Okuma süresi: 12.11 mintues

Bir yanda Avrupa dünyasının kendini yeniden biçimlendirdiğini – ulusların burada sağlam kökler saldığını, her yönde genişlemiş ve gelişmiş bir özgür gerçeklik dünyası ürettiğini – görüyoruz. Bu ulusların işe, tüm toplumsal ilişkileri tikellik biçimine dönüştürerek başladıklarına – durgun ve sınırlı bir ussallıkla, kendi doğasında özgür ve normal olanı birçok rastlantısal olumsallığa ayırdıklarına; yalın ilke ve yasa olması gerekeni karmaşık bir gelenekler ağına dönüştürdüklerine – tanık oluyoruz. Kısaca, Batı kendini rastlantı, karmaşıklık ve tikellik üzerine kurulmuş bir politik yapının koruması altına alırken, tam tersi yöndekiler, tinsel belirlenimin bütünlüğünü dengelemek üzere zorunlu olarak dünya sahnesine çıkmışlardır. Bu, Doğu’nun Devrimi’nde görülmektedir; Doğu’nun Devrimi tüm tikelliği ve bağımlılığı yok etmiş, ruhu ve mizacı mükemmel bir biçimde arıtıp aydınlatmış; soyut Bir’i, dikkat ve bağlılığın, ve aynı ölçüde arı öznel bilinçliliğin saltık nesnesi – salt bu Bir’in Bilgisini – gerçekliğin tek ereği haline getirmiş; Koşulsuz olanı [das Verhältnisslose] varoluşun koşulu [Verhältniss] haline getirmiştir.

Daha önce Doğu ilkesinin doğasını öğrenmiş, Yüce Varlık’ın kendinde salt olumsuz olduğunu – bununla olumlunun yalın doğaya bir terkedilmişlik yüklediğini, Tin’in gerçeklikler dünyasına köle olduğunu – görmüştük. Arı Birlik ilkesinin düşünceye yükseltildiğini yalnızca Yahudiler’de görebildik, çünkü Bir’e tapınma yalnızca Yahudiler’de düşüncenin bir nesnesi olarak gerçekleşmekteydi. Anlık arılaştırılarak soyut Tin kavramı düzeyine çıkarılabildiği zaman, geriye bu birlik kalmış; ancak Yehova’ya tapınmanın engellendiği tikellikten kurtarılmıştır. Yehova yalnızca bir kavmin – İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un – Tanrısı’ydı: Bir Tanrı ki, yalnızca Yahudiler’le antlaşma yapmış; yalnızca bu kavme kendini göstermiştir. İlişkinin bu özelliği Müslümanlık’ta bir kenara bırakılmıştır. Bu tinsel evrensellikte, kavramanın bu sınırsız ve belirsiz arılığında ve yalınlığında, beşer kişiliğin, bu evrensellik ve yalınlığı gerçekleştirmekten başka bir ereği yoktur. Allah’ta Yahudiler’in Tanrısı’ndaki denli olumlu, sınırlı bir erek yoktur. Bir’e tapınma, Müslümanlık’ta tek ve son erektir, ve öznelliğin tek etkinlik uğraşısı, bu tapınma, bunun yanında bir’e dünyevî varoluşu itaat ettirme biçimidir. Gerçekte bu Bir’de Tin’in niteliği vardır; gene de öznellik nesne içinde yutulmaya zorunlu olduğundan, bu Bir her türlü somut eylemden yoksundur; bu nedenle öznellik kendi açısından tinsel olarak özgürleşemez, öte yandan özgünün öznesi somut değildir. Ancak Müslümanlık bir Hintli ya da Keşiş gibi kendini bütünüyle Saltık’a bırakmak değildir. Burada öznellik canlı ve sınırsızdır – dünyevî yaşama bütünüyle olumsuz bir amaçla giren ve yalnızca Bir’e arı bağlılığı gerçekleştirecek biçimde dünyayla ilgilenen bir enerjidir. Müslümanlık’ta tapınma bütünüyle ussaldır; Allah’ın herhangi bir imgesine, temsiline izin verilmez. Muhammed bir Peygamberdir, ancak aynı zamanda beşerdir de – insana özgü güçsüzlüklerin üstüne yükseltilmemiştir. Müslümanlığın önde gelen özelliklerinden biri de şudur: Gerçek varoluşta hiçbir şey sabit değildir, her şey dünyanın sınırsız genişliğinde etkinlik ve yaşam açısından büyümeye yazgılıdır; böylece Bir’e tapınma, bütünün Bir olabilmesini sağlayan tek bağ olarak kalır. Bu büyümede, bu etkin enerjide, bütün sınırlar, bütün ulusal ve bireysel ayrıntılar kalkar; hiçbir belirli ırk, doğum veya mülkiyete ilişkin siyasî hak gözetilmez – yalnızca bir inanan olarak beşer vardır. Bir’e tapmak, ona inanmak, oruç tutmak – bedensel sınırlamalardan ötürü ortaya çıkan özsellik duygusunu ve bunun sonucu olan Sonsuz’dan uzaklaşmayı yok etmek – ve zekât vermek – başka bir deyişle, belirli özel mülkiyetten kurtulmak – başlıca Müslümanlık ilkeleridir; ancak en büyük erdem İnanç uğrunda ölmektir. Bu uğurda savaşta ölen kişiye Cennet vadedilir.

