Okuma süresi: 19.0 mintues

Bir yer var, biliyorum;
              her şeyi söylemek mümkün;

               epeyce yaklaşmışım,
               duyuyorum; anlatamıyorum…

diye şöyle bir güzel…

İşte böyle Almanlar, işte bu halde Türkler…
Halkların ortak olan duyguları söylenir.
Biz klasik dinlerken nasıl duygulanırsak,
otantik bir türküden Alman da duygulanır…

Fakat bunlara rağmen, “Hiç türkü sevmem ki ben!”
diyen çıkarsa eğer       ,
çok özel bir durum var, bizden dikkat çekmesi…

Bir Ruhi Su sesinden hiçbir zevk alınmazsa,
                              “Hiç türkü sevmem ki ben”  demeyiniz muhterem!
Sizin sevmediğiniz,     türkü değil muhterem!
Sizin sevmediğiniz,     türkü diyen muhterem!
Siz Türk’ü sevmezseniz,    Türk hali sevmezseniz,
                                                                                türkü de sevmezsiniz…

Su gibi akan yolda,   şu Konya Ovasında,
hiç türkü duyulmazsa…
Suyla karışan yelde, Gökova fırtınada
sudan herkes korkarken,
sudan bakan hayata…
suyu hafife alan
“Bahr – i Hazer” şiirini
zevk eden bir kaptandan
öyle mağrur insandan,
hiç umut duyulmazsa;

“Hiç türkü sevmem ki ben” demeyiniz muhterem!
Sizin sevmediğiniz türkü değil muhterem!
Sizin sevmediğiniz türkü diyen muhterem!…

Balıkesir’i geçip, Kazdağı’ndan inerken,
buğulu bir maviyle
Edremit görünende;
dağdan, düzlere doğru                     kartal kanatlarıyla
zeytin yeşillerinden                         gözü kara heybetle
Zeybek duyulmuyorsa;

ya İzmir yollarında Belkahve’den bakarken,
Ege’ce bir maviler…
Kordon’da bir nargile…
Taze badem tatları ve kaktüs meyvesiyle
Kaptan Dayı rakısı…
Eskice bir plakda,
Recep Birgit Bey söyler:

Kordon boyu seyrine düştü
                                                            Titret efem vur dizin üste.
                                                            Ayşe’n senin gönlüne düştü
                                                            Bekler durur bir sözün üste.

Bir eskice R E B E T T İ R,    M A K B E R diyen belki de…

Bir İzmir Akşamı ki,    Bodrumlu’lar kıskanır.
Derken         Bodrumlardasın…

Biraz zıpır söylene                Bodrum’un şiirleri…
Orhan Veli görseydi             ne ederdi acaba?!…
 Zeki Müren Bey söyler        rakılı akşamlarda,
Sarhoşsun Neyzen gibi          Balıkçı diyarında…

Yörüklerine nispet (!) ya kekik kokusuyla,
keklikçe sekercesi,
kayalar kerttirerek,
bazen de kaytararak
Toros’ları çıkarken,
uzaktan görünür ya Mersin’de Kızkalesi…
Kızkalesi bir yana,                                            -öyküleri aynıdır –
Üsküdar’a giderken, nihavent yağmurlarda           şu bizim Kızkulesi…

(Hilmi yavuz haliyle)
Hem bir zarifanedir, hem de bir levendane – Baki’nin şiiri gibi-
Salacak kıyısından, olanca haşmetiyle, İstanbul görünende hiç şiir duyulmazsa…

(Şiirler kafi değil İstanbul’u demeye.
Tepeden Haliç’e şiir İstanbul’un halleri…
Yahya Kemal mi dersin:

Nice revnaklı şehirler görülür dünyada
                                                      Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan
                                                     Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada
                                                     Sende çok yıl yaşayan sende ölen sende yatan…

Orhan Veli mi dersin?…

Urumeli hisarına oturmuş.
                                                           Oturmuş da birde türkü tutturmuş…

Peki ya Nazım Usta’m:

Ve sen İstanbullu,
                                                                      Sen kendi ellerinin hünerine
                                                                                                     alışmış olduğundan
                                                               şaşarsın İstanbullara
                                                                                      ne kadar ince
                                                                             ne çeşitli
                                                                                         hünerleri var dersin…
                                                     Ve de Nedim Efendi…
Hepiniz bilirsiniz…

                                                              Bu şehr i Stanbul ki bi misl übahadır
                                                             Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır…

diye kasidesini…
Bu şiiri duymayan da “İstanbulluyum” diye
gezmesin orda, burda…
Tanpınar da söyler ya:
                                                   “İstanbul’u yaşamaz, İstanbul’da yaşar da…”

                                                     Münir Nurettin Beysiz bir Kalamış nic’ola!?…
Madde mana yan yana şu bizim İstanbul’da…
Kadıköy’ü, BEYKOZ’u…
Çiçek Pasajlarıyla, Balık Pazarlarıyla,
BEYLERBEY ve BEYOĞLU…

-Artık bulunmasa da, Anka kuşu misali –
Hamfendisi hamfendi, Beyfendisi beyfendi
Kütlece delikanlı,
türküleri olsa da şarkıya olur konu İstanbul’un şiiri…

                                                                     Kasımpaşa kıyıları tersane
                                                                    Bir kız sevdim alimallah bir tane
                                                                   Her dem sevdalıya kız mız bahane
                                                                  Top çiçeğim deste gülüm
                                                                 Canım İstanbulum
Oktay Rıfat Horozcu…
İşte şarkılar olmuş. İşte Onun şiiri…

Gittim baktım şıkır şıkır Balıkpazarı
                                                                 Üç tek attım sarhoş oldum ayak üzeri
                                                                Üç doluya üç tanecik badem şekeri
                                                               Top çiçeğim deste gülüm
                                                              Canım İstanbulum

Şu İstanbul havası,   şu Ankara bozkırı,
Akdeniz mavisiyle,   Karadeniz yeşili
hiçbir zevk vermiyorsa…
Yazın sıcak gecesi, Urfa’nın damlarında
rakı üstüne murra tadı damakta yoksa…
Erzurum dağlarında, sabahın ayazında
karla yüz yunmamışsa,
hele de Ardahan’da buz yerine rakıya
karlar katılmamışsa,
Ya Sivas ellerinde,
Songül Karlı halleri…

Şarapçası seslerle,
şarapçası deyişler
hiçbir zevk vermiyorsa…

Soğuktan ve sıcaktan, karlardan ve renklerden
hiçbir zevk alınmazsa…

Bu lezzet bizim lezzet:
AKYAZI, KIZILDELİ…
hiçbir zevk vermiyorsa…

Azeri türküleri, Karadeniz havası,
halay, horon ve zeybek
kan kıpırdatmıyorsa…

Orhan Veli Üstadın:
“Gemliğe doğru deniz
göreceksin şaşırma!”;
– ya da bunca anlamlı –
“Karnım da tok sırtım pek
ver elini Edirne…”

gibi güzel şiiri tebessüm yaratmazsa…

Edirne dendiğinde, işte zümrütçe Tunca…
-Ustasını tanırız-
meyve şekilleriyle,
gül kokulu sabunlar…
O sabunlara benzer,
işte türkü konusu, bizim Vardar Ovası
-Helenlilere nispet-       Al topuklu beyaz kızlar
yürekler çarpıtmazsa…
Gökyüzü göstermeyen, kökü nehirde çınar;
Mimar Sinan Köprüsü, uzaktan Selimiye
tarihi duyurtmazsa…
Şu Balkan savaşında, muhasara altında, aç kalan neferlerin,
çınardaki diş izi, sizi ürpertmiyorsa…
Ve bizim Çanakkale…
 Çanakkale içinde vurulan erlerimiz
                   Ölmeden de mezara konulan erlerimiz

En şanlı yarımada ve işte Gelibolu…

Parçalanan saatler…

Kendi ağırlığının üç beş misli mermiyi kaldıran hemşehrimiz…

Tarihlerin yazdığı en centilmen savaşmış.

“Gaz kullanmaz Anzaklar.
                                Zehirli gaz kullanmaz, merttir şu Türk Askeri”
diye açılan pankart…
Ve omuzda taşınan,yaralı Anzak Eri…

Yap yakın öylesine, sigaralar atılan, çakmak gelen siperler…
Öyle dostça bir hava,sonra yine kargaşa, kahramanca boğuşma…

hele Seddülbahir’de ŞEHİTLİK ziyareti…
Havada çarpışıp da
öyle sıkı kaynaşan mermileri görende
tüyler diken olmazsa…
Bak sen edebiyata: “Vatan, millet, Sakarya!…”
Eğer diyen çıkarsa

Evet! Bizim Sakarya: Şu deprem öncesinde, -çok yıllar öncesinde-
ve deprem sonrasında
konukluk unutulmaz yaşanan Sakarya’da…

Konukçuluk bir yana,
yürekler tebessüme, sıcak bir “ Merhaba’ya”
öylesi kapalıysa

“Hiç türkü sevmem ki ben”, demeyiniz muhterem!

Sizin sevmediğiniz,          türkü değil muhterem!
Sizin sevmediğiniz,          türkü diyen muhterem!
Siz neyi sevmezsiniz,       biraz düşünürseniz,
sizin sevmediğiniz,           ülkemizdir muhterem!
Ülkemiz severseniz,          türküyü seversiniz…
Şu halkı severseniz,          Türk’ü de seversiniz…

* * *

Yedi yöre türküsü, yediveren gül dedik,
Yedi yöre türküsü  yedi ayrı gül  dedik.

Gelin görün ki dostlar!

kötü olan        gül yoksa,
kavruk olan gül de var…
İşte ki bu nedenle:

“Minareden at beni, in aşağı tut beni”
(Mübarek! “koş” de bari…)
türküsü de türküdür,
  “Yozgat Sürmelisi” de…

Kaşın çeğmelenmiş, kirpiğ üstüne
Havada buludun ağdığı gibi
Çiğ düşmüş de gül sineler ıslanmış
Yağmurun güllere yağdığı gibi

                                      -Nida Tüfekçi Ustam, gön’le dirlik istedi –
İşte der ya sürmeli…

Seher vakti geldim yarin kapısın
Baktım yarin kapıları sürmeli
Boş bulmadım otağının yapısının
Açar gelir bir gözleri sürmeli

– Türkü diyen dostumuz gönlüne dirlik ola… –
Bacımız Can Etili…-
Demek, ustalık ister; zor bir türkü sürmeli…         Sürmeli: KIRIK HAVA…

Ve işte bu bağlamda,
ses dizimi yönünden, ses yetimi yönünden,
türküler ayrılırlar,       şöylesi iki kola:
Birisi UZUN HAVA,
diğeri KIRIK HAVA

Uzun hava türküsü, İç Anadolu’nundur (koşmalar ve bozlaklar)
-Nice Batılı olsak, nice de Akdenizli-
Her yöreyi severiz. Doğulardan bir inci:
Erzurum’dan bir tadyan, kırık hava örneği:
Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi,
                       Altım çamur üstüm yağmur yine gönlüm hoş idi
                      Bir dağ ne kadar yüce olsa kenarı yol olur
                     Bunlara da gün derler ya dostla düşman bell’olur…

Doğu Anadolu’da yine uzun hava var (Aya ve müstezatlar…)
-Dede’m diyarım benim- Harput’lular söylerler:

                 Huma kuşu yükseklerden seslenir
               Yar koynunda bir çift suna beslenir
              Sen ağlama kirpiklerin ıslanır
             Ben ağ’lim ki belki gönül uslanır…

Divan, Türkmani, hoyrat uzun hava örneği…
Ve işte Güneydoğu… (Malatya’dan dostlarım)

                                     Dün mü buradaydın bugün mü geldin
                                    Ötme gaip garip sinemi deldin
                                   Eşimden ayrıldım ben burda kaldım
                                  Yabancılar vurmuş telli turnamı
                                                   Aşk sevdası geldi kaynadım coştum
                                                  Yüksekten uçarken engine düştüm
                                                 Eşimden ayrıldım ben buna şaştım
                                                Yabancılar vurmuş telli turnamı
– Hiç anlamış değilim;
zevkten dört köşe  olan, şöyle, dinlerken arya;
uzun havalarıysa  , bir küçümser nedense…
uzun havalaraysa  , neden dudak büker ya!..

Demek, ustalık ister,    oysa ki           uzunhava…
Uzunhava sesleri                  öyle bir             yorum ister…
Belli usulü yoktur;                           öyledir          doğaçlama…-

Kırık havada ise, usul belli öylece…
Çoğu türküler kırık…
Örneğin horon kırık,
örneğin halay kırık;
kırıktır güzelleme,
hatta zeybek de kırık…

– Akla bir soru gelir, horon ve halaylarsa
                          “Halk oyunu değil mi?..”
Sırf oyunsa; o, oyun…
A T A B A R I misali
bir de türküsü varsa
hatta bir de öyküsü…
Artık değil sırf oyun…

Bunca Ege’de kaldım. Öyle dostlar edindim.
Zeybekler O Y N A M A Y A, hiçbir E F E görmedim…
ZEYBEK, E F E D E  A Y İ N…
                                                               -O yüzden demez oyun… –
ya bir zeybek vurulur, ya kalkılır zeybeğe…
Öylesi doğaçlama, kendi doğal halidir…
                                Bir meydan okumadır…
Bre! S A R I Z E Y B E Ğ İ M!”

Severiz SEĞMENİ de…
Bir Ankara türküsü:
                                “Güvercin” in aslı sert…
Hatta “Misket” AĞITTIR…
Vurguluca bir ağıt…
Düğünde kalkılır ya, bilenin içi gider,
yamru, yumru oyuna, kalkar zeybek gösterir…

                                Seğmen değil ki KÖÇEK..
Hasçasına ZEYBEKTİR…
Düğün dernek mi kalkar;
Bir,
Selçuklu’da kalkan,
Bir de
ATA’M MUSTAFA KEMAL
Ankara’ya inende
KALKAN SEĞMEN ALAYI!?…

Köçeklere gelince:
Alemde        balet     varsa,
bizde öyle     köçek   var…
Kabul!          efe değiller…
-yanlış anlaşılmasın-…
Eğer gerçek köçekse          e’femine de değil…

Evvel bir türkü dedik,
hani, MİNARELİYDİ…
Bu da başka bir türkü:
          “Müdür Beyin Yeşil kürkü,
                       yeni çıktı bu türkü..” -ya da-

               “Ayvacı geliyor ayva;
              sorun ayvalar kaça…”

Biz bunlardan bir anlam inanın çıkaramadık.
Bunlar da bir türküdür.
               – Ancak; bazı türküler, bir garip gelebilir;
                  sırf türkü olduğundan her türkü mü sevilir –
Ama bunun yanında:
               SABAHIN AN ERKEN ÇİFTE GİDERKEN
              ÖKÜZÜM TORBADAN DÜŞTÜ GÖRDÜN MÜ?
                                   MANDA YUVA YAPMIŞ, SÖĞÜT DALINA
                                  YAVRUSUNU SİNEK KAPMIŞ GÖRDÜN MÜ?
Türküsüyse mizahi »Kastamonu mizahı ve biraz da fantezi,
hatta biraz taşlama…
– Ne mutlu! biz yetiştik
Zehra Bilir Hanıma…-
Zehra Bilir derken de,                    Nezahat Bayram   derken,
Nurten İnnap derken de                  Cemile Cevher       derken,
Ve Necla Akben’lerden                    ve de kardeşlerinden
hatta Songül Karlı’dan,                     Şükriye Tutkun’a değin,
                                                                            bir üsluptur söylenen;
                                                                            bir yorumdur söylenen…

İşte aynı şekilde,
Mükerrem Kemertaş’ tan,                 Malatyalı Fahri’ye
Hisarlı Ahmet’lerden,                         Hacı Taşan’a değin,
Mustafa Çırakman’ da,                     Arif Sağ Hocamıza…
Hatta Tolga Çandar’dan,                  hatta Kubat’a değin

                                                                                     Türküde bir tarz varsa,
                                                                                     yorum varsa sanatta…
                                                                                     Öylesine yerellik…
                                                                                     Yöreyi yansıtıyorsa…
                                                                                     Kendinden katıyorsa,
                                                                                     kendini katıyorsa
                                                                                     ve kendi anlaşılsa,
                                                                                     işte OTANTİK odur…
FOLKLOR değeri olan; ancak ki o türküdür…
Tavrı olan bir türkü, yorumu olan türkü…
Ya bir duygusu olan, ya da ozanca gönlü…
Sanat değeri olan;
asırlar evvel gelip; kalacak asırlara…
İşte otantik odur…
HALK BİLİM değerleri, E S T E T İ K olan odur…
Otantik değer yoksa, estetik değer yoksa
GÖNÜL DENEN KABE’DE
                     HİÇBİR ZEVK UYANMAZSA
Hiç merak etmeyiniz; o türkü kalmayacak…
Bir elek var ki yüce;     HALKIN ZEVK ELEĞİNDEN
                                                              O TÜRKÜ GEÇMEYECEK…

Çok tartışma olmuştu:
İnsem derelerine, 
bilmem nerelerine
“…………………” (Nokta, nokta, noktayla
“…………………”  Nokta, noktadır işte…)

Bu türkü  günlük türkü,
bu türkü   kavruk gülce…

Ama KARACOĞLAN’ın
Ala gözlü benli dilber
                          Koma beni el yerine
Altın kemerin olayım
                          Dola beni bel yerine

Türküsü de türküdür… Asırlarca söylendi, söylenir asırlarca…

Türkülerden örnekler vermekten muradımız,
gönülce türkü ile kavruk gülce türküyü ayırmaktan muradsa,
Ustamız Karacoğlan
güzellemelerini,
saldırıdan hoyratça korumaktır bir anca…

             Karacoğlan türküsü,            Sümmani ağızlan,
o koçakça Köroğlu,               Dedem Dadaloğlu’ysa;
             her türkünün içinde,              öylesi sınıflansa, 
             ne önemi kalmıştır
            o ozan gönüllerin,                  o güçlü duyguların!?…
Yanlış anlaşılmasın,
kavruk gül de bir güldür,
-o da bir türkü işte…-
bir şöyle farklı ancak ozanın gönlü ise…

Bir şey daha demek var, “Biryerlere de inen, Kaytanlı türkü için”
Yine Karacoğlan’dan:

Kayalar kertilir mi
                                            Ağ terlik yırtılır mı
                                           Ergen kız cahil oğlan
                                          İnkardan kurtulur mu

İnsanın doğasıdır, illa ki söyleyecek…
Dünyada herkes derken, suç mudur biz söylerken?!…

Fakat; türlü  söyleme:
Söylemek var bir anca;
söylemek var bir ince…
Kabaca       söylemek var,
söylemek var zarifçe…
Kabaca      keyif         varsa,
zevkimiz   var bir ince…

Söylemek var deyince,
türlü, türlü söylenir,          işte bizim türküler…

Veysel Baba da der ya:  Türküler söylensin de
                                        nasıl olursa olsun…
Veysel Baba söyler ya:   Bayramlarda düğünlerde
                                        Toplantıda yığınlarda
                                        Sıkılınca dar günlerde
                                        Türk’üz türkü çığırırız

Bir gelenekçiler var:  “Turnalar” türküsünü     şu Sivaslı sazlardan
Veysel baba tarzında     geleneksel dinleyin;
şarapça tadlar alın…

Bir de yeni solukla
söyleyen bir anlayış   :
ve işte devrimciler… “Turnalar “ türküsünü,     Ruhi Su’dan dinleyin;
bir arya havasında,
yine şarapça tadlar…
Okay Temiz Ustamız,
senfonik caz tarzında,
yine şarap lezzeti…
Biri beyaz şarapsa,
diğeri de kırmızı,
diğeri pembe şarap…

İşte Şükriye Tutkun,
İstanbul şivesiyle,
sanki çilek şarabı…

Zevk edin bu türküyü:  Bir de Erkan Oğur’dan…
İşte şarap zevkimiz: bir burukça Buzbağ’dır. Şarap: Delikanlıdan…
İşte bir Elazığ’dan…

İşte aynı türküyü,
çok sesli yapsak kabul; tek sesli desek kabul!…

Türk Sanat Musıkıi, – yine rahmet istedi –
Safiye Ayla Hanım,
söylemişti türküyü,     apayrı bir lezzetti…

Bu izzetli türküyü,
(Müziğe sözümüz yok,
Rock and Roll da dinleriz,
Soft Metal de dinleriz…)

Rock tarzı yapar isek, Heavy Metal yaparsak,
                                        Şaraba viski katar, öylesine bozarız…
Bu izzetli türküyü,          Arabesk söyler isek,
                                        Viski yanına cacık, öylesine bozarız…
Geleneğe de varız, devrimciye de varız, özünü bozmasınlar,
                                                      BOZGUNCUYU SEVMEYİZ…

 

Birisinde sevgi var,   bozguncuysa hırpalar…
Bozguncu sevilir mi!?…
Severiz muhabbeti,           Bağdat’ta bile olsa…
Adam vuranı asmaz;        – af da çıkar nasılsa-
mecazen bile olsa,           “O adam yansın!” deriz, “O yaktığı ormanda!..”
Yılan hoş görülür mü!?..
Kızımızı zehirler,              oğlumuzu zehirler, dokunmazsak yılana…
Kültürü korumazsak,         eğer yabancılaşsak,
kültür intikam alır,            doğa nasıl alırsa…

* * *

Safiye Ayla derken            bir geldi aklımıza:
Sanat musikimizin             türkü diyen sesleri       ne mutlu ki pek çoktur.
Konserlerin sonunda,         kasetlerin çoğunda      türküler de yer alır.
Sanat müziğimizde            türküler yer alsa da      nihavent türkü olsa,
Hüseyni türkü olsa,
Çobanın o sesini,               efe ünlemesini             doğal olan sesleri
-diyeni kutlasak da-çıkartamaz herkesler…
doğal olan hallere       nasıl gire herkesler?!…
“Neden?” diye sorulsa
o sesler yerel sestir,
o hal yöresel haldir…
“Neden?” diye sorulsa
Evet! mutlaka, kabul…
Şarkıda duygu vardır,   duygusuz şarkı olmaz…
Ama bunun yanında,     şarkı tahsil işidir…
 Türkü ise sadece,          sade duygu işidir…
Çoban türkü söylerken
çoban kaval işlerken
-tamam gelenekseldir-
fakat bunun yanında, akademi mi görmüş,
bir tahsil mi almıştır?
O, onun doğasıdır ve doğuştanlığıdır.
Nedenini sorsanız yüce yeteneğinin, inanın söyleyemez,
                                                                           “İçimden geliyor” der…
Ama haddini bilir,     o da şarkı söylemez…
Bilir tahsili yoktur, bilir sesine gitmez…
“Yerel ses de ne?” dense,

toprak ile insanın      doğa ile insanın öylesi uyumudur.
Uyumun da seslere   öyle yansımadır.

İnsan doğaya uymuş,doğa insan olmuştur…
O hali giyinmektir… Fakir görüşümüzce…

Ali Ekber ÇİÇEK’ten, Erzincan ellerinden,şu Sivas illerinden
gelin deyiş dinleyin.     Gelin nefes dinleyin:

                                     El vurup yaremi incitme tabib
                                    Bilmem sıhhat bulmaz hicraneler var
                                   El vurup da yaram eylersin derman
                                  Her can kabul etmez viraneler var

                                                Vay dünya dünya fanisin dünya
                                               Vay dünya dünya yalansın dünya
                                              Can ile cananı alansın dünya

                                 Dert ehli olanlar dermana gelir
                                Elbet te arayan dermanın bulur.
                               SADIK der ki kimde ne var kim bilir
                              Geşt ü güzar ettim elde neler var

                                                Vay dünya dünya fanisin dünya
                                               Vay dünya dünya yalansın dünya
                                              Aşk ile pervane dönensin dünya

Deyişin zarafeti, Nefesin nefaseti Ali Ekber ÇİÇEK’ten..

Bulutlara karışmış nefes nefasetinde
                                 kemençe eşliğinde
Karadeniz havası…Cemile Cevher ÇİÇEK…

Karadeniz yaylalar, hem tepeler hem dağlar
                              Sevenleri ayırmak, cami yıkmaktan beter

Diye de o söylesin.
Biraz komiklik olsun:
bir aksini düşünün, ÇİÇEKLER BİR KARIŞSIN…

Ve işte yerel sesler; işte yöresel haller
dememiz oydu işte; bu idi muradımız…

* * *

Bir dikkat edilirse, şaraptan örnek verdik,
hiç PİR SULTAN demedik.
                Pir Sultan Abdal coşkuna
              Gel otur gönül köşküne
            Onik’i imam aşkına
           Ben bu seri veregeldim.
Demedik hiç (!)… Demeyiz (!)…
Hiç HATAYİ demedik.
Hatayi, hal çağında
      Hakk gönül alçağında
     Yüzbin Kabe yapmaktır
    Bir gönül al çağında
Demedik hiç (!)… Demeyiz (!)…
NESİMİ demedik hiç;
          Ben melamet gömleğin
         Kendim geydim eynime
        Ar ü namus şişesün
       Taşa çaldım kime ne
Demedik hiç (!)… Demeyiz (!)…
Hiç, KAYGUSUZ demedik…
Kıldan köprü yaratmışsın
          Varsın kullar geçsün deyü
         Hele şöyle duralım biz
        Yiğit, isen geç a Tanrı
Demedik hiç (!)… Demeyiz (!)…
Hiç Kul Himmet demedik.
Kul Himmet’im gerçeklerin bu meydan
                 Özün kurtarmışlar sıfat ı serden
                Hep içmişler kırklar içtiği meyden
               Haber duymuş dost ilinden canları
Demedik hiç (!)… Demeyiz (!)…
Hiç Virani demedik.
Virani’yem düştüm şimdi derdine
       Vücudum garkoldu çile bendine
      Gönül sormaz oldu kendi kendine
     Söyler deh anımdan dilimdir Ali

Demedik hiç (!)… Demeyiz (!)…

(Şarkı formu olsa da )
Fuzuli Efendi’den

      Aşık oldur kim kılar canın feda canına
     Meyi i canan etmesin her kim ki kıymaz canına
    Canını canana vermektir kemali aşığın
   Vermeyen can itiraf etmek gerek noksanına
Hiç dedik mi efendim (!)

YEDİ ALEVİ OZAN BÖYLECE SÖYLEMEDİK(!)…

Mezhepler ki bir yana, dinleri harmanlamış,
EMRE’M YUNUS’UMUZUN

                        Şeriat tarikat yoldur varana
                    Hakikat marifet andan içerü

Dinin terk edenin küfürdür işi
                                 Ol ne küfürdür ki dinden içerü

                   Beni bende demen bende değilem
                  Bir ben vardır bende benden içerü

Gibi güzel doğuşu
                  türkü gibi söylersek,
        hatta türküleri de
                 laubali    söylersek,

Ne önemi kalmıştır,       o ozan gönüllerin,
                                       o güçlü duyguların!?…

Hallacı Mansur hali,       hallaçlara gelmesin;
                                       O yüce ozan gönül
                                           kavruk gülce olmasın!…

Bektaşi nefesleri,
Alevi deyişleri,
türkü bahsi içinde yer alıyorsa da,
hatta her derlemede
TARİKAT TÜRKÜLERİ (!)
diye bahis açılsa;
O güzel deyişleri, güzelim nefesleri
bu türkü bahsi içre       demeye dil varmadı…

Deyişler, nefeslerde yüklü olan anlamlar,
ayrı sohbet konusu…

Bektaşi nefesleri şarkı formunda da var.
Türküye yakın diyen bir başka tarikat yok.
İlahiyle türküyü, aynı kefeye koymak,
her hal, değil olası…
Ömrü kafi gelmeyen, kavruk güle benzeyen,
hatta bir unutulan türküler de olursa

                                     FARKLI     BEKTAŞİ    GÜLÜ;
                                     GÜLLER    PİRİN          CEMALİ…

CELALİ       HAYY OLURSA,
                                                           CEMALİ      OLMAZ ÖLÜ…

Erenlerin birdir yolu
Cümlesine dedik beli
Gören bizi sanır deli
Usludan yeğdir delimiz

                          Tevhid eden deli olmaz
                         Allah deyen mahrum kalmaz

                                             HER SABAH AÇILIR SOLMAZ
                                           BAHARA ERER GÜLÜMÜZ

MUHYİ sana olan himmet
Aşık isen cana minnet

                            ELİF ALLAH MİM MUHAMMED
                           KİSVEMİZDEDİR DALIMIZ

Demeden geçemedik;
Muhyi’den bir deyişi, bir Bektaşi gülünü, sümbülce bir dervişi…

(Biraz Pisagor’culuk, biraz da Hurufilik…
Serde Alevilik var, Ebced’lere de gelir,
altmışaltıya bağlar.) Ebcedde altmışaltı:   Lalede              Allah vardır.
                                                                     Gül pirin          cemalidir.
Sümbül de bir  derviştir.
Yunus’ca          misk ü amber…

+ Son Yazılar