“Konfüçyüs’e sordular:
– Bir memleketi yönetmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?
Büyük filozof şöyle yanıt verdi:
– Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlardım.
Ve dinleyenlerin hayret dolu bakışları karşısında sözlerine devam etti:
– Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken ödevler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılamazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunlar içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
Çerçevesini daracık çizdiğimiz dünyalarda yaşıyoruz, sınırlı dünyalarda. Görüşümüz sınırlı, hareketlerimiz sınırlı, dilimiz sınırlı. Derdimi anlatacak kadar sözcük bilsem yeter diyoruz, oysa çoğu zaman derdimizi bile anlatamıyoruz. Bu sınırlı alan içinde sözcükleri birbirlerinin yerine kullanmaya öylesine alıştırmışız ki kendimizi, artık aralarındaki ayrımı da göremez olmuşuz. Sonunda da konuşamaz, yazamaz duruma gelmişiz.
Kuşkusuz çok sözcük bilmek de düşünceyi aktarmak için bir çözüm değildir. Yerli yerinde kullanmadıktan sonra iki katı fazla sözcük bilseniz hiçbir işe yaramaz. Aynı biçimde, anlaşılması çok kolay bir konuyu dolambaçlı yollardan, yabancı sözcüklerle süsleyerek ve bu arada özü kaçırarak anlatmaya kalkarsanız, halka ulaşmayı ister gibi görünüp, kimse söylediklerini anlamayınca çok şey bildiğini sanan ve mutlulukla bıyık altından gülen sahte aydınlara dönersiniz. Oysa insan ilişkileriyle vardır ve kullandığımız dil başkalarıyla ilişkilerimizdeki temel taştır. Düşüncenizi açıklayamadığınız, kendinizi ifade edemediğiniz bir durumda ilişki kurulması mümkün olabilir mi?
Konfüçyüs’ün yukarıda dediği gibi, dilin kusurlu olması nedeniyle düşünce iyi anlatılamazsa, toplumu oluşturan bireyler kendi üstlerine düşen sorumlulukları yerine getiremez. Sorumlulukların yerine getirilememesi ise, kaçınılmaz olarak adaletin yoldan çıkmasına kadar vararak, bir karmaşa ortamının oluşmasına neden olabilir. İki kişi arasındaki en yalın ilişkiden toplumdaki en karmaşık ilişki düzeyine kadar geçerlidir bu. Gerçekten de, bilinçsizce yapılan konuşmaların, yazılan yazıların verilmek istenen ana düşüncenin anlaşılmasını engelleyip, tam tersi bir etki yarattığına hepimiz zaman zaman tanık olmadık mı? Ama o zaman “Dilim seni dilim dilim dileyim, başıma ne geldiyse senden bileyim,” deyip unutuveriyoruz olanları.
Dil sürekli devinim halindedir, değişir. Yalnızca aynı toplum içinde yaşayan insanlar değiştirmez dili. Bugünün birbiriyle her alanda ilişki kurmayı amaçlayan dünya toplumları, yaşam tarzlarıyla, düşünme biçimleriyle, dilleriyle etkiler birbirini. Bu etkileşimin olumlu birçok yanı olsa da, yabancı dilin anadile soktuğu çeşitlemelerin kimi zaman dili olumsuz biçimde etkilediği açıktır. Bu anlamda en iyi örneklerden biri olan Türkçe, özellikle Batı dillerinden ödünç aldığı, içi okunamayan yabancı sözcüklere bilinçsizce kucak açması bir yana, ister kitap, isterse film çevirileri yoluyla, dilin yapısına bütünüyle ters sözcüklerin, kalıpların istilasına uğramıştır. Artık yanlışlıkla birinin ayağına bastığımızda özür dilemek yerine, “Üzgünüm,” diyoruz. “Üzgünüm” İngilizce’deki “I’m sorry”nin sözcüğü sözcüğüne karşılığı, ama onlar bu sözü özür dilemek için kullanıyorlar, üzüldüklerini göstermek için değil. Ya da bir topluluk içine -neyse ki şimdilik yalnızca yakın arkadaşlar arasına- girdiğimizde, kırk yıllık “Merhaba” yerine “Selam” der olduk. Dublajlı filmlerde konuşan kişinin ağız kıpırtılarına uyması için biraz da yuvarlanarak söylenen bu sözcük, bir parça da kulağımıza “Selam’ün-aleyküm” gibi tanıdık bir sözün Türkçe’ye uygun kısaltılmışı olarak geldiğinden olsa gerek, dilimize iyiden iyiye yerleşti artık. Öyle ki, yadırgamak bir yana sık sık ağzımızdan çıkıverdiğine tanık oluyoruz. Bazı durumlarda ise Türkçe’nin tüm olanaklarını zorlayarak, belirli konulara olumsuz anlamlar yüklüyoruz; “Saçmalama” yerine “Felsefe yapma” denilmesini nasıl açıklayabilirsiniz ki?
