Kaygı; doğada yalnızca insana hastır. Çünkü insan ne diğer canlılar gibi kendi ile özdeştir ne de kendine verili olarak dünyaya gelmiştir. Onun her şey olma potansiyeline sahip olarak doğuşu ve onca olasılık içinden seçtikleri ile kendini var edecek oluşu, insanı yükümlülük altına sokar. Kaygı duyuşunun altında da bu sorumluluk duygusu yatar. Bir bilinç varlığı olduğu için bebeklik evresinden itibaren duyuları ve zihni ile dış dünyaya açılmaya başlayan insan zamanla kendi özbilincine yabancılaşarak, nesnelere yakınlaşmaya, onları tanımaya ve tanımlamaya başlar. Ve insan ancak nesneler üzerinden kendine dönerek, kendini inşa etme olanağını yakalar. Fakat kendimizi inşa ederek istediğimiz kişi olabilmenin yolunun yalnızca kendi istencimize ve edimlerimize bağlı olduğunu fark etmemiz, iç sıkıntısını da beraberinde getirir. Bu bir nev’i özgürlüğümüzün bedelidir.
Eğer inşa ettiğimiz varlığımız, ideal insan formundan uzak ise bu kendimizi gerçekleştiremediğimiz anlamına gelir. İnsan formundan uzak olan hayvani bir varoluş, içimizdeki değerlerin ölmesi demektir. Zaten özvarlığımızdan gelen ve temel anksiyete (basic anxiety) olarak isimlendirilen ölüm korkusunu deneyimlememiz de bu yüzdendir. Anlam veremediğimiz endişe duyuşlarımız ve kaygılarımız, iç sıkıntılarımız ve öleceğimiz sanısı, içimizdeki insanlık nüvesinin kendini açımlayamayışından kaynaklandığı için bütün bunlar bir nev’i kendini gerçekleştirmesi için insanı motive eden dürtüler mesabesindedir. Onun için bu dürtüler gelecek kaygımızı ortadan kaldıracak birikimler elde etmekle, tehlikelerden uzak güvenli bir yaşam sürmekle, iyi bir mevkide bulunmak ve mutlu bir aile kurmak ile ya da kısaca her şeyin yolunda gitmesi sayesinde giderilecek dürtüler değillerdir. Fakat yine de insanın içsel ihtiyaçlarını kendine dışsal olanla doyurmaya çalışması kültürü üretmesi ile sonuçlandığı için önemli bir kazanımdır.
Çünkü insan sırf ölüm korkusundan dolayı yaşamın sürekliliğini sağlamak istemiş ve doğayı kendi ihtiyaçlarına göre dönüştürürken aslında kendini de tensel bir varlıktan tinsel bir varlık haline getirmiştir. İnsanın kültüre ve uygarlığa olan katkılarını içeren dinler, inançlar, bilim, sanat, felsefe ve benzeri tüm oluşumlar; gerçekte tinin görünüşe çıktığı personalardır. Başka deyişle tinin tavırlarıdır. Bu tavırlardan yansıyan tin, özbilincin kendisidir. Her ne kadar tin olgular olarak kendini tarihte gerçekleştirse bile tinin membaı insanın özbilinci olduğu için hem kavramların hem de kavramların hayata geçtiği kurumların temeli daima aklın ilkelerine dayanır. Kendi ilkeleri ile doğadan yani içgüdülerinden arınan akıl, tinin ve tinden doğan vicdanın kaynağıdır. Diyebiliriz ki vicdan, akılla inşa edilen uygarlık binasının köşe taşıdır. Dolayısıyla vicdansız bir aklın kurduğu uygarlık hangi ilkelere dayanırsa dayansın barbardır. Ve böyle bir dünyada yaşamak zorunda kaldığımızda kaygılanmamız doğaldır. Fakat bu kaygı dış koşullardan kaynaklandığı için sebebi bilincimize açıktır. Dolayısıyla temel anksiyeteden (basic anxiety) farklıdır. Ama yine de bir ortak noktaları vardır. Tıpkı içimizdeki insanlık nüvesinin kendini açımlaması ile son bulan temel anksiyete gibi, o nüvenin kurduğu bir medeniyet ile de dış koşulların yarattığı kaygılar son bulacaktır. Yine tıpkı içimizdeki insanlık nüvesinin kendini açımlayamayışı ile temel anksiyetenin ortaya çıkışı gibi, o nüveden yoksun olan vicdansız bir aklın kurduğu içgüdü uygarlığı da, bize kaygılanmakta ne kadar haklı olduğumuzu ispatlayacaktır. Bugün içinde bulunduğumuz duruma dönecek olursak, kaygılanmak lâzımdır.
Çünkü eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkelerine dayandığı söylenen bir medeniyetin, gerçekte çıkar ilkesi üzerine kurulan ve sömürüden doğan kârı meşrulaştıran kurumlar ile hakka ve adalete hizmet edeceğini beklemek boşunadır. Ne yazık ki; günümüzde acımasız bir kapitalizmin ve pragmatik bir felsefenin eşliğinde birbirinden farklı pek çok yol ile insanların sağlığıyla oynamaktan çekinmeyen, onları fakir düşürmekten, göç ettirmekten ya da öldürmekten imtina etmeyen hatta bütün bu yaptıklarına bir de hukuksal zemin inşa ederek, kendini haksız iken haklı gösteren siyasî erklerin yarattığı yıkımlar kadar, onların bu zulmüne karşı dünyanın duyarsız kalışı da, kaygı verici boyutlara varmıştır.
Ailelerinin, yerlerinin yurtlarının ve geleceklerinin yitip gitmesinin dünyanın gözünde hiçbir değerinin olmadığını gören kişiler, onların da benzer acıları yaşaması adına kendilerini canlı bomba olarak kalabalıkların arasında patlattıklarında, böyle bir terör saldırısından sonra yakınlarını kaybedenlerden hiçbirisinin teröristler ile empati kurmadığını aksine onlara karşı kin ve düşmanlık beslediğini görüyoruz. Çünkü zulme uğradığında mazlum iken bu zulme başka bir zulümle yani terörle karşılık verdiğinde artık kendisi de zâlim biri haline gelenlere merhamet edilemez. Ama şu da bir gerçek ki; devlet tarafından hakları ve canları güvence altına alınamadığı için mağdur olup her şeylerini yitiren bu insanların illegal yollara saparak intikam almak istemelerinin bir sebebi de devletin adaleti sağlayamayışının insanları adavete teşvik etmiş olmasıdır. Günümüzde adaletin tesis edilemeyişi ise sadece az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin değil gelişmiş ülkelerin de başlıca sorunudur. Örneğin Nato Birliği’nin Suriyeli göçmenlere uygulamış olduğu politika, hem Avrupa’nın insan haklarından ne anladığını dünyaya anlatan büyük bir dramdır hem de artık Dünya’da sığınılacak bir yer ve kurum kalmadığının somut bir kanıtıdır.
