üç Kurşun -2-) bir dil bizim Türkçemiz. Arap atı misali… İstanbul şoförünce…
Bir de nesir örneği: Yine bizim kuşaktan Engin Ardıç Ustamız:
“…İki yanı ağaçlıklı caddeden, (daha o zamanlar Halaskargazi Caddesi değildi, Mustafa Kemal henüz Gazi olmamış, hiçbir şeyi de halas etmemişti.), şişli deposuna giden son tramvaylar çıngıraklarını çala çala geçeceklerdi, belki 1919 modeli bir Bugatti’nin böğürtülü kornası arada; Osmanbey “mecburi tevakkuf mahallinde” tramvaydan inip bugün Yapı Kredi’nin, vaktiyle Mobil benzincisinin olduğu, o zamanlar daha bağlık bahçelik Jardin d’Osmanbey birahanesinin köşesinden eve kadar yürüyen Miralay İsmet Bey’in çizmeleri taşlıkta çınlayacaktı… Zübeyde Hanım, kar gibi başörtüsünün ucunu dişlerinin arasına sıkıştırmış, tel çerçeveli “yakın gözlüğünü” “uzak gözlüğü” ile değiştirmiş, ikinci katın cumbasından sokağı seyrediyor, gelene geçene bakıyor olacaktı… Makbule sofada hizmetçi Eleni’yi azarlayacaktı, (hadisene kızım, ağabeyimin misafiri var, sür şu cezveleri!…)
Ya da o uzun gecelerden biridir, arka bahçeye bakan yatak odasında kristal cıgara küllüğü ağzına kadar tepeleme Ahali izmaritleriyle dolup taşıyor, ordusu elinden alınmış paşa gene uykusuzdur, sokaktan yankılanan, pek iri kesme taşlara düzenli aralıklarla vurulan bekçi sopası… Bu saatte tramvay geçmez, olsa olsa Therapia tavernalarından dönen, Maslak üzerinden otomobiliyle Taksim’e, oradan Kroecker Hotel’e, İngiliz işgal karargahına giden Yüzbaşı Bennet’in sarhoş ve yıvışık kahkahası duyulur, yanında ya Rum ya Ermeni bir “hafif kız”, -o zamanlar öyle diyorlar-…”
“…Fakir, evin ev olmasından hatta Mustafa Kemal’in uykusuz geceden sonra anasının elini öpüp çıktığı 16 Mayıs 1919 sabahı gibi korunmasından, daha doğrusu yeniden yaratılmasından yanadır… Kimbilir, belki yatağı toplanmamış, Makbule daha vakit bulamamıştır, iki gözü iki çeşme kızcağızın, merdiven başında, (Bu ne gidiş ağabey, muharebeye değil, vazifeye değil, terfiye değil?!…) demişti de hani, Mustafa Kemal taşlıktan yukarı şöyle bir dönüp bakmış, dudağını ısırıp başını iki yana sallamış, ağır demir kapıyı sessizce örtüp çıkmıştı… Belki Makbule’nin önceki akşam ağabeyine pişirmiş olduğu patates püreli rostoyla yumurtalı ıspanağın da daha bulaşığı yıkanmamıştır, ne de olsa Eleni de şaşkın ve üzgün, Zübeyde Hanım zaten kalp hastası, az kalsın “gidiyordu”, gece vakti Doktor Rasim Ferit’i çağırdılar da sabaha karşı kadıncağızı rahatlatıp uyutabildi…” (Kaynaklar:3)

İşte bu uzun cümle kıvraklığını verebilmek için, bunca bol yan cümleyi bağlayabilmek için, İngilizce, Arapça gibi bükümlü dillerde tonlarca (ve) gerekir.

Türkçe’deki en büyük istisna da Nazım Hikmet Ustamın o bol “ve”li ve zevkli melodili dilidir.
Gece aydınlık ve sıcak
Ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar,
Bizim kadınlarımız:
Korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde odunda ve pazardaki
ve kara sapana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
Oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.