Müslümanlık Araplar arasından çıkmıştır. Burada Tin en yalın biçimiyle vardır ve Biçimsizlik duygusu kendine özgü bir yere sahiptir; çünkü bu çöllerde hiçbir şey sabit ve tutarlı bir biçime sokulamaz. Muhammed’in Mekke’den 622 yılında hicret etmesi Müslümanlık çağının başlangıcıdır. Muhammed’in yaşamı boyunca ve kendi liderliğinde, ancak özellikle ölümünden sonra haleflerinin rehberliğinde, Araplar onun düşüncelerini izleyerek büyük bir alana yayılma başarısını göstermişlerdir. Önce 634 yılında Suriye’ye girmişler ve buranın başkenti Şam’ı fethetmişlerdir. Daha sonra Fırat ve Dicle’yi geçip silâhlarını kendilerine kısa sürede boyun eğen Persler’e yöneltmişlerdir. Araplar, Batı’da Mısır, Kuzey Afrika ve İspanya’yı fethettikten sonra Güney Fransa’da Luvr yakınlarına ulaşmışlar, ancak Tours yakınlarında, İ.S. 732’de Charles Martel tarafından yenilgiye uğratılmışlardır. Araplar’ın bu fetihlerle Batıda hakimiyeti artmıştır. Doğuda ise, yukarıda söz edildiği gibi Persler’i yenmişler, Semerkant ve Küçük Asya’nın Güneybatı bölümünü almışlardır. Bu fetihler, aynı zamanda dinlerinin yayılması, inanılmaz ölçüde kısa bir süre içinde gerçekleşmiştir. İslâmiyete dönen bir kişi bütün Müslümanlarla aynı haklara sahip oluyordu. İlk dönemlerde İslâmiyeti reddedenler ise katledilmiştir. Ancak, sonraları Araplar fethettikleri yerlerin insanlarına daha yumuşak davranmaya başlamışlardır; buna göre İslâmiyete dönmek istemeyenler yalnızca kişi başına yıllık vergi ödemeye zorunlu tutulmuştur. Kendiliğinden teslim olan şehirler sahip oldukları varlığın onda birini vermek zorunda kalırken, işgal edilmesi gereken şehirlerden beşte bir vergi alınmıştır.