Elbette bu söylediklerimiz gündelik dil düzeyi için geçerli. Sinemada film seyrederken ya da vapurda kitap okurken bu örneklerin dikkatimizi çekmemesi son derece olağan, çünkü o anda dilden çok konuyla ilgilenmekte oluyoruz, bütünden bir anlam çıkarmaya çalışıyoruz. İki arkadaş arasında geçen bir konuşma sırasında da, söyleyeceğimizi en kısa yoldan söyleyerek, sözcüklerin anlamına pek de dikkat etmeden, birini ötekinin yerine kullanarak konuşmaktan kaçınmıyoruz. Demek ki duyduğumuz ya da ağzımızdan çıkan her sözcüğün farkında değiliz, başka bir deyişle sözcükleri bilinçli seçmiyoruz.
Öyleyse farkındalık kazanmanın bir yolunu bulmak gerekir. Okuduğumuz bir metni gerçekten anlıyor muyuz? Bütünüyle anlıyor muyuz? Hocalarımdan biri, “Yabancı dilde yazılmış bir metni anlamanın en iyi yolu onu çevirmektir,” demişti. Gerçekten de her sözcüğe ayrı ayrı önem vermek durumunda olduğunuzda, metinle çok farklı bir düzeyde ilişkide olduğunuzu fark edebilirsiniz. Ancak çeviri yapmaya, metni bir macera romanı okuyormuş gibi değil de, didik didik ederek, tüm kavramları yerine oturtmayı deneyerek okumayı, daha doğrusu metin üzerinde derinlikli bir çalışma yapmayı da ekleyebiliriz pekâlâ. Bir metni bir dilden başka bir dile geçirmek, çevirmek ya da deyim yerindeyse söküp yeniden örmek, o metni parçalara ayırmayı, yalnızca satırları değil, satır aralarını da okumayı, kavramları yerli yerinde kullanmayı gerektiriyor. Bu süreçte, dilinizden düşmeyen bazı sözcükleri ne kadar bilinçsiz ve yanlış kullandığınızı, kullandığınız dil hakkında çok şey bildiğinizi sanıp, aslında pek de bir şey bilmediğinizi görebiliyorsunuz. Elbette bu noktada karamsarlığa düşüp elinizdekileri fırlatmanız gereksiz. Dili doğru kullanmanın ne denli önemli olduğunu gördüğünüzde artık dikkat başlıyor ve her yeni metne yeni bir gözle bakmayı ilke ediniyorsunuz.
Çok sayıda kitap çevirisiyle beslenen yayımcılık alanı, dilin doğru biçimde kullanıldığı çevirilere muhtaç. Yazarların, çevirmenlerin, yazıyla uğraşanların dil konusuna son derece duyarlı yaklaşmaları gerekiyor. Ancak yalnızca bu kişilerin duyarlı olmaları da yeterli değil. Birbirimizle doğru iletişim kurabilmek, doğru konuşmayı ve yazmayı, anlayarak okumayı, okuduğumuz metinlerin, özellikle de felsefe, psikoloji, mantık gibi düşünsel metinlerin dili açısından kavramsal çalışmalar yapmayı zorunlu kılıyor kanımca. Okul yılları boyunca “edim” ve “eylem” sözcüklerinin birbirinin yerine kullanılabileceğini sanmış yeniyetme bir çevirmen olarak, bu iki sözcüğün anlamını kesin çizgilerle belirleyen ‘farkındalık’ kavramını bir türlü içselleştiremediğimize inanıyorum. Öyleyse bu, birkaç kişinin değil, hepimizin, bütün insanların sorunu. Birkaç kişiyle bu iş olur mu demeyin, burada yaptıklarının, söylediklerinin farkına varmaya çalışan birkaç kişi olmasının, dünyanın öbür ucundaki birkaç kişiyi harekete geçirmeyeceğini nereden bilebiliriz?