İnsan doğadaki bütün varlıkların özelliklerini kendinde topladığı ve aklı sayesinde onlara aşkın olduğu için yeryüzünün tek hâkimi ve hükümranı olmuştur. “Yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara 2/30)
Ancak insanın kendi kendisine hükmetmesi, dünyaya hükmetmesinden daha zordur. Nasıl ki insan doğaya, doğa yasalarını tanıyarak hâkim olabilmişse, kendine de ancak kendini tanıyarak hâkim olabilir. Kendini tanıyan insan, yapısından kaynaklanan bir zorunluluktan dolayı kendini ahlâk yasası ile denetim altında tutması gerektiğini bilir. Çünkü bir yandan fizyolojik yapısından kaynaklanan ve hayvansı eğilimler taşıyan dürtülerinin etkisi altındadır. Diğer yandan özünden (aklından) doğan irade sayesinde doğaya aşkın ve tanrısaldır. İnsanın kendini gerçekleştirmesinin yolu bu diyalektik yapısını aşan bir senteze varmasıyla mümkün olur.
Sentez yapabilmesi için ise öncelikle ham aklın işlevsel hale gelmesi yani faal akla dönüşmesi ve tümeller üzerine ilkeli bir şekilde düşünebilmesi gerekir. Hayat gailesi içinde sadece kendinin ve ailesinin geçimini güvence altına almaya çalışan bir aklın edimleri, ham aklın edimleridir. İnsanda a priori olarak bulunan bu ham aklın, kendi hakikatini ve asıl gayesini bilebilmesi için öncelikle işlenerek bir cevher haline getirilmesi gerekir. Bu sebeple filozoflar aklı (us’u) “Felsefe taşı”na (vitriol) benzetmişlerdir.
O taşı yontmak, itidalden uzak olan düşüncelerimizi, duygu ve davranışlarımızı yetkinliğe taşır. Böylece akıl iyiye, doğruya ve güzele hizmet edecek bir formasyon kazanır. Ham aklın yontulduktan sonraki cilâsı ise vicdandır. Ahlâkın temelini oluşturan yasalar, vicdanımızdan pay alarak hukuka yansırlar. O halde hukuk, toplum vicdanını yansıtan bir ayna gibidir. Dolayısıyla kendine çeki düzen vermek isteyen bir toplumun aynaya bakması gerekir.
Ham aklın dönüşerek, kendi varlığının sebebini ve gayesini düşünen faal akıl haline gelmesi, iradenin yanında özveri ve emek de gerektirdiğinden zor ve sıkıntılı bir süreçtir. Fakat aklın kavramları doğurabilmesi için düşünme sancıları içinde kıvranma cesaretini gösterebilmesi gerekir. Bu yüzden kendisine peygamberlik gelene kadar, günlerini gecelerini Hira dağında aç susuz, insanı, kâinatı ve varlığı düşünerek geçirdiği bilinen Hz. Muhammed’in bu düşünceler sonunda büründüğü ilâhî halin, nasıl doğduğunu anlatabilmek için İsmail Emre “Muhammed’i de Muhammed doğurmuştur ama ne kadar çalışmıştır, bilsen…”[1] diyerek onun bu peygamberlik sürecinde, düşünme hasletiyle dolu gayretler içinde oluşuna dikkat çekmiştir.
Hazır yeri gelmişken, bu yazıda önce felsefenin öneminden sonra da toplumdaki yerinden bahsetmek isterken neden zaman zaman Hz. Muhammed’den, Kur’an’dan ve hadislerden bazı örnekler vereceğimizi de açıklayalım. Bu tamamen ülkemizde insanı yanılttığı ve imanı sarstığı için felsefeden uzak durulması gerektiğine dair yerleşmiş olan genel kanıyı değiştirmek istememizden kaynaklandı. Akıl ile iman arasında bir uzlaşmazlık olduğu, dolayısı ile felsefenin dine, imana zarar vereceği inancı eskiden beri pek çok İslâm âlimi tarafından gerekçeleri ile birlikte kanıtlanmaya çalışılmıştır. Hâlbuki iman aklın son sınırıdır. Yani akıl ancak en yetkin hale geldiğinde sarsılmaz bir eminliğe ulaşır. Çünkü artık şüphe kalkmıştır. Bu yetkinliğe ulaşamamış bir aklın imanı ise itikattır. Dolayısıyla imanın aslı gözle göremediğimiz, elle tutamadığımız soyut hakikatlere dayandığından aslında iman etmek en çok da soyutları düşünebilen felsefî bir aklın harcı olmalıdır.
