Hermetik öğretinin Tanrısı şöyle seslenir: “…Evi ve içerdiklerini, sana göstereceğim örneğe göre tıpatıp uygun yap… Her şeyi sana dağda gösterilen örneğe göre yapmaya dikkat et.”
Tanrı mabedin mimarisini gösterdiğinde girişinde, iki sütun bulunuyordu. Hz. Musa’nın mişkanında da Hz.Süleyman’ın beyt el makdesinde de bu böyledir. İki sütun arasından geçilmeden mabedin diğer bölümlerine erişilemez. Bu sütunların ne olduklarına dair çok çeşitli yorum ve açıklamalar mevcuttur.
Süleyman mabedinin inşası üzerinden geçen iki bin beş yüz yılı aşan bir süre sonra, psikenin bilimin konusu olmasını sağlayan Freud, bu iki sütunun “vahşet ve şehvet” sütunları olduğunu söyleyecektir. Günlük dilde “İçgüdüler” dediğimiz, ya da ilmi nefs de denilen psikolojinin “id” diye tanımladığı bu iki sütun kısaca “Hayatta kalma tepisi” ve “Üreme tepisi” olarak açıklanabilir. Aslında her ikisinin de hizmet ettiği amaç temelde aynıdır, “Ölümsüzlük”.
Mabedin Tanrısal örneklemesi açısından bakıldığında Carl Gustav Jung, Freud’un anlattıklarını mabedin görünüşe sunulan diğer unsurlarını da içerecek şekilde “arketipler” paradigması ile ortaya koymaktadır. Ölüm kaygısı ilişkisinde “ilk günah” kalıtsallığına dikkat çeken ise Søren Kierkegaarddır. Ve mesellerinde Hz. Süleyman sözlerine şöyle devam eder: “Hikmetin başlangıcı Rabb korkusudur.” Aslında burada konu edilen temel korkunun Hikmetin başlangıcı olması nedeniyle hiç de faydasız olduğunu söyleyemeyiz.
Bu antropolojik anlatım eminim kimseye yabancı gelmeyecektir: İlk insanlar da bugün olduğu gibi; fırtınalar, yıldırımlar, aşırı yağmurlar, sel baskınları, depremler ve volkan püskürmeleri gibi doğa olayları karşısında hayatlarının tehlikeye düştüğünü görerek korku duydular. Bu olayların bitiminde ise gerek nedenlerini bilip anlamlandırmak, gerek bir daha olmalarından duydukları endişeler ve gelecekte hayatta kalabilme kaygılarıyla doğaya ait mitosları-söylenceleri yarattılar.
Tabii ki bu anlatım gayet gerçekçi ve geçerlidir. Şimdiye ait olan, gerçeklikteki şartlar altında yani kaynağı görünen etkenlerle varoluşun tehdit altında olması “endişe veya korku” olarak tanımlanırsa, “kaygı” geleceğe ait duyulan, şartları oluşmamış etki-neden’siz (cause effect’siz) endişedir.
Kaygı, sonuç-neden yani “cause finale” kaynaklıdır. Endişe daha çok özgül ve mevcud şartlara bağlı iken kaygı varoluşsal ve eskatolojikdir. Bununla beraber bazı yerlerde kaygının nedensiz olduğunun söylenmesi bir nevrotik durumla karıştırmanın sonucudur. Dolayısıyla, korku doğuran endişeyi oluşturan somut şartlar ortadan kalkarsa korkudan kurtulunur, ancak şartlara bağlı olmayan uyaranlar vesilesiyle geleceğe atfedilmiş olan kaygıdan kurtulmak aynı yollardan mümkün değildir. Çünkü gizil olan sebep, hakikat olduğundan evrenseldir ve her bir mertebede olduğu gibi, insan organizmasının da içsel olan temel amacındadır. Ve bu içsel yani ilkesel amaç’a, gerçeklikte hiçbir uyaran olmasa da organizmanın dengesinin sağlanması ve canlılığının idame ettirilmesi için bir otokontrol olarak, sürekli negatif geri besleme yapılır. Dolayısıyla ortada gözlenebilir, duyumsanabilir bir uyaran yoktur ve bu durum nedensiz kaygılarla yani nevrotik kaygılarla çoğu zaman karıştırılmaktadır.
Her ne kadar psikiyatrlar kaygı durumlarının hepsini kimyasallar kullanarak hafifletmeye çalışabilirlerse de temelden kaynaklanan özsel etkilerini tamamen ortadan kaldırmak imkânsızdır.