Bu kadar bol “ve” ile hem umut, çaba, sabır; hem bir kadın halinde Anadolu insanı, tekerlek döngüsü ve Kurtuluş Savaşımız Ustam Nazım dilinde, bir güzel Türkçe ile böyle söylenir zahir…

Eklemli dil-Bükümlü dil denince; yapı yönünden diller morfolojik olarak şöyle sınıflanırlar: Yalın diller vardır ki, türetmeleri yoktur, çekimleriyse hiç yok. Çince gibi mesela ve Tibetçe, Siyamca…
Böyle dilde kelime, her cümlenin içinde ayrı anlam almakta. (Gel de şimdi pirincin taşını bir ayıkla. Çinli milleti belki ondan pirinç sevmekte…)
Eklemeli diller var. Bu da iki sınıftır. Bunun bir ifradı var ki kaynaştıran dildir. Kızılderili dili. Bir uzun kelime ki bir cümleyi gösterir.
Biri bitiştiren dil, işte bizim Türkçemiz; bitişken dil de denir. Kelime türetirken veya çekim yaparken değişmeyen bir köke, değiştiren ek gelir.
Yalnız gelin görün ki, ek ile kökün bağı, katiyyen görülemez. Örneğin; “vur” kökünden “vurulmuşum” der gibi, “git” kökünden “gitmişmişim” der gibi… En güzel örneği ise Bir Garip Orhan Veli, çapkınca bir şiirinde şöyle söylüyor işte:

DEDİKODU

Kim söylemiş beni
Süheyla’ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni’yi öptüğümü,
Yüksekkaldırımda, güpegündüz?
Melahat’i almışım da sonra,
Alemdar’a gitmişmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım fakat
Kimin bacağını sıkmışmışım tramvayda?
Güya bir de Galata’ya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşum soluğu;
Geç bunları, anam babam geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.

Ya o, Mualla’yı sandala atıp,
“Ruhumda Hicranını” söyletme hikayesi?

Lisan-ı Arabi ile şu meşhur İngilizce bükümlü dillerdendir. Bu dil de türetiyor; fakat, kökünü bozup… Örneğin Arapça’da kelime kökündeki ünsüzler sabit kalır, ünlülerse değişir.
Ketebe: Yazdı demek;
Katip de: Yazı yazan;
Mektup: Yazılan demek;
Mektep: Yazma yeriymiş;
Kitabet ise: Şöyle bir yazma sanatıymış…

Almanca, İngilizce’de bol yardımcı fiil var. Az mı çektik okulda; yok I have had’lermiş, yok I have have’lermiş…
Şimdi bir düşünelim Orhan Veli Üstadın belirtilen şiirinde “gitmişmişim” demek ‘çün; “sıkmışmışım” demek ‘çün kaç yardımcı fiile gerek vardır acaba, Almanca, İngilizce’de?

“Eylem çekimlerinde de başka başka kiplerin ve zamanların anlatımında çeşitli görevler gören soneklerin art arda gelerek sıkıca kaynaştığına tanık olunur. Böylece, Almanca gibi bükümlü bir dile eksiksiz çevrilmesi gerektiğinde, Türkçe yazmışmışım gibi, tek bir sözcük durumundaki bir çekimli eylem ‘ich soll, wie es heisst, geshrieben haben’ biçiminde, birbirinden ayrı altı öğeyle aktarılabilir. Dinlemektesiniz sözcüğü Fransızca’ya ‘vous êtes à l’écoute’ biçiminde, birbirinden ayrı beş biçimbirimle çevrilebilir; söylemelisin çekimli eylemi de Farsça’da ancak ‘tura mi bayed goft’ gibi dört biçim birimle anlatılabilir” (Kaynaklar: 1)

Dikkatimizi çekti, Üstad Yahya Kemal Bey: “Irkın seni iklimine benzer yaratırken” demişti bu Şehr-i Stanbul için. Gerçekten doğrudur. Kişi iklimi gibi, dil de ulusuncadır. Ulusun özelliği ille diline yansır. Arapça, kökü bozar; Almanca, İngilizce’de bol yardımcı fiil var; sömürgen özelliği yansımış dile sanki.

Ya bizim Türkçemizse… Bir bakalım Türkçe’ye. Bir söyleşi içinde “Atlı kültür” denmişti; çok doğru söylenmişti. Hareketli insanız, bir devingen toplumuz. Dilimiz de böyle işte… (Eşkini hovarda kıvrak; Arap atı misali) Bir fiil zenginliği, bir çekim zenginliği… Türkçe’deki zamanlar ve çekim zenginliği hiçbir lisanda yoktur. İnanmazsanız sayın…

Şu dünya üzerinde “Horon” tepen kim var ki bizim “Temel” misali. Böyle çevik kişinin, dili de çevik tabi. Hareketi anlatır, hareketli anlatır.

Türkmen kadını gibi kim kilim dokur sanki? -Övünç gibi olmasın- çok güç ulaşılması Türkmen renkliliğine. Renkli bir toplumuz ya, renk tariflerimize belki ressamlar varır. İşte size örnekler: “..Türkiye Türkçesi’nin sözvarlığını besleyen kaynakların başında, tarih boyunca doğaya sıkı sıkıya bağlı, tarım ve hayvancılıkla geçinen, savaştan savaşa koşan Türk toplumunun maddi kültürü gelir. ….. Çevreye ilişkin kavramlar, bitki örtüsü ve hayvanlar, özellikle hayvancılıkla ve yiyecek maddeleriyle ilgili kavramlar, renkler büyük bir zenginlik gösterir. …..
Renk bildiren sıfatlarda Hint-Avrupa dillerine oranla daha zengin olan Türkçe’de renk tonları büyük bir çeşitlilik gösterir; son derece güçlü bir anlatıma sahiptir.
Dikkat edilecek olursa bu öğeler, anlatım sırasında doğadaki nesnelerin renklerine başvuran, zihinde beliren tasarımlarla renk tonlarını canlandıran sözcüklerdir. Bu renk tonları arasından camgöbeği, gülkurusu, vişneçürüğü, yavruağzı, kavuniçi, tavşankanı gibileri özellikle güçlü bir anlatımın tanığıdır. Bunların yanında kanarya sarısı, menekşe rengi, çivit rengi, şarabi gibileri de doğrudan doğruya doğadaki nesneleri çağrıştırarak renkleri aktaran öğelerdir. ….. Türk’ün dünyası başka uluslarınkinden çok daha renklidir” (Kaynaklar:!).

Türkmen kadını dedik; bir Türkmen ozanı var: Ustam Karacaoğlan. Türkmen kadının över:
“Pencereden bakan dilber,
Gül cemalin gösterirsin.
Geçme mescit yakınından,
Çok namazlar böldürürsün” diyerek.

Karacaoğlan Usta’dan hâlâ da kullanılan ve Halamdan duyduğum, resmiyet kazanmamış bir başka çekim türü, işte Beydili ağzı: (Beydili Türkmenleri: Hatay, Maraş ve Antep; akrabalar ve Halep…)

“Madem dilber meylin yoğidi mende,
Ezelinden ikrar vermeseneydin…
Mehebbettir gözelliğin nişanı,
Bakıp uğrun uğrun gülmeseneydin.”

Halı dokumamızdan, kilimler örmemizden dolayı olsa gerek, bir renkler zenginiyiz, sonekler zenginiyiz. Bundan kavramlar türer.
Sadece bir ek ile bir kavram türetmekse, dil zenginliği bence. Türkiye Türkçesi’nde türetmeye yarayan biçimlerin sayısı belki yüzlere varır; başka dillerde yoktur.
“Türkçe’de türetmede görev alan öğelerin sayısı da çok yüksektir. Bugün yalnızca Türkiye Türkçesi’nde türetmeye yarayan biçimbirimlerin (-gı, -ci, -lik, -siz… gibi) sayısı 96 olarak bulunmuştur ki, her ne kadar karşılaştırmalı bir sayım yapılmamışsa da, bu sayıyı başka bir dilde bulmanın kolay olmayacağını sanıyoruz. Bu birimlerin her birinin birden çok görevi yüklendiği de göz önünde tutulursa Türkçe’nin anlatım gücü üzerinde, aydınlatıcı bir gerçek ortaya çıkar.” (Kaynaklar: 1)

Türkçe’ye Eleştiri: Kelime fakiriymiş, İngilizce zenginmiş, gözümüz yok efendim…
Şimdi sormak gerekir; staddaki hollygan Shakespeare’ce mi konuşuyor? American Dream’de
Street Language’in Shakespeare’le ilgisi ne?…
Yine sormak gerekir: (Şu bizim Türkçe ise, öyle eski bir dil ki, şive-ağız derken de Anadolu dilinde söylenen her kelime girmemiş ki sözlüğe…) TARAMA SÖZLÜKLERİ taranmış mı acaba?…

Oysa ki halk dilinde somut kavramlar için:
Yazı dilimizde bulunmayan sözcüklere rastlanmakta ya da yazı dilimizde yabancı öğelerle dile getirilen kavramların Türkçe karşılıklarının bulunduğu görülmektedir. Örneğin Farsça’dan alınan merdiven için ağızlarda başak, bastak, bastır, baskıç, başçık, basgaç, basıncak, ayakçak gibi birçok sözcük vardır. Yine Farsça’dan gelme dürbün (durbin) yerine bakaç, gözek, görgüç öğeleriyle karşılaşıyoruz. Yunanca kökenli bodrum için altev, kiler, azıklık, Farsça kökenli ayna için ise bakanak, bakar, bakıncak, seçence, yüzünge, yüzgörgü, yüzüngör, yüzgörgüsü, kılıklık sözcükleri vardır. Burada vereceğimiz somut örneklerde, ağızların kavramlaştırma ve kendine özgü adlandırma eğilimleri, her şeyden önce de türetme çabası belirgin görülmektedir.

“Pervane” için döngeç (Kütahya, Çorum), “manivela” için kanırtmaç (İsparta, Denizli), “tahtırevalli” için güdürge (İzmir), “saat” için ve “takvim” için güngen (Muğla), “petrol” için daşyağı (Afyon, Uşak, Isparta), “saç tokası” ve “mandal” için kıstırma (Mersin), “viraj” için dönelge (Artvin, Ankara, Kerkük), “gurup, gurup zamanı” için günindi, günini, güninimi (Isparta, Denizli, Bolu, Çankırı, Eskişehir, Çorum), “demet, deste” için bağlam (Isparta, Denizli, Kütahya), “kevgir” için aşsüzen (Kars, Ağrı), “lokma” için banım (Denizli, Aydın), “tohum” için ekecek (Burdur, Denizli, Balıkesir), “alagün” yazın güneş buluta girdiğinde beliren kapanık hava (Sivas, Mardin), “alamuk” bulutlu, durgun ve sıcak hava (Ordu, Giresun), “güneşiği” sabah (Bursa), “güner” tan vakti (Erzincan, Konya).

Soyut kavramlar için de:
Anadolu ağızlarımız soyut kavramlar yönünden de büyük zenginlik gösterir. Bu zenginliği aşağıda, değişik kavramlar alanlarında örneklerle dile getirmek istiyoruz.
Türkçe’de, yazı dilinde bol ürün veren bir toprağı anlatmak üzere, Arapça’dan alınan münbit ve Arapça-Farşça karışımı mahsuldar sözcükleri Türkçe verimli’nin yanı sıra, sıkça kullanılırken Anadolu ağızlarında doğrudan doğruya (bit-) kökünden türetilen şu sözcüklerle karşılaşıyoruz: Bitnel (Alanya, Nallıhan), bitmel (Ayancık), bitner (Sinop), bitek (Bilecik, Afyon, Denizli, Manisa, Çorum…), bitirim (Kırşehir), bitelge (Samsun, Malatya, Ordu, Tokat), bitkelli (Elazığ), bitirgen (Çorum)
Anadolu ağızlarında, yazı dilinde anlatım bulmamış birtakım sözcüklere de rastlıyoruz ki, bunlar aynı zamanda ağızların kavramlaştırma eğiliminin tanığıdırlar. Bu duruma birçok örnek gösterilebilir:
sevindirik ‘birden duyulan sevincin verdiği coşku’ (Burdur, Tokat, Eskişehir)
pusunç ‘suçluluk duyarak konuşmama’ (Kütahya)
sezek ‘duyarlı, tez sezen’ (Samsun, Amasya, Ordu…)
sezeklemek ‘bilmek, anlamak, istemek’ (Kütahya)
sezgin ‘duygulu’ (Gaziantep)
sargın ‘candan, sıkıfıkı’, ayrıca ‘girgin’ ve ‘tutkun’ (Isparta, Manisa, Tokat)
sınık ‘kırgın, dargın’ (Muğla)
utancak ‘utangaç’ (Eskişehir, Çorum, Çankırı, Samsun); ayrıca utansak, utangan, udlu sözcükleri (değişik dillerde)
öğrencelik ‘ilk yapılan iş, deneme, temrin’ ve ‘öğrenme ücreti’ (Isparta, Denizli, Amasya…); ayrıca öğrence, öğrencek gibi sözcükler bağdaşık ‘sınıf ders arkadaşı’ (Antalya)

Yazı dilinde yabancı sözcüklerle anlatım bulan kimi kavramlar için de ağızlarda değişik, ilgi çekici pek çok karşılık bulunduğunu görüyoruz:
«tahammül» için: götürüm (Çorum, Gümüşhane, Artvin)
«mütehammil» için: götürümlü (Isparta, Gümüşhane, Artvin)
«gaflet» için: ütümen (Konya)
«hafıza » için: güdüyeri (Bursa) ve anak (Balıkesir, Adana)
«cazibe» için: albeni (yazı dilimizde son yıllarda yerleşmeye başlamıştır; Balıkesir, Çanakkale, Bursa)
«sarhoş» için: esrik (daha eski dönemlerden kalmadır; Ankara)
«rica, minnet etmek» için: abanmak (Uşak)
«samimi» için: içtenli (yazı dilinde ‘samimiyet’ karşılığı içtenlik yerleşmiştir; Kayseri)
« kusur, ayıp» için: ağman (Afyon, Isparta)
«işgüzar» için: başaratlı (Amasya, Konya, İçel)
«tamam, tamamen» için: bitev (Kars, Van) ve bitevi, bitürem, bütüley, bütürem, bütürüm biçimleri
«merasim, tören» için: kurgu (Ankara)
«defa, kere» için: salım (İzmir, Tokat, Eskişehir…) ve geliş, gelim (Denizli, Balıkesir, Bursa)
«takat» için: çekim (Ankara)
«muktesit, tutumlu» için: evcimik (Denizli, Balıkesir, Çanakkale)” (Kaynaklar: 1)

Bulunan karşılıklar şu Türkçe sözlüğünde kullanılmamışlar ki…

Türkçe bir mecaz dili, Türkçe’nin zenginliği cinasdadır efendim. Türkçe bir kavram dili, imgelemde zengindir, o yüzden şiir dili.

DİLLERİN DOĞUŞU KONUSUNDA BİLİMSEL ÖNGÖRÜLER
Yansıma Kuramı (onomatopik görüş): Bu kuram “dildeki ilk kelimelerin, canlı veya cansız varlıkların çıkardığı seslerin taklidinden doğmuştur” anlayışına dayanır.
Horul horul, çatır çatır, mışıl mışıl gibi.
Ünlem kuramı: Bu anlayışta olanlara göre, insanın dış etkilere karşı geliştirdiği tepki ve duyguları ifade etmek için çıkardığı ilk sesler, dildeki ilk kelimeleri oluşturmuştur.
Of-lamak, hınk-la-mak (in-le-mek) gibi.
İş Kuramı: “Toplu çalışma sırasında, insanların anlaşabilme isteğiyle çıkardığı sesler, dildeki ilk kelimelerin çekirdeğini teşkil etmiştir” anlayışına dayanır.
Mimik Kuramı: Wilhelm Wund’a göre söz/kelime denilen şey ağzın içini kaplayan geniş bir mimikten başka bir şey değildir. İlk insan, ruhi ve fiziki tepkilerini ifade edebilmek için birtakım sesler çıkarmış, sonra bu seslerin çıkarılışı sırasındaki ağız hareketleri tekrarlanarak aynı sesler elde edilmiş, giderek perdeli seslere ulaşılmıştır.
Doğuştanlık Kuramı: İnsanda doğuştan bir dil kurabilme gücü bulunduğu dolayısıyla anlaşma ile ilgili bütün faaliyetlerin (konuşma, yazma, anlama) beynin bir işlevi olduğu görüşü, günümüze yaklaşıldıkça yaygınlık kazanan ve giderek bilimsel verilerle doğrulanan bir görüştür” (Kaynaklar: 8).

İşte şu Türkçemize bu bağlamda bakarsak, toplumsal yanımızın yansıması bir yana, Hocam Nasreddin gibi bir nükte yanımız var.
Tüm dillerde görülen benzetme örnekleri, aktarma örnekleri, hele hele deyimler ve de atasözleri şu bizim Türkçemizde haylice esprili, bir o kadar da ince.
Deyimlerin sayısı altı binlere yakın.
Benzetmelerde ise: Atların kişnemesi, aslanın kükremesi, göklerin gürlemesi doğa sesine uygun.
Deyimler de yerinde. Bardaktan boşanırca yağar yağmurlar bizde; kedi, köpek dökülmez bizim göklerimizden…
Bazı benzetmelerse, değim özelliğince: “Taşbebek” gibi kızlar, erkekler “çakı gibi”…
İşi kolay kılarız, tereyağdan kıl çekip, işler ters giderse de: pirinci ayıklarız…
Atasözleri derya… Hepsini sayamayız: Kısmeti olmayıp da, Kurban Bayramlarında, gurbetlere çıkan köpekler mi dersiniz; işin acemisi ya, tam kapı açmazına yük indiren katır mı? Yeşil erik tadında, kara mizah örneği. Cinası, mecazıyla Türkçe bir mizah dili… Bu nedenle bağrından Şair Eşrefler çıkmış, Neyzen Tevfikler çıkmş…. Bu nedenle bağrından Aziz Nesin gibi de bir ustayı çıkarmış…

Bir de Türküler var ki, onları anlatmaya inanın ömür yetmez…
Ne güzel demiş şair:
“Şairim,
Alacakaranlıktan gelse
Şiirin hasını ayak sesinden tanırım.
Ne zaman bir türkü duysam,
Şairliğimden utanırım.”

“Al şalım, yeşil şalım
Dünyayı dolaşalım,
Sen yağmur ol ben bulut
Maçka’da buluşalım.”

Karadeniz türküsü…
Yağmur, bulut, su derken; bir de şiir -türküce-:

“Her gördüğüne su gibi akma,
Gözgü gibi katı yüzlü de olma.
Niyçün özine ziyan idirsen-
Yahşi adını yaman idirsen.”

Bu türkü tadındaki şiir kimin mi mirim?… Fuzuli Efendi’nin… Böyle şiir söyleyip şu güzelim Türkçe’ye diken gülü demese bunca laf nice ola!

KAYNAKÇA:

1) Aksan, Doğan, Türkçenin Gücü, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1997
2) Anadolu Aydınlanma Vakfı: Çeşitli konuşmalardan notlar
3) Ardıç, Engin, Mustafa Kemal Sizin Gibi Kıro Değildi, Cep Yayınları, İstanbul, 1990
4) Banarlı, Nihat Sami, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 1997
5) Büyük Larousse, (Lugat ve Ansiklopedi), İstanbul
6) Divan Şiiri Antolojisi, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1972
7) Gölpınarlı, Abdülbaki, Alevi-Bektaşi Nefesleri, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1963
8) Güneş, Sezai, Türk Dil Bilgisi, İzmir, 1997
9) Halk Şiiri Antolojisi, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1972
10) Meydan Larousse, (Lugat ve Ansiklopedi)
11) Mirşan, Kazım, Altı Yarıg Tigin
12) Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1974
13) Orhan Veli, Bütün Şiirleri, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1973
14) Soysal, İlhami, Yirminci Yüzyıl Türk Şiiri, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1973
15) Tasavvuf Şiiri Antolojisi, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1972
16) Thema Larousse, Ansiklopedi

+ Son Yazılar