Öyle olduğunu, Hira dağında derin düşünceler içerisinde iken kendisine peygamberlik gelmiş olan Hz. Muhammed’in, kendi aklı ve imanı ile ilgili olarak söylemiş olduğu “Aklım beni yanıltmadı. Gönlüm de aklımı tekzip etmedi (yalanlamadı).” hadîs-i şerifinden de anlayabiliriz. Burada soyutları düşünebilen bir aklın belli bir yetkinliğe ulaştığında imanla kucaklaşabildiğini görüyoruz. Eğer ki aklımız imanımızı sarsıyorsa, henüz ham bir akla sahibiz demektir.
Ham aklın olgunlaşmasının yolu kendini zorda bırakan sorularla meşgul olmasıdır. Soruların yol açtığı kaosu göze alması, ona kozmosu bağışlayacaktır. Onun için, hiç paradoksların, çatışkıların ve çelişkilerin içine düşmeyen bir akıl, büyüyüp aşkınlığa ve dinginliğe ulaşamaz. Hem kendimizi hem de başkalarını sorgulamaktan, eleştirmekten ve yargılamaktan kaçtığımız sürece hatalara göz yummuş oluruz. Sorgulama cesaretini göstermek demek, tespit ettiği yanlışları düzeltmek ve haksızlıkları gidermek için sorumluluk almayı kabul etmek demektir. Bu da aklın çocukluktan çıkarak baliğ olmaya başladığının bir göstergesidir.
Akıl büyüyüp dehâ olduğunda bunun en önemli belirtisi, en çetrefilli sorunları dahi çözebileceğine dair kendine duyduğu güvendir. Bu şeksiz şüphesiz eminlik, görevinin bilincinde olan faal aklın kendi kapasitesinin farkında oluşundan ileri gelir. Yüzyılın dehalarından birisi olarak bilinen Atatürk, hiçbir koşulun kendisini desteklemediği ve hatta hiç kimsenin başarabileceğine inanmadığı bir ortamda, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurabileceğine inanmış ve bunu başarmıştır. İsmail Emre: “Atatürk’ün imanı olmasaydı, bu toprağı kurtaramazdı.”[2] diyerek, O’nun kendine olan bu imanından doğan cesaretine dikkat çekmiştir. Bütünün hayrına olacak düşünce ve eylemler, ilkeli bir şekilde hayata geçirilmek istendiğinde, bunun için gerekli olan her türlü desteğin varlık tarafından, tümel akıl vasıtası ile tikel akla sağlanacağına inanan Atatürk, bu inancını Gençliğe Hitabesinde “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diyerek dile getirmiştir.
Farkındalığı arttırarak insanı içinde bulunduğu gaflet ve dalaletten kurtaran felsefe bu özelliğiyle insanı her türlü hileden ve cebirden koruyan bir tedbir mahiyetindedir. Fakat filozofların birbirinden farklı görüşlere sahip olmaları hatta bazılarının ateist bazılarının farklı dinlere mensup bulunmaları, kimi İslâm âlimlerince kafa karıştırıcı ve dinen yoldan çıkarıcı bulunduğu için maalesef toplum felsefeye karşı mesafeli durmakta ve “us”lanmamaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki; eğitilmemiş ham bir akıl için değil felsefe Kur’an’ın kendisi bile yoldan çıkarıcı olmaktadır. Nitekim bütün zulüm ve katliamları İslâm adına yaptıklarını söyleyenlerin bu davranışlarının sebebinin Kur’an’ı tamamen kendi sapkın anlayışlarıyla yorumlamalarından ileri geldiği aşikârdır. Dolayısıyla Kur’an’ın da ancak doğru düşünmeyi bilen felsefî bir akılla anlaşılabileceği ortadadır. Bunun içindir ki Hz. Muhammed tefekküre çok kıymet vermiş ve “Bir saatlik tefekkür (düşünme) altmış yıllık ibadetten daha hayırlıdır” demiştir.
“… Sana kitabı indiren O’dur. O’nun bazı âyetleri muhkemdir ki (anlamı açık, anlaşılır, sağlam ve güvenilir) bunlar kitabın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir (anlamı açıkça belli olmayan, farklı anlamlara çekilebilen)… İlimde derinleşenler ise “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Âl-î İmr’an 3/7)
Âyetin kendisinden de anlaşılabileceği gibi, Kur’an’da görünüş itibari ile birbirleri ile çelişen âyetlerin olmasının sebebi aslında insanları dalalete düşürmek değildir; aksine bunun sebebini merak edenlerin ilimde derinleşerek o çelişkilerin Rabbin katından geldiğini yani bunda bir hikmet olduğunu anlamalarını sağlamak içindir. Tıpkı insanın kendi yapısından kaynaklanan çelişkinin aslında onu aşkınlığa taşıyacak bir sentezin koşulu olması gibi…
Felsefenin gözden düşürülmesine sebep olan bir diğer husus, bazı Kur’an âyetlerinin anlamları hakkında farklı görüşlerde olan âlimlerin, kendi aralarında tartışarak anlaşmazlığa düşmelerinin, inanırlar için hiçbir sorun oluşturmayacağına karar veren mercilerin; maalesef topluma filozofların kendi aralarında farklı görüşlere sahip olmalarının, inanırlar için bir sorun oluşturacağını söylemeleridir.
Bunların yanı sıra, felsefe yöntemi gereği olay ve olgulara eleştirel yaklaştığı için her zaman saldırgan, kışkırtıcı ve yoldan çıkarıcı olmakla suçlanmıştır. Hâlbuki felsefenin bunu yapmaktaki gayesi kafa karışıklığına yol açmak değildir. Aksine, çözüm üreten bir yöntem geliştirerek aklın karmaşadan aşkınlığa geçmesini sağlayabilmektir.
Felsefeyi lüzumsuz bulan görüşlere göre, her peygamber kendinden önce gelen peygamberleri doğrulayıp yüceltirken; her filozof kendinden öncekilerin hatalarını ve eksiklerini bularak eleştirmiştir ve kendi doktrinini kurmuştur. Felsefeciler hakikati bulmak için yola çıkmalarına rağmen şimdiye kadar hiçbir hakikatin üzerinde uzlaşamadıklarına göre, eğer insan filozofların yolundan giderse, hakikate ulaşamadan ölecektir.
Evet, belki filozoflar peygamberler gibi salt Varlığı deneyimleyerek, herkes için aynı olan bir hakikate ulaşamamışlardır; ama hepsi ondan bir pay alarak kendi hakikatlerine ulaşmışlardır. Her filozofun felsefesi, Varlığın farklı bir görünümünün fotoğrafı gibidir. Filozoflar Varlığı temaşa ederlerken bir nevi tümel aklın tikel akla yansıyan görüntülerinin resimlerini çekerler. Ve kavramlar aracılığı ile o resimleri bizim de görebilmemizi sağlarlar. Hiçbir filozof varlığın görünümlerinin fotoğraflarını, diğer filozoflarla aynı açıdan çekmek istemez. Farklı bir açıdan çekmeye gayret eder. Bu sebeple felsefeleri de birbirinden farklıdır.
Peygamberler ise Varlığı bütünsel olarak temaşa ettiklerinden, o bütünü yani Külli Aklı, birbirinden farklı cüz’î formlara indirgeyerek âyetler vasıtası ile açıklarlar. Âyetler her türlü idrak seviyesine ve nefs mertebesine hitap ettikleri için, aynı hakikatin farklı biçimlerde anlatıldığı birbirinden farklı formlardan oluşurlar. Nasıl ki filozoflar arasında bir konuyu ele alış tarzı açısından bir takım farklılıklar ve çatışkılar varsa; bütünsel bir bakış ile bakamadığımız sürece âyetler arasında da bu gibi durumların olduğu izlenimine kapılabiliriz.
Aslında bütün bu tutarsızlıklar ve paradokslar ne felsefenin içindedir ne de âyetlerin… Ama ne yazık ki insan kendi aklındaki kaosu kozmosa dönüştürmediği sürece çelişkilerin hep kendi dışında olduğunu zannetmeye devam edecektir.
Bir diğer eleştiriye göre felsefe, her çağda çok az sayıda uzmanın ilgilendiği dışa kapalı, zengin literatüründen herkesin anlayamadığı dolayısı ile halka hitap etmeyen bir uğraşıdır. Gerçekten de felsefe, üzerinde emek verilmesi gereken bir metadildir. Ancak ilginçtir ki bu metadili anlamadan gündelik dilde dahi anlaşmak mümkün değildir. Felsefenin en önemli görevlerinden biri, Babil kulesinin yıkılışından sonra birbirine karışan dilleri, bir metadil altında yeniden açık kılarak, dünya insanları arasında barış ve uzlaşmayı sağlayabilmektir. Metadil tanrısaldır. Çünkü içerdiği kavramlar tümelleri düşünen arı akıl tarafından inşa edilmiştir. Zaten felsefe de arı aklın işlevidir.
Fakat aklın bu işlevi kazanması zaman aldığından okullarda felsefe eğitimlerine erken yaşlardan itibaren başlanması gerekir. Çünkü özellikle ülkemizdeki eğitim sisteminin her aşamasında çocuktan nitelikli düşünmesi ve ona göre karar vermesi beklenmektedir. Sürekli sınavlara tâbi tutulan ve hem okul hem de meslek seçimlerinde doğru tercihlerde bulunması istenen bir neslin daha nitelikli şekilde düşünebilmesi gerekir. Aristippos, tüm dallarda eğitim görüp te felsefeyi bir kenara itenleri, “Odysseus’un sadık karısı Penelope” nin taliplerine benzetmiştir. Çünkü ona göre diğer konularda eğitim görenler gerçek ev sahibi olan Penelope’yi (felsefeyi) değil, sadece onun hizmetçilerini (sanat, bilim vb.) elde edebilmişlerdir. Gerçekten de Aristippos haklıdır. İnsanın kendini ifade etmesinin en güzel yolu olan sanat bile eğer felsefî bir akıldan beslenmezse estetik bir form almaktan uzaklaşarak “sofia”sını yitirir. Maalesef bu durum kendini sadece resim, müzik, heykel de değil; şehir planlaması ve mimari de de gösterir. Felsefesiz bir bilim ise insanı değersiz kılarak mekanikleştirir.
Okullarda felsefî eğitim yeterli derecede verilmediğinde kişilerin siyasi görüşleri, dini inançları, yaşam şekli ve hedefleri kolaylıkla etki altına alınabilir. Böylece gerçekleri araştıran ve sorgulayan bir nesil yerine gazetelerin ve televizyonların verdiği haberlere körü körüne inanarak yaşayan cahil bir toplum meydana gelir. Bu sayede toplum mühendisleri medya vasıtasıyla kolayca topluma istedikleri şekli verir. Ve insanları ayrıştırarak onları en temel hakları üzerinde dahi birlikte mücadele edemeyecek bir hale getirir. Bu ise hep birlikte savunulması gereken ortak değerlerin artık topluca savunulamayacağı anlamına gelir. Sonu milli birlik ve bütünlüğü bozmaya kadar varabilen böyle bir süreçten sakınmak için de “us”lanmak gerekir.
Peki, madem felsefî eğitimin yetersizliği bu kadar vahim sonuçlara neden oluyor, öyleyse niçin hâlâ felsefeye gereken önem verilmiyor? Hatta günden güne daha da itibar kaybediyor? Sanırım bunu anlayabilmemiz için Gazzâlî’nin felsefe eleştirisine bir göz atmamız gerekiyor… Çünkü Osmanlı’dan günümüze kadar toplumun önemli bir kısmının felsefeye olan bakış açısını Gazzâlî’nin fikirleri belirliyor.
Şimdi Gazzâlî’nin “Dalâletten Kurtuluş” adlı kitabında yer alan ve etkileri günümüze kadar gelmiş olan “Aristotales” odaklı felsefe eleştirilerine, Gazzâlî’nin kendi dilinden olacak şekilde alıntılarla çok kısa bir özet halinde yer verelim:
“….Sırf okuyup incelemek sûretiyle iki yıldan az bir sürede filozofların bildiklerinin hepsini öğrenmemi şânı yüce olan Allah bana nasib etti. Onu anladıktan sonra bir yıla yakın bir zaman da üzerinde düşünmeye, tekrar tekrar derinliklerini ve tehlikelerini araştırmaya devam ettim. Nihayet felsefenin hile ve aldatmaları ile hakikate ve hayale dayanan yönlerine şüphe etmeyecek derecede vâkıf oldum.
Şimdi sen, filozofların ve onların bilgisinin ne sağladığının hikâyesini dinle!…
Bilmelisin ki, ekolleri çok ve doktrinleri farklı olmakla birlikte filozoflar “ed-dehriyyûn” (materyalistler), “et-tabîiyyûn” (naturalistler) ve “el-ilâhiyyûn” (metafizikçiler) şeklinde üç kısma ayrılırlar.
- Materyalistler (ed-dehriyyûn): İlk sınıfı teşkil eden materyalistler, eskiçağ filozoflarından, kâinâtı yöneten, bilen ve kudretli Yaratıcı’yı inkâr eden bir gruptur. Onlara göre âlem bir yaratıcı tarafından var edilmemiş, aksine öteden beri hayvan menîden, menî de hayvandan meydana gelmiştir ve böyle sürüp gidecektir. İşte bunlar zındıklardır.
- Naturalistler (et-tabî‘iyyûn): İkinci sınıfı oluşturan naturalist filozoflar tabiat âlemini, hayvan ve bitkilerin ilginç yönlerini çokça araştıran kimselerdir. Bunların iddiