İnanın ömür yetmez türküleri yazmaya
Bizi yüreklendiren türküleri yazmada
Bize metanet veren Metin Dost’a ithafla.
Işıklar içi Dost’a göz ışığı ışk ola…
Üç beş kişi kalmış türkü diyenler
Al üstüne yeşil donu giyenler
Şu kara çadırda geçiyor günler
Onun için bozgun öter telimiz
KARACOĞLAN der ki yazsam bir satır
Kadir Mevla ‘m işimizi sen yetir
Kısmet nerde ise çeker iletir
Kimse bilmez nerde kalır ölümüz
Karacoğlan Ustayla başlarız sözümüze.
İşte türkünün özü; ozanın yüce gönlü…
Türküler ormancası, bizim türküler deniz…
Ne öyküler taşırlar şu türküler bilseniz…
Yedi yöre türküsü yediveren gülcesi;
türkülerde mahzunsak, türkülerle bir şeniz…
Şaman dualarından, Dedem Korkut’a kadar,
Köroğlu, Dadaloğlu, Sümmani, Veysel derken;
Zülfü Livaneli’den, TÜRKÜ BABA’ ya kadar,
– “O da kimdir ?”derseniz;
Ustamız Ruhi Su’dur. –
Türküden bahsederken,
anılmaz mı Ruhi Su!?…
OZAN BABA Nazım’sa,
TÜRKÜ BABA Ruhi Su…-
Ondan da çağımızın ozanlarına kadar,
en ince duyguları, iğne oyası gibi, türküyle işlemişiz…
On yedinci yüz yıldan,
Karacoğlan Ustanın hayıflandığı günden,
Türk Sanat Müziğinden, Sezen Aksu Hanım’a;
Necil Kazım Akses’den, Hasan Ferit Alnar’a;
Tüfekçiler bir yanda, Sarısözen bir yanda;
Bir yanda da Ustamız Sadi Yaver Ataman;
türküler söyleyerek, türküler derleyerek,
hatta; türkü söylemek ihtiyaçtır diyerek,
bu günlere gelmişiz…
Bedri Usta’m diliyle:
(Bedri Rahmi Eyüboğlu=Ustamız Bedri Reis=Ve hatta bizim Bedros)
Kirazın derisinin altında kiraz,
Narın içinde nar.
Benim yüreğimde boylu boyunca,
Memleketim var.
Canıma ciğerime dek işlemiş,
Canıma ciğerime,
Sapına kadar.
Elma dalından uzağa düşmez,
Ne yana gitsem nafile.
Memleketin hali gözümden gitmez,
Bin bir yerimden bağlanmışım,
Bundan ötesine aklım ermez.
Yerliyim yerli olmasına,
İlmik,ilmik; damar, damar,
Yerliyim.
Bir dilim Trabzon peyniri,
Bir avuç tiftik,
Bir çimdik çavdar,
Bir tutam şilebezi gibi,
Dişimden tırnağıma kadar.
Ressamım,
Yurdumun taşından toprağından sürüp gelir nakışlarım,
Taşıma toprağıma toz konduranın alnını karışlarım.
Şairim şair olmasına,
Canım kurban şiirin gerçeğine hasına,
İçersine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum,
Bıçak gibi kemiğe dayansın yeter,
Eğri, büğrü kör topal kabulüm…
Şairim,
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası,
Ayak seslerinden tanırım,
Ne zaman bir köy türküsü duysam,
Şairliğimden utanırım.
Şairim,
Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum,
Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim,
Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm.
Hey hey, yine de hey hey!
Salınsın türküler bir uçtan bir uca,
Evvelallah hepsinde varım.
Onlar kadar sahici,
İnsancasına, erkekçesine,
“BANA BİR BARDAK SU” dercesine,
BİR TÜRKÜ SÖYLEMEDEN GİDERSEM YANARIM.
Ah bu türküler,
Türkülerimiz!
Ana südü gibi candan,
Ana südü gibi temiz,
Türkülerde tüter dağ, dağ; yayla yayla,
Köyümüz,köylümüz, memleketimiz.
Ah bu türküler,
Köy türküleri!
Dilimizin tuzu, biberi,
Memleket halini onlardan sor,
Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i,
Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni.
Ben türkülerden aldım haberi.
Ah bu türküler, köy türküleri
Mis gibi kokar, mis gibi toprak.
Hilesiz, hurdasız, çırılçıplak
Dişisi dişi, erkeği erkek.
Kaşı kaş,gözü göz, yarası yara,
Bıçağı bıçak…
Ah bu türküler, köy türküleri !
Karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi.
Kiminin rayihasından geçilmez.
Kimi zehir, kimi zemberek gibi.
Ah bu türküler, köy türküleri!
Olgun bir karpuz gibi yarılır içim,
Kan damlar ucundan, mürekkep değil.
İşte söz, işte ses, işte biçim:
“Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar”
iliklerine kadar işlemiş sızı,
artık iflah olmaz kavak ağacı
Bu türkünün yüreğinde sancı var.
Ah bu türküler, köy türküleri
Ne düzeni belli, ne yazanı,
Altlarında imza yok ama,
İçlerinde yürek var.
Cennet misali sevişen,
Cehennemler gibi dövüşen,
Bir çocuk gibi gülüp
Mağaralar gibi inleyen
Nasıl unutur nasıl,
Ömründe bir kez olsun,
Halk türküsü dinleyen
diye “TÜRKÜLER DOLUSU” şiirler söylemişiz…
Bir başka yüce şair dili ve gönlünce de:
(“Devrim” diyen çiçeğe, yakada karanfile,
Yunanlı yoldaşına, idam kararı sonu, ağıtlar da yakarken)
kırmızı karanfilce yine türkü demişiz:
Sağ eli
tutuyor karanfili
bir ışık parçası gibi Yunan Denizinden.
Karanfilli adam
Ağır kara kaşlarının altından
bakıyor çocuk gözleriyle hilesiz bakıyor.
TÜRKÜLER ANCAK BÖYLESİNE HİLESİZDİR
ve ancak komünistler
ant içer böylesine hilesiz.
Bir hilesiz bakışı
Nazım Usta gönlüyle…
TÜRKÜYE BENZETMİŞİZ.
– Onlar da bir günlermiş…
Komünist kalmadı ya şu dünya üzerinde.
Hatta, Nazım Ustamız bugün olsa hayatta,
– Yaşarken söylemişti, hüsranlık olduğunu-
hümanist olan insan, -bilimsellik bir yana,-
faşist ya da komünist imkanı yok olmaya…
Bunlar konumuz dışı bir küçük parantezdi
Fakat,bunun yanında,
hilesiz bakıştaki,
sıkıca yemindeki,
türkü sesi harika…-
Nazım Usta gönlüyle türküden bahsederken:
İnsanların türküleri kendilerinden güzel,
kendilerinden umutlu,
kendilerinden kederli,
daha uzun ömürlü kendilerinden.
Sevdim insanlardan çok türkülerini,
insansız yaşayabildim.
türküsüz hiçbir zaman.
Gülümü aldattığım oldu,
türküsünü hiçbir zaman.
Hiçbir zaman beni aldatmadı
türküler de.
Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin.
Bu dünyada yiyip içtiklerimin,
gezip tozduklarımın,
görüp işittiklerimin,
dokunduklarımın, anladıklarımın
hiçbiri, hiçbiri
beni bahtiyar etmedi türküler kadar… diye de söylemişiz.
İşte budur türküler…
Bedri Rahmi Ustanın, Nazım Hikmet Ustanın
Şiiri üste ne dene?!..
Türküye şiir ise,
herhalde böyle ola!
Şiir zaten bir yerde, çok az kelime ile
çok şeyleri söylemek
değil midir a dostlar!?..
Gerisi lafı güzaf…
Gelmiş Fakir’iniz de
söylermiş: Lafı güzaf…
Anlatır: Lafı güzaf:
Elinden geldiğince, dilinin döndüğünce – İlla yedi heceyle,
yedili bir ölçüyle –
türküleri anlatır.
Ama ondan da önce, türkü diyen insanı,
insanın öyküsünü fakirane anlatır:
Türkünün özgün yani; bize, cazip gelmesi;
hem, bizler söyler iken; hem bizi söylemesi…
(Ustamız darılmaya, “Paraguay Türküsü (!)”
diyemez radyo asla!…
Ancak, der halk şarkısı…
Ama demiş ya Ustam, “Türküleri anladım, hangi dille söylense”…
İstanbul’dan Bir Mektup
isimli şiirinde de Münevver Hanım ise şöyle bir söylemekte:
Bunlar dikenli bir yaprağın üzerine
aşkla,güneşle, insan teriyle yazılmış,
acı da, umutlu da.
Bayıldım Paraguay türkülerine”
diye söylerken Ustam,
halkların ortak olan duygularım söyler…
şimdi bir sormak gerek: Türküler evrensel mi;
yahut yeni deyimle
türküler küresel mi?…
Kalinka dinler iken, hoşumuza gider ya!
Hava Nagila öyle…
Çav bella dinler iken, kimin içi depremez?
Rebetlere biteriz;
yahut da Pasadoble…
Halkların ortak olan duyguları söylenir.
İşte bu dünyada da,
“Ulusal olunmadan,
uluslararası ki olunmuyorsa” eğer,
Şu dünyada varız biz…
İŞTE TÜRKÜLERİMİZ:
Ancak bazı türküler, bir garip gelebilir.
Sırf Türki olduğundan, her Türk’ü mü sevilir ?!…
Fakat Dostum Todori, – Kalamis’tan tanırız, Vre ! Barba Theodory…-
bir Türkü söyler ise
şu güzelim dünyada;
şu güzel Rum şivesi…
Şu bizim Ege’mizden,
(“Ödemis Kavaklari…” – Çakırca’lı Efe’den-
sevmeyene ne dene!?…)
(ALLAH RAHMET EYLESİN.)
Zaten Todori’yi de
sevmeyene ne dene!?…)
(Bektaşi meşrebinden
ha! Türkmen Kocaları…
Ha! bizim hemşehriler;
ha da Rum Barbaları…
sakalımız mı benzer,yoksa sakal hali mi
nedendir ya bilinmez,
sevdik birbirimizi…
-Hemen belirtelim ki
Barbaları severiz…
Öylesine dik bakan,
bir de küçümser bakan
şovenini sevmeyiz..
Zaten meşreb gereği,
şovenliği sevmeyiz…)
Milliyetçilik başka, Şovenlikse bir başka…
Milliyetçilik dense
Şimdi bir sormak gerek Barba Todori’mizin
kültürlere katkısı gelinir mi inkardan!?…
Barba Todori’mizin o güzel mekanları
Kalamış’ı “Kala mis” yapan güzel meyhane
Todori değil miydi?!…
Türk sanat musikine beşiklik eden mekan Todori değil miydi!?…
Eğer bilmeyen varsa, hangi Todori dense:
Nasıl ki Üsküdar’da Üsküdar Musiki varsa Cemiyetleri
Bizim Kadıköy’de de benzer mekan Todori…
Yahut Üsküdarlının bir yerdir demlendiği…
Behçet Kemal Çağlar’ın
Münir Nurettin Bey’in
“Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan”
dediği Todori’ydi…
Hem Ustamız diyelim hem de bir hemşehrimiz İstanbul Beyfendisi
Selahattin Pınar’ın
demlenmeye geldiği, orda vefat ettiği
bizim Barba Todori…
Bir diğer hemşehrimiz: Ustam Nazım Hikmet’in:
“Sait Faik ile Kalamış’ta Todori’nin Meyhanesindeydik
O’nun ciğeri sancılar içindeydi.
Bende yürek infarktı vardı.
Ve dünya güzeldi…”
Dediği Todori’ydi…
İşte Todori’lerde Türk Sanat Musıkıi icralar edilirdi.
Şu sarhoş gönlümüzle:
“bir bahar akşamı rastladım size”
dendiği çok olurdu
Ne hikmeti ilahi-
İlla bu şarkılarda
(Şarkı Çamlıca yeri. Çamlıca Kız Lisesi. Kalamış hatırlarız…)
Edebiyat Hocası, hem Fuat Edip Baksı hem Selahattin Pınar
bir bahar akşamında
Kalamış hatırlarız…
Oraya Dayım gelir; akraba taallukat hep oraya gelirdi.
Arkasından ne gelir?!…
Sevgili hemşehrimiz, değerli Üstadımız Ahmet Rasim Bey ile
Tatyos Efendilerin
“Bir gönlüme bir hali perişanıma baktım.
Zalim!seni, ah!eyleyerek; yad eyleyerek çaktı…”
Şarkıları gelirdi…
Bugün avam oldu ya, gelin görün ki o gün, tasavvufi anlamı, bilerek söylenilen,
Yahya Kemal Bey ile Münir Nurettin Bey’in:
“Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç “
Şarkılarının ise söylenildiği yerdi, bestelendiği yerdi.
Nereden mi biliriz?: Resimdeki imzadan,
resme imzalarından,
resmi imzalarından…
Zaten o şarkıyı da terennüm eyler iken akıla gelen ilk yer illa ki Kalamıştır.
Şimdi türküyü derken
Türk Sanat Musıkıi muhabbeti de nerden çıktı diyen çıkarsa;
bir gün Todori’lerde bir rakılı akşamda bir sohbet sofrasında
şarkı ile türkünün mukayesesi oldu.
O sarhoş ağzımızla o sarhoş gönlümüzle…
Şarkı ile türkünün mukayesesinin ise
elma ile armudun, kavun ile karpuzun
mukayesesi gibi bir şeyler olduğuna kararlar da verildi.
Biz az adam mıyızdır?!…
Bu güne kadar kimse,
bir rakılı akşamda,
bir sohbet sofrasında,
hem de Kalamışlarda
şarkı ile türkünün
duyguları ortaksa ayrı zevki olduğu
konularında ise hemfikir olmamıştır (!).
(Burda bir küçük not var:
Parantez içi ünlem işareti konula)
Bu şeref de bizimdir(!).
(Yine küçük bir not var:
Parantez içi ünlem işareti konula.
Zinhar! unutulmaya…)
O senin hikmetinden sual olmaz ya Rabbi!…
(Yine ünlem konula…
Sakın ola ki zinhar
parantezde olmaya…)
Biz o Todori’lerde neler neler hallettik;
masaya oturuşta, üç konu hallettiysek, “kesat günümüz” derdik…
Konuyu çok dağıttık.
Fakat gelin görün ki ilerleyen saatte edeple olsa bile fazlaca dağıtınca:
Nihavent makamından Serkis Efendilerin
“Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime”
Şarkısından sonra da
İstanbul Beyfendisi, kabadayıdan Dayım
“Kollarımdan bağlasalar zincire
kırarım zinciri giderim yare”
türkülerini ise ne demeye de derdi?!…
Barba Todori ise bıyığının altından, sakalının üstünden
Niye hin, hin gülerdi?!.
O, onsekiz yaşımda bir türlü anlamadım;
kırk şu kadar yaşımda, ellilere dayandım, hala da anlamadım (!)…
(Yine küçük bir not var:
Parantez içi ünlem işareti konula.
Zinhar! Unutulmaya…)
İşte o sohbetlerde anladığım bir şeyse,
birisi demişti ki Türk Sanat Müziğine:
“Efendim! bu müzikte duygunun en incesi
iğne oyası gibi
ustaca işlenmiştir.
Türk Sanat Müziğinde n e z a k e t l e r de vardır;
n e z a h a t l e r de vardır;
n e f a s e t l e r de vardır;
neler, neler de vardır…”
(Sarhoşluk işte sana…
“neler,neler” der iken herhalde tahminimiz
necabet diyecekti…
Hani, “NECİB” den gelir. Soyluluk demek imiş…)
Ve arkasından bir de Nedim Efendilerden
ağdalıca bir şiir patlatmazlar mı sana:
“Haddeden geçmiş nezaket yal ü bal olmuş sana
Mey süzülmüş şişeden ruhsar ı al olmuş sana…”
(Sakın ! “YA-” yazmayınız.
YAL Ü BAL demek ise boy ile pos demektir.
Daha da doğrusuyla arz ı endam demektir.
Abdal Pir sultan misal,
“Uzundu usuldu Dedemin boyu”
anlamına da gelir.
Hoş burada geçen “BOY”
boy ve pos demek değil…
Burda bir tevriye var. Yani mecaz demektir.
Fazla uzatmayalım.
Abdal Pir Sultan’ımız
kısa boylu değilse; çok uzun boylu değil…)
“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim
Bir peri suret görünmüş bir hayal olmuş sana”
diye devam edince,
bu şiirin üstüne İstanbul Beyfendisi,
kabadayıdan Dayım:
“Nasıl methedeyim sevdiğim seni
İstanbul, Bursayı değer gözlerin
Menendin bulunmaz Gürcü, Revanda
Niğdeyi Konyayı değer gözlerin”
türkülerini ise ne demelere de terennümler eylerdi?…
O, Onsekiz yaşımda bir türlü anlamadım,
kırk şu kadar yaşımda, ellilere dayandım, hala da anlamadım (!)…
(Neler konulacaktı?…
Parantez içi ünlem!…)
Bu türküyü de niye bu şiirin üstüne terennümler eylerdi?
Bir bildiği mi vardı?
Yoksa sermest oldu ya, kimler de ne karışır diye mi bir söylerdi?.
O, Onsekiz yaşımda bir türlü anlamadım;
kırk şu kadar yaşımda, ellilere dayandım, hala da anlamadım (!)…
(Parantez içi ünlem işaretlerini de
koyarsanız da olur; koymazsanız da olur.
Benim kıranta Dayım,
benim rahmetli Dayım
Paranteze mi sığar?!
Parantezlik değil ki dobradan bir adamdı.
Lafı dik dememesi efendiliğindendi…
Dobralıkla kabalık ne hikmetse karışır.
Dobra bir adamdı ya kaba adam değildi…)
Acep rahmetli Dayım:
“Dediğimiz türkünün hangisi n e z a k e t s i z?…
hangisi n e z a h a t s i z?…
n e c i b olmayan hangi?…”
demeye mi getirdi?…
İşte bunu anladım…
“Türk Sanat müziğinde evet n e z a k e t vardır!…
evet n e z a h a t vardır!…
Peki n e c a b e t i n i z;
aman, eksik olmasın!…
Ezginize laf yoktur. Biçiminiz harika…
Fakat özünüzdeyse: Mütevekkilsinizdir…
Şu bizim kırdığımız zinciri kırmadınız…
Müziğin adı güzel: Türk Sanat Musıkıi…
Peki! Halk müziğinin yok mu sanat değeri?!…
İşte bu nedenle de Türk Sanat Musıkıi
ve de halkın müziği
ayrımına karşıyız…
Şarkı ile türkünün evet ayrımı vardır.
Fakat bu şekildedir.
Hiç sanat endazeyle;
hiç güzel endazeyle;
hiç duygu endazeyle;
ölçülür mü a mirim!?…
A! benim nuru ayn’ım!?…
Sanki şarkı söyleyen; hiç türkü dinlemez mi,
hiç türkü söylemez mi?…
Sanki türkü söyleyen;
hiç şarkı dinlemez mi,
hiç şarkı söylemez mi?…
Peki! sorun nerde mi?
Sorun : Halktan kopmakta.
Sırça köşke girmekte…
Halktan uzaklaşmakta.
Halkı küçümsemekte…
Küçümsersen
koparsın.
Koparsan sevemezsin…
Halk adamı olmadan, halkı anlayamazsın;
anlayamayınca da, tabi anlatamazsın…
Evet “Avam” söyleriz.
Fakat avam “HALK” demek.
Halk üretken değil mi?
Kayayı yol eyleyen Ferhat avam değil mi?…”
demeye mi getirdi?…
Biraz anlar gibiyim…
Bizim memleketlerde illa sorulacaktır.
Dayım nereli miydi? Büyükçekmeceliydi…
Belki de bu nedenle hem hayatta çok çekti,
hem rakıyı çok çekti…
Bazen köyde olurdu.
Şimdi Gürpınar olan
altmışlı yıllardaki o Anarşa Köyünde…
Ordaki akrabanın at arabalarını fiyakalı ıslıkla çok
ustaca sürerdi.
“Mi’rim! millete karşı ayıp olmasın!” diye
üç kadeh rakısını çay bardağıyla içer, yer sofrasında yerdi.
Kadıköy’e dönünce;
rakı adabını da, sofra adabını da en iyi o bilirdi…
Gecenin ilerleyen saatlerinde ise herkes hemfikir olur,
“Ne mutlu insanlarız. İnsanca duyguları,
işte aynı duyguyu
iğneler oyasınca işleyen iki ayrı
sanata da sahibiz.
Bu zenginlik değil mi?
Bir kültür zenginliği…”
denildiğinde ise benim rahmetli Dayım,
Atilla İlhan misal, “HAYDİ ŞİMDİ TARTIŞIN !”
gibi güzel söylerce
bıyık altı gülerdi…
Hemfikir olunmuşken
Düştü enginlere bir ince hüzün misali, rast makamı giderdi.
Türk Sanat müziğini o kadar çok severdi;
anlayarak okurdu, makamları bilirdi
ve de güzel geçerdi.
Zampara değildi ya,
Hem mahbupperestliği hem de zenperestliği inkardan gelinmezdi.
(İki kavram arası ne fark mı var efendim!?
Şuh ile fahişenin farkı nasıl dağlarsa;
zenperest, zamparadan öyle farklı dağlarca…)
Hemfikir olunmuşken;
Kalamış üzerinden, Modaya dalgın bakıp, rast’tan hüzünlendi ya
rind ü kalender meşrep terennüm eylediği
Yesari Asım Bey’den hüzzam makamlarından acep şu şarkı mıydı:
“Dün gece bir şuhun bezmine gittim
Nükteler söyleyip sitemler ettim “
Yoksa aşüfte eda Trakya türküsü mü:
“ALİYEMİN kaşları kare
sen açtın sineme yare”
Orasını bilmeyiz (!)...
(Şu parantez içinde
ünlem de nerden geldi.
Belki biri unuttu…
Sarhoş ağzı değil mi
alışkanlık mı oldu?…
Yoksa sizden mi düştü?
A! gözümüzün nuru; gönlümüzün süruru…)
– Nazik insansınız ya!
Çok teşekkür ederiz; türküyü söyler iken müdahale olmadı…
Çoğu ALİŞİM der ya, Dayı Bey söyler iken ALİYEM diye derdi.
Niye,öyle mi derdi? Hayır! Sarhoşluk değil…
Efendim söylemiştik!
Bir kere, birincisi : Dayı Bey Trakyalı…
İkinci madde ise : (Yine söylemiş idik!);
Dayı Bey evli barklı, çoluk, çocuk sahibi…
Niye ALİŞİM desin!
(TÖVBE, TÖVBE YA RABBİ!)
Gulamperest mi ? Haşa!… Sadece zenperestti… –
Bu söz de buralara nereden geldi idi?…
Türküler evrensel mi, yeni moda deyimle yoksa küresel midir
yoksa bize mi özgü ?
Hey gidi gençlik günler yetmişdokuz yılıydı bunu konuşur idik
doksandokuza geldik hala halledemedik…
Yetmişdokuz deyince
halkların ortak olan duyguları deyince
hiç unutmam öyküyü:
Yetmişdokuz yılıydı
Rahmetli Tekin Aral,
Ağabey Oğuz Aral, GIRGIR Dergimiz vardı.
Hem de dünya çapında,öyle yüksek tirajlı…
Ordaki karakterler:
Avanak Avni’lerimiz, Utanmaz Adamlar ve bir de Korna Kamiller…
Utanmaz Adamın da ilginç bir macerası:
Hasb el kader korna’yla, Eurovizyon’lara da katılmazlar mı sana…
Hem de kendi icadı, Rock and Roll’lara uygun bir acayip aletle…
-Rock and Roll müziğiyle (ti) geçilmiyor -ama,
alette bir ses var ki, uzak düşman başına…
Fakat gelin görün ki,
o mekanik seslere, rock and rollun ritmine
bayılıyor Almanlar.
(Sanayi toplumunun sanayili insanı…)
Sıkı rock and roll yapan bir de rakipleri var.
Elvis Presley ile
– o zaman taze meşhur- Bülent Ersoy arası,
Sayın Bülent Ersoy’un kötü bir taklitçisi, min’el garaip biri…
Romanda adı: Büling…
Finallere gelinmiş,
herkesler elenmiş ya, son iki rakip kalmış;
İşte min’el garaip ve Utanmaz’la, Korna…
Roman değil mi sana; birinci kim olursa, bir ikramiye var ki, zarardır akıllara…
Öylesine çarpıyor Utanmaz’ın yüreği…
Fakat gelin görün ki,
Korna sırsıklam aşık bir Alman Dilberine…
Tanıyanlar bilirler, aşk ü sevda hiç yazmaz Utanmaz defterinde…
Kamilse yangınlarda, bir de sıla hasreti…
Almanlar mest olsa da, Utanmaz üstelese,
işlemek istemiyor o acayip aleti. Türkü taşır gönlünde.
“Gel!” der Alman Dilbere,
“Gel, gidelim şöyle” der, “Şöyle bizim ellere…”
Sıra Ona gelince, iter yana aleti,
bir de türkü demez mi:
Bahar geldi güzel, karlar eridi
“Gel Oldu” gidelim bizim ellere…
Bahçemizi lale,sümbül bürüdü,
Gül oldu gidelim bizim ellere…
(Gönlüne dirlik olsun, Allah Ömür versin ya Oğuz Aral Ağabey,
tüyleri diken eden,
yürekleri kaldıran, duygu dolu bir türkü…)
Öyle duygu dolmuş ki yine demez mi Kamil:
Allı Turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle…
Eğer bizi sual eden olursa,
Boynu bükük, zülfü dökük yar söyle…
Gülüm gülüm, kırıldı kolum tutmuyor elim Turnalar ey…
Bir şaşırır Almanlar… Anlamadıkları dilde birisi türkü söyler…
Sade türkü değil ki, bir yangın gönlün söyler…
Alman, türkü bilmese gönül sesi ortak ya!…
İşte öyle bir hal ki: Fakir Fransızca’nın (F) sini bilmese de
Edith Piaf dinlerken dalar gider ya şöyle…
Dinlerken türküleri Almanlar aynı halde…
Ustam Oğuz Aral da o usta çizgilere kuşlar da kondurmaz mı
ötüşen,oynaşan kuşlar…
yangın gönül çizmez mi,
bir yangınlı haller ki,Leyla ve Mecnun gibi,
Ferhat’la Şirin gibi;
Tahir’le Zühre gibi,
Kerem’le Aslı gibi…
Gözlerinde yaşlar var; per perişan Alman’lar…
Sevdiğine herkesler sığınmış, sarılmışlar, sımsıcak birbirine
ihtiyaç duyulmadan padişah fermanına…
Birisi şöyle der ki, “Gülüm! görüyor musun,
gözünde gözyaşı var…”
Öbürü der, “Sende de… Hem de öyle duyguyla,
sessiz ve beklentisiz, öyle kendi halince,
onurlu gözyaşıyla, gözyaşlandık galiba…
Göz rengi ayrı olsa, aynı gözyaşlarıyla…
Biri der “Toprak koktu”, Biri der “Yağmur koktu”…
Bir de bizden birisi:
Haberim mi aldın esen yellerden
Yadigar mı geldin bizim ellerden
Gülü reyhan gibi koktun mübarek
Gülü reyhan misali koktun mübarek…
Demez mi orda sana!…
İşte böyle a dostlar !
Duyguyu anlatmaya kelimeler yeter mi, ortak olan duyguyu?!…
İnsanı insan yapan değil midir duygusu!? Şöyle yüce duygusu?!…
Duyguyu kaldırırsan öylesine insandan,
mutfakla tuvaletin arasında bir yerde
olmaktan başka şöyle ne işe yarar insan?!…
Orhan Veli Ustam da söylememiş mi zaten:
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
mısralarımda;
dokunabilir misiniz
göz yaşlarıma ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
bu derde düşmeden önce