Gelecek; insanlar için özgürlük alanı olarak sonsuz seçenekler şeklinde açımlandığından, tarih boyunca hep gizemlerle dolu olmuştur. Birçok antropolog bu durum karşısındaki insan tavırlarını anlaşılmaz bulmuşlar; “Nedense tüm insanlar bir gelecek kaygısı taşımış ve geleceklerine dair değişik düşünceler üretmişlerdir.” şeklinde ifade etmişlerdir.
Psikologlar; normal düzeydeki bir endişe kişi için faydalıdır da derler, çünkü bu durum kişide, istek duyma, karar alma, motive olma, alınan kararları gerçekleştirebilme yani performansa dökmeye yol açar. Filozoflar arasında ise özellikle Heidegger’in felsefî soruşturmasının hareket noktası, eş deyişle sorunsalı, bir yaşantı olan “Kaygı”dır. Heidegger’e göre dünyaya ilişkin ilk kavrayış ve anlayışımız duyduğumuz kaygıyı ve onunla bağlantılı olan duygu durumlarını yansıtmaktadır.
Bu noktada Heidegger düşüncesinin merkezine psikenin kübernesi olan “kaygı” kavramını alır; çünkü kaygı, (existentials) varoluşsal denilen Dasein’ın (insan varoluşunun) varlık tarzının (anlam arayışı) niteliklerinin hepsini kapsayan, birbirine bağlayan ve bunlar arasında en önemli olanıdır. Bunun aksi olarak kaygı, nevrotik temelli olarak belli bir seviyeden yüksekse, yetiler verimli bir şekilde kullanılamaz, dikkat ve konsantrasyon sağlanamaz ve performans yine doğru bir şekilde ortaya konamaz. Tüm mevcut koşullardan bağımsız korkuların arasında temel olan ve nedeni aranmayan ya da nedeni tartışılmayan aksiyomatik kaygı “ölüm korkusu” olarak literatürde (basic anxiety) yerini almıştır.
Antropolog Paul Radin’e göre ise; insanlar yaşamın sadece doğa koşullarına bağlı olarak değil, kültürel zorluklar karşısında da bir kaygı duyarlar. Toplumdan dışlanma, kabul görmeme, sürgün edilme ya da geleneksel ifadesiyle “Afaroz-yol düşkünü” edilmek gibi kaygılar da “Ölüm korkusu” ile eş tutulmaktadır. Ve gene Radin der ki: Bu kaygı, dönemin “ekonomik ve erke anlamında” egemenleri tarafından kullanıldığı için körüklenir. Bu kışkırtma genellikle yeni tasarımlarıyla mitoslar kullanılmak suretiyle yapılır.
Mitos dönemi kapandığını söyleyenler bunu ya bir maksada hizmet için söylerler ya da en azından, bilim kurguyu göremeyecek kadar kördürler. Maneviyattaki kurtuluş ise; iman temelli bir ümitte gösterilmektedir. Semîtik anlatımda salvatore, “Nuh’un teknesi” olmakla beraber niceliksel bağlamda bir avuç seçilmişin kurtuluşunu anlatmaktadır. Ve her tufan mitosunda olduğu gibi tekne hep insan eliyle yapılmaktadır. Anadolu Alevîliğinin söyleminde Güruh-u Nâcî derken; (Her ne kadar Bektâşîlikte bu tekneye talip olan herkes nasip verilerek alınıyorsa da) genetik mirasa bağlı seçkin bir azınlığı işaret etmektedir.
Şânı yüce Kur’an’da, hiçbir ayırım yapılmaksızın Yahudi, Hıristiyan ve hatta Sabiîleri de içine alarak “Onlar kaygılanmazlar…” âyeti ile anlatılanların, iman teknesine binmiş sarsılmaz bir ümit ile bezenmiş insanlar oldukları söylenir. Ümidin yitirilmesi ile imanın ortadan kalkması ve kaygının varlığı birlikte değerlendirilir.
Yuhanna İncili’nde ise Îsâ şöyle der: “Dünya’da kaygınız vardır, ama tasalanmayın, çünkü ben Dünya’yı (kaygıyı yendim) aştım.”[1] İlk sözcükler şöyleydi; “Dünya’da kaygınız vardır.” Görülebileceği üzere dünyadaki varoluşumuz ile kaygının (basic anxiety) ilişkisi Îsâ için mâneviyatın başlangıcı ve temeli olmaktadır. Ve kendisi bu dünyayı aştığını, kaygıyı yendiğini söylemektedir…
Bunun ne demek olduğu bir kenarda durmakla beraber Yakub’un Rabb ile yaptığı galibi olmayan güreşin nasıl yorumlanabileceği de bu bağlamda bir kez düşünülmelidir. Yakub’un yenişemediği Rabb da kendi temel kaygısından başkası olmasa gerek. İstinasız bütün irfanî ve gnostik öğreti yolları farklılıklar gösterseler bile amaçları hakikati bilmektir. Hakikat ancak sonun bilgisi ve ahiret tasavvuru ile kavranabilir. İnsan konumu gereği ahiret varlığıdır ve gelecekte yaşar.