Oysa Aydınlanma Dönemi ve Modernite bize gelenekten kopmamızı salık vererek; karşılığında din, dil, ırk gibi her türlü ayrımcılığın kalktığı ve herkese birey olma hakkının tanındığı, özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin hüküm sürdüğü barış dolu bir dünya vaat etmişti… Neticede dinlerin ortak vaadi toplumda adaleti, bireyde erdemleri tesis etmek değil miydi? Modernite için bunlar zaten herkeste ortak olan tümel aklın edimleriydi. O halde bugüne dek insanlar arasında ayrımcılığa ve savaşlara sebep olan dinlerin yerine artık aklı referans almak gerekirdi…
Hâlbuki ayrımcılığa ve savaşlara sebep olan dinlerin özü değil onları kendi çıkarlarına göre yorumlayarak tahrif eden dini kurumların; diğer dinler üzerinde kurmak istedikleri hegemonyanın, devlet adamlarının yayılmacı ve işgalci politikalarıyla örtüşmesinden doğan sinerji idi. Nitekim bu sinerjinin yarattığı yıkıcı etkiler hem aklın her türlü dini dogmalardan arındırılmasına hem de dini kurumların aldıkları kararların devlet politikası olarak uygulanmasına son verilmesi demek olan Aydınlanma hareketinin başlamasına sebep oldu. Ve Kant’ın Aydınlanma Dönemi’nin simgesi haline gelen “Sapare aude!”, “Aklını kullanma cesaretini göster!” sözü ile birlikte, insan yaşamını düzenleyen tek otoritenin kendi aklı olması gerektiğinin altı çizilerek bu tutum aynı zamanda özgür birey olmanın da koşulu olarak kabul edildi. Buradan tarihin, insanın özgür bir birey oluşu ile başlaması gerektiği anlayışı doğdu. Böylece geçmişin bütün izlerini silmek adına geleneğin reddedilmesiyle birlikte tarih sıfırdan başlatılmış oldu.
Kanımca böyle bir yargıya varılması Kant’ın ne demek istediğinin tam olarak anlaşılamayışından kaynaklandı. Çünkü Kant’ın “Kategorik imperatif” olarak isimlendirdiği ahlâk anlayışı; geleneğin değerlerini redddetmeyi değil bireyin o değerleri kendi vicdanında bulması gerektiğini salık verir. Kant’ın karşı olduğu, değerlerin bireye kendi aklı dışındaki bir otorite tarafından empoze edilmesi idi. Çünkü kendi dışındaki bir iradeye boyun eğmesi bireyin köleleşmesi demekti. Ama aklını kullanma cesaretini gösterip de, aklın ilkelerinden yola çıkarak değerlerin değerini bildiğinde, onları kendi istenci ile içselleştireceği için bütün edimleri özgürlüğünün bir ifadesi haline gelecekti.
Kant’ın önerileri teorik olarak kabul edilse bile anlaşılması ve pratiğe dökülmesi kolay olmamıştır. Eğer Almanya gerçekten Kant’ın dediği gibi aklını kullanma cesaretini gösterebilse idi, tıpkı Tanrı’nın iradesini temsil ettiğini söyleyen kilisenin akıl dışı dogmalarına boyun eğmeyi reddettiği gibi Hitler’in iradesine boyun eğmeyi de redderek, akıl ve insanlık dışı olan faşizmi desteklemekten vazgeçerdi. Ancak hiç de böyle olmadı ve Aydınlanma’nın gerçekleştiği Almanya, aydınlığın içinde karanlığı yaşadı.
Bu olay bize Aydınlanma’nın gerçekleşmesinin yani aklın kendi sorumluluğunu alarak özgürleşmesinin bir sürece yayılması gerektiğini göstermiştir. Böylece insan; kendi vicdanında bulacağı evrensel değerleri önce mitlerin yarattığı imgeler ile hayalinde, sonra arketipler olarak peygamberlerin karakterlerinde, bizde bıraktığı etkiler ile sanatsal ifadelerde ve bilincin kendini inşa edişi olarak felsefi etkinliklerde bulduğu bir süreçte özgürleştiğinde, tümelin hayrını gözetebilir. Ve savaş teknolojileri geliştirmeyen bir bilim ile herkesin haklarının korunduğu evrensel bir hukuk mümkün hale gelebilir.
Aslında bize bütün bu kapıları açacak olan modernitedir. Çünkü modernite, geleneğin reddedilmesi değil onun sonradan tahrif edilen kısımlarının eleştirilip, özünün yükseltgenmesi demektir. Bu nedenle bir yandan kapitalizmin diğer yandan da postmodernizmin, pozitivizmin ve nihilizmin yoğun eleştirileri altındaki modernite, onların haksız eleştirilerini elemine etmede olduğu gibi onların haklı oldukları noktalarda kendini dönüştürme potansiyeline de sahiptir. Fakat modernitenin temeli olan özgürlük, henüz o aşamaya gelmemiş olan bireylere ya da toplumlara dışarıdan dayatılarak kazandırılacak bir olgu değildir. Bu yüzden modern bir dünya için acele etmek faydadan çok zarar getirmiştir. Çünkü özgürlük; birey ve toplum bilincinin tarihsel süreç içinde geçirmiş olduğu evrimin sonunda oluşur. Henüz o süreci tamamlamamış olan bireyler ve toplumlar dışarıdan müdahale edilerek evriltilseler dahi bunu kendi bilinçlerinde içselleştiremezler. Ve ilk fırsatta bu zoraki evrime devrim ile karşılık vererek kendi doğal bilinçlerine geri dönerler. Darwin’in teorisini sosyal olgulara uygulamaya kalkışmak, evrimin ilkelerini yok saymaktır. Nasıl ki; insan bedeninin maymundan evrildiğini söyleyen bilim, ormana gidip de insana evrilmemiş olan maymunları zorla evriltmeye çalışmıyorsa; sosyal olgularda da, her toplumun kendi karakterine uygun tarihi koşullar içindeki süreçte evrilmesine izin verilerek, o sürece dışardan müdahale edilmemelidir.
Gerçi modernite hiçbir zaman kendini toplumlara dayatmak gibi bir gaye gütmemiştir. Bunun aksini düşünmek, onun özgürlük ilkesini yok saydığı anlamına gelir ki, bu doğru değildir. Ama ne var ki, modernite siyasî erklerin elinde, onların çıkarlarına hizmet edecek şekilde yeniden sistematize edilerek modernizm adı altında bir devlet ideolojisi haline getirilerek, diğer devletleri sömürgeleştirmenin aracı olmuştur. Böylece modern Batı; özgürleşmemiş ve geri kalmış Doğu’ya demokrasiyi getirerek onu evriltmek adına bu ülkelerin liderlerini iç savaşlarla, darbelerle ve terör saldırıları ile iktidardan düşürme yollarına gitmiş sonra da kendi bozduğu düzeni yeniden kurmak maksadıyla o ülkelerdeki isyanları bombalarla bastırmak istemiş, güvenliğin kalıcı olabilmesi için askeri birlikler göndererek o toprakları yıllarca işgal etmiş, sonuç olarak bölgenin bütün doğal kaynaklarını gasp etmiş, böylece hem siyasal açıdan vaat ettiği demokrasiyi yerine getirmiş hem de ekonomik açıdan özgürlüklerini ellerinden alarak onları köleleştirmiştir. Kısacası modernite siyasetin elinde hegemonyanın bir aracı olarak sistemleşerek modernizm haline gelmiştir. Ama aslında günümüzde dünyaya hâkim olan tek “-izm” egoizmdir. Diğerleri onun türevleridir.
Ne var ki; bu durum artık kaygı verici sonuçlar üretmeye başlıyor. Çünkü Kavafis’in beklediği barbarlar geldi… Dünyayı onlar yönetiyor. Ve kendi kâr çarklarının potasında bütün dinleri, felsefeleri, bilimi ve sanatı eritip; hepsine çıkarlarına göre yeniden biçim veriyor. Barışa, özgürlüğe, eşitliğe ve kardeşliğe dair kullandıkları kavramların içerikleri ile onların bu kavramları kullanmaktaki niyetleri birbirleriyle hiç örtüşmüyor. Ve verdikleri demeçler, gün geçtikçe daha kaygı verici boyutlara ulaşıyor. Örneğin, şimdilerde yüksek ses ile dile getirilen Tek Dünya Devleti söylemlerinin altında acaba ne yatıyor diye insan merak ediyor. Bu gerçekten bir barış ve refah özlemi midir? Yoksa barbarların tek bir yönetim altında bütün dünyayı sömürgeleştirmek için düşündükleri bir proje midir?
Eğer öyle ise bu kimi Batılı düşünürlerin insan tanımını doğrular niteliktedir. Gerçekten de insan, düşünen bir hayvandan ibaret demektir. Ama dünyanın kaygı verici gidişatının değişmesi için bu tanımın da değişmesi gerekir. Eğer insan düşünen hayvan olmaktan çıkarak, değerleri olan vicdanlı birey haline gelebilir ise düşüncelerine içgüdüleri yerine aklın ilkeleri ile yön veren özgür bir istence sahip olabilir. Ve belki de o zaman değerlerin hüküm sürdüğü bir dünyada barbarlıktan uzak hukuka dayalı bir uygarlık kurmak mümkün olabilir.
Fakat bunlar gerçekleşmeden kurulacak Tek Dünya Devleti sadece var olan sorunların daha da büyümesine neden olacaktır. Çünkü henüz hiçbir devlet bırakalım kaynakların hakça paylaşılıp herkesin insanca yaşamasını sağlamayı, daha homeless sorununa dahi çözüm bulamamışken, aynı siyasî erklerin Tek Dünya Devleti kurulduğunda bütün sorunlara çare bulacağını düşünmek, bir anlamda düşünmemek demektir.
Ama artık düşünmemek için gözlerimizi kapatsak bile yine de gerçekleri görüyoruz. Ne yazık ki; minicik bedenlerin balık gibi karaya vurduğu kalbsiz bir dünyada yaşıyoruz. İçten içe bu gidişatın son bulmasını diliyoruz. Ve Dünya’ya ilâhî bir ruhun inmesi için dua ediyoruz. Hristiyanlar Armageddon’u, Yahudîler Mesih’i, Müslümanlar Mehdî’yi bekliyorlar. Filozoflar yeni bir ekol bulmak için çalışırken, psikiyatrlar anlam yitimine çare arıyorlar. Sosyologlar toplumdaki çözülmeleri engellemek isterken, sanatçılar duyarlılığımızı artırmanın yollarını arıyorlar.
Yine de içimizde bir umut olabilir… Çünkü günümüz felsefesinin, Dünya’ya yön vermekte olan kavramları açık ve belirli kılmak yerine, onları herkesin kendi yorumuna bırakarak göreli kılmasının altında yatan niyetleri kavradığımızda, bugün dinlerin ve sanatın içinde bulunduğu duruma düşmesinin sebeplerini de anlayabiliriz. Aynı zamanda değerleri nihilize etmek amacı ile kavramları göreli kılmanın, evrensel bir hukuk üzerinde uzlaşmanın önünü kestiğini; böylece siyasî erklerin kendi adalet anlayışlarına göre düzenleyecekleri bir hukuk ile kendi otoritelerini hâkim kılacakları diktatörlüklerin, Dünya’da bilinçli olarak yaygınlaştırılmak istendiğini fark edebiliriz. Dolayısıyla Modern Çağ’ı yaşarken, İlkçağdaki Sofistlerin ahlâk ve siyaset anlayışlarının geri getirildiğini görebiliriz. Ama bu demektir ki; insanların içlerindeki evrensel değerleri onlara doğurtmaya kendini adayan ve o değerler uğruna ölmeyi göze alan Sokrates de gelecektir. Ve eksikliğini duyduğumuz “sophia” yı getirecektir. Tarihte bunu sağlayacak koşulların ne zaman ve nerede olgunlaşacağını kestirmek kolay değildir.
Ama belki de Kurtuluş Savaşından bu yana, uğruna kendi hayatından dahi vazgeçecek denli yüksek değerleri olan bireylerin yaşamakta olduğu Türkiye, dünya tini için yeni bir model olabilir. Fakat bunun için ilk yapmamız gereken yakın tarihimiz ile yeniden yüzleşmektir. Çünkü bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu geleneğin özüne bağlı kalan bazı uygulamaları ile modernitenin sözünü ettiği değerlerin teorisine değil pratiğine sahip olan önemli bir merkezdi. Yine bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkelerini Avrupa’dan çok daha önce hayata geçirebilmiş, farklı kültürleri ve milletleri asimile etmeksizin benimseyerek birbirinden farklı dilleri ve dinleri barış içinde bir arada yaşatabilmiştir. Osmanlı’nın çöküşünün altında yatan, geleneğin özünden sapan bazı kararlar almış olmasıdır.
Gerçi Cumhuriyet dönemi ile birlikte bu sapmalar düzeltilmiştir ama bu sefer de verdiğimiz bağımsızlık mücadelesi hedefinden saparak geleneğimizden bağımsızlaşma mücadelesi haline gelmiştir. Tıpkı Avrupa’nın Aydınlanma döneminde Kant’ın sözlerinin yanlış anlaşılması gibi Atatürk’ün ilkeleri de yanlış anlaşılmış böylece dinin tahrif edilmiş hali ile yapılması gereken bütün mücadeleler dinin özü ile yapılmaya başlanarak, ruhsuz bir Cumhuriyet yaratılmak istenmiştir. Bize düşen Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin sentezinden doğan yeni bir ruh ile dünya tinine katkıda bulunmaktır. Bunun olabilmesi için Osmanlı İmparatorluğu’nun dünyaya örnek teşkil edebilecek yanlarını yüksünmeden yüceltebilmek ve yeniden yürürlüğe koyabilmek ancak eleştirilmesi gereken taraflarını da korkusuzca dile getirebilmek gerekir. Aynı şekilde Atatürk İlkelerinin ve Cumhuriyet tarihinin getirdiği büyük kazanımları yapılan hatalarla birlikte ele alabilme duyarlılığını gösterebilmemiz gerekir.
Çünkü gerek Osmanlı döneminin gerekse Cumhuriyet döneminin içerdiği yüksek evrensel değerleri, onları köstekleyen uygulamalardan arındırdığımızda ortaya çıkacak olan tin, barışın ve refahın hüküm süreceği Tek Dünya Devleti hayalini bir ütopya olmaktan çıkararak gerçeğe dönüştürebilir. Hatta faşizanlıktan uzak olmak şartı ile Tek Dünya Dini için dahi bir adım atılabilir. Her dinin âlimlerinden oluşan bir konsülde, hepsinden kendi dinlerinin ilkelerini ortaya koymaları istendiğinde, içlerinden hangisinin en yüksek ilkeye sahip olup, diğer bütün ilkeleri kendi içinde kapsadığı, kavramsal zorunluluğu gösterilerek belirlendikten sonra bireylerin bunu kabul edip etmemekte özgür olmaları yasalarla güvence altına alınarak, her türlü baskı ve yaptırımın önüne geçilmesi sağlanabilir. Kabul eden için ise kendi inancı ve ibadeti ancak tümel altında anlam kazanacağından ve tümel olanı benimseyenler açısından da tikel inançlar ve ibadetler zaten tümelin içerikleri olarak kabul edilmiş olacağından, aralarındaki husumetin son bulması mümkün olabilir.
Bizler kaygıdeğer bir dünyada yaşadığımızın şuuruna vararak, buna sebep olan bütün koşulları değiştirme sorumluluğunu üzerimize aldığımızda, belki de çağın vebaline ortak olmaktan kurtulabiliriz. Böylece dünya tinine vereceğimiz katkılar sayesinde; yeni nesiller sadece yeme, içme ve barınma ihtiyacını karşılamak yerine; Maslow’un hiyerarşik tablosunda en üst sırada yer alan kendini gerçekleştirme ihtiyacını karşılamak fırsatını elde edebilirler. Yeni neslin kaygı verici koşullar altında sadece hayatta kalmak gayesi ile çalışmak zorunda kalmasının önüne geçerek, onların daha aşkın bir gayeye bağlanmasının önünü açtığımızda, sadece üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmiş olmakla kalmayız. Kendimizi gerçekleştirme fırsatını da yakalarız. Çünkü bu sorumluluk aynı zamanda içimizdeki insanlık nüvesine duyduğumuz tutkulu özleyişin ve bilinçli yönelişin tinsel bir bütünleşmeye dönüşmesinin vesilesidir…