Soyutlama Müslümanların akıllarına hükmetmişti. Amaçları soyut bir tapınma gerçekleştirmekti ve bunu başarmak için büyük bir tutkuyla (iştiyak) çabalıyorlardı. Bu tutkunun adı Fanatizm’di; başka bir deyişle soyut bir şey – var olan düzene karşı olumsuz bir konumda olan soyut bir düşünceye – duyulan tutku. Somut olanla yalnızca yıkıcı bir bağıntı kurmak fanatizmin temel özelliğidir; ancak Müslümanlık’ta aynı zamanda en büyük yüceliğe ulaşmak özdür – önemsiz ilgi alanlarından kurtulmuş, yüce gönüllülük ve cesaret gibi erdemlerle bir olmuş bir yücelik. Robespierre’in “la liberté et la terreur” (özgürlük ve şiddet) ilkesi gibi burada da “la religion et la terreur” (din ve şiddet) ilkesi geçerliydi. Ancak ne var ki, gerçek hayat somuttur ve bir takım özel amaçlar gerektirir; fetihler hükümranlık ve servetle, ayrıcalıklı kişilerin bir hanedan ailesi oluşturmasıyla ve bireylerin birleşmesiyle sonuçlanır. Ancak bütün bunlar rastlantısaldır ve her an yok olabilir; bugün vardır, yarın yoktur. Müslüman kişi, sahip olduğu tüm tutkulu ilgiyle bu toplumsal yapıya bütünüyle kayıtsızdır ve kaderin dur durak bilmeyen çevriminde koşturur. Müslümanlık yayıldığı sırada birçok krallık ve hanedanlık kurulmuştur. Bu engin denizde sürekli bir ileri doğru hareket vardır; hiçbir şey olduğu yerde kalmaz. Biçime bürünen herhangi bir şey sürekli şeffafken o anda kayıp gider. O zamanki hanedanlıklar organik bir süreklilik bağından yoksundu: Bu nedenle krallıklar bozuluyor; krallıkları kuran kişilerse ortadan kayboluyordu, ancak, soylu bir kişi – denizde kabaran bir dalga gibi – öne çıktığında, sanki kendisinden önce daha soylu, daha cömert, daha cesur, daha sadık biri çıkmamış gibi kendini son derece büyük bir özgürlükle ispat eder. Bireyin sahip olduğu özel belirli amaç, bu kişi tarafından bütünüyle – bütün ruhuyla – alınır. Avrupalılar birçok ilişki ve biçimle, ya da bunların “yığın”ıyla ilgilenirken, Müslümanlıkta birey tek tutkudur ve yalnızca budur; en üst derecede zalim, kurnaz, cesur ve cömerttir. Sevginin olduğu yerde, aynı ölçüde kendini kaptırmak da vardır – en tutkulu aşk. Kölesini seven hükümdar, tüm ihtişamını, gücünü ve şerefini ayaklar altına alarak – asasını ve tahtını unutarak – sevgi nesnesini yüceltir; ama öte yandan onu hiç düşünmeden kurban edebilir. Bu pervasız tutku kendini Arap ve Saracen(***) şiirinin ışıldayan sıcaklığında da gösterir. Bu ışıltı, hayal gücünün her türlü engelden tam bağımsızlığı – amacının ve bunun uyandırdığı duygunun yaşamına çekilmesidir – ki böylece bencillik ve kendini beğenmişlik bütünüyle yok edilir.

Tutku, bundan daha büyük işler gerçekleştirmemiştir. Kişiler, soylu ve yüce birçok şeye çeşitli biçimlerde tutku duyabilirler. Bir halkın bağımsızlık tutkusunun da belirli bir amacı vardır. Ancak soyut ve bu nedenle tümüyle anlaşılabilir – hiçbir şeyle sınırlandırılmayan, sınırlarını hiçbir yerde bulmayan ve bunun ötesindeki her şeye bütünüyle kayıtsız – tutku, Müslüman Doğu’da görülebilir.

Araplar’ın sanat ve bilimde en ileri düzeye ulaşmaları da Arap işgallerinin hızıyla orantılıdır. Başlangıçta hükümdarların sanat ve bilimle ilgili her şeyi yok ettiklerini görüyoruz. Ömer’in, İskenderiye kütüphanesinin yıkılmasına neden olduğu söylenir. “Bu kitaplarda,” demiştir Ömer, “ya Kuran’da olanlar var ya da başka şeyler: Her iki durumda da gereksizler.” Ancak, bundan kısa süre sonra Araplar sanatı geliştirmek ve her yere yaymak konusunda gayret göstermeye başladılar. İmparatorluklarının ünü Halife El-Mansur ve Halife Harun El-Reşid döneminde doruk noktasına ulaştı. İmparatorluğun her yanında büyük şehirler kuruldu, buralarda ticaret ve imalat gelişti, görkemli saraylar yapıldı ve okullar açıldı. İmparatorluğun okumuş adamları Halife’nin sarayında toplanırlardı, bu saray yalnızca en pahalı mücevherler, mobilyalar ve salonların ihtişamıyla parlamakla kalmaz, aynı zamanda şiir ve tüm bilimlerin ünüyle tanınırdı.

Başlangıçta Halifeler çöl Araplarının özelliklerini yansıtan (Halife Ebubekir bu açıdan son derece ünlüdür) ve hiçbir konum ve kültür ayrımı belli etmeyen yalınlık ve sadeliği sürdürüyorlardı, en sıradan Saracen, en önemsiz yaşlı kadın bile Halifeye çevresindekiler gibi yaklaşabilirdi. Yansımasız doğallığın kültüre gereksinimi yoktur; kendi Tini’nin özgürlüğünden dolayı herkes hükümdarla eşit düzeyli ilişki içindedir.

Halifelerin büyük imparatorluğu uzun sürmedi: Çünkü Evrenselliğin temsil ettiği temele göre hiçbir şey sabit değildir. Büyük Arap imparatorluğu hemen hemen Frenkleriyle aynı zamanlarda çökmüştür: Tahtlar, esirler ve yeni işgalci güruhlar – Selçuklular ve Moğollar – tarafından yıkılmış, yeni krallıklar kurulmuş, tahta yeni hanedanlar geçmiştir. Sonunda Osman soyu Yeniçeriler arasında sağlam bir merkez oluşturarak köklü bir hükümranlık kurmayı başarmıştır. Fanatizm yatıştığı için insanların ruhlarında hiçbir ahlâkî ilke kalmamıştır. Saracen’lerle mücadelede, Avrupalılara özgü yiğitlik, adil ve soylu bir şövalyeliğe yüceltilmiştir. Bilim ve bilgi, özellikle felsefe, Batı’ya Araplar’dan gelmiştir. Doğu’da Almanlar arasında soylu bir şiir ve özgür imgelem gücü gelişmiştir – bu gerçek, Goethe’nin dikkatini Doğu’ya çekmiş, samimiyeti ve imgelem gücü açısından benzeri bulunmayan “Divan”ında bir dizi lirik inci oluşturmasını sağlamıştır. Ancak Doğu’nun kendisi, tutku derece derece azaldıkça en büyük günaha batmıştır. En iğrenç tutkular egemen olmuş; cinsel zevk, Müslüman doktrininin ilk şekli tarafından yasaklanmış olduğu ve müminlere Cennet’te sunulacak bir armağan olarak gösterildiği için, fanatizmin yerini almıştır. Günümüzde Asya ve Afrika’ya gerileyen ve Hıristiyan Güçlerinin kıskançlığı nedeniyle Avrupa’nın yalnızca bir köşesinde var olmasına hoşgörüyle bakılan İslâmiyet, tarih sahnesinden büyük ölçüde silinmiş ve Doğu’nun huzurlu ve güvenli ortamına çekilmiştir.


(*) Hegel, G.W.F., The Philosophy of History, Dover Publication Inc., New York, ss. 355 – 360. Metnin başlığı olan “Mohammetanism” sözcüğünün Türkçe’de yerleşik bir karşılığı olmadığı için çevirimde “Müslümanlık” başlığını kullanmayı uygun buldum.

(**) Çeviri sürecinde metnini anlamsal yapısı bazı felsefî terimlerin karşılıkları ve kavramlar konusundaki yardımlarından ötürü sevgili Kaan DEMİRDÖVEN’e teşekkür ederim.

(***) Saracen: Haçlı Seferleri zamanında Müslüman veya Arap kimse (ç.n.).

Nurgül Demirdöven
+ Son Yazılar