Gerçek’ten ve Hakikat’ten farklı olarak “Gerçeklik” diye işaret ettiğimiz duyularla şahit olunan “alametler düzeyi” (ya da âlemi) fânî, geçici yani değişken olması dolayısıyla zihne dayalı olup, gelecek ile ilgili güven vermez.
Görülen, duyulan, koklanan, tadılan ve dokunulan bu âlem, duyusal zihne göre; her an belirsizce değişmektedir. Ve duyusal zihin (Verstand); biraz sonrada “Yani insanın bulunduğu yerde” ne olacağına dair haklı bir (vehm) endişe duymaktadır.
Tabula rasa’nın duyuların sentezinden edindiği algılarla kendi içinde çok kaygan bir zemin haline gelmeye başlaması, ilk akıl denilen postulat ve aksiyomlara rağmen, sadece ussal açıdan değil psike açısından da ciddi travmalara yol açmıştır. Us bu bunaltıdan kendi üzerine dönerek kurtuluş aramaya adım atar. Burada “us” derken söylenmek istenen “Gâyî akıl” (Vernunft) ya da tümellere bağlı olarak hayata anlam verebilen (fehm edebilen) akıldır.
Psikoloji literatüründe, “anksiyete” olarak geçen “kaygı” durumlarının belli başlıklar altında analiz edilerek sıralandığı görülecektir. Günümüz yetişkini doğmuş olduğunu ve yaşamının bir gün sona ereceğini bilir. Ölümün kaçınılmazlığı yalnızlık çağrışımları yaratır ve işte bu bunaltı, insanı anlamlı bir biçimde yaşayıp yaşamadığı konusunda da kaygılandırır. Detaylara girmeksizin temel kaygı durumlarını literatürdeki sıralanışı ile üç ana başlık altında toplayabiliriz: Ölüm kaygısı, yalnızlık kaygısı ve anlamsızlık kaygısı…
İçtepilerimiz de kaygılarımız gibi; söylediğimiz gerçeklikte, dış tehditlere karşı, organizmanın hayatta kalabilmesi için, ‘savaş’ ya da ‘sıvış’ tepkisi vermemizi sağlar. Heidegger kaygı deneyimi esnasındaki davranışları yukarıdaki ifadeye paralel şekilde iki ana kola ayırır.
Bunlardan birisi, “sıvış” modeline uygun olarak, kaygının yarattığı huzursuzluk ve belirsizlik hissi ve bunu engellemek için alışık olduğumuz günlük işlere bir kaçış ve işkoliklik şeklinde beliren normal tepkidir. Çok ender görülen diğer “savaş” modelinde ise, varlık ve anlam yitimi yoğun, yıkıcı ve bilincinde olunan bir hal diye tanımlanan kaygı şeklidir. Bu kaygı durumu şimdiki dünya ve kendimiz hakkındaki çıplak gerçeği, bütün alışıldık dünyadaki varolanları algılama tarzlarımızı söküp atarak sonunda dünyevi endişeler ve önyargılardan arınmamızı ve felsefî düşünceye yaklaşmamızı sağlar.
Sıvışarak, günlük hayatımıza döner ve yaşamımızı alışkanlıklarımıza bağlı olarak sürdürebiliriz, eğer savaşırsak canımız pahasına zafer kazanıp “kahraman” olabiliriz. Heidegger kendisi de yaşadığı bu tecrübeyi filozof olmak için kesinlikle gerekli gördüğünü söyler. Kierkegaard ise; özgürlüğe giden yolun olmazsa olmaz şartı olarak kaygı’yı yerleştirmiştir. Kaygı konusundaki bu kısa dokunuşumuzu Sokrates’in öğrencilerine yaptığı bir tavsiyeyle sonlandıralım.
Sokrates şöyle der: “Çocuklar muhakkak evlenin, eşiniz iyi çıkarsa mutlu olursunuz, kötü çıkarsa filozof…”
Kaygılarınızı muhakkak duyumsayınız, eğer duyumsadığınız kaygılarınızdan kaçarsanız size yakıt olurlar ve kaçtığınız alanda çok başarılı olursunuz, yok eğer kaçmaz da savaşırsanız, yenemeseniz bile, kaygısız, özgür bir hakikatsever…
Dipnotlar:
[1] İncil, Yuhanna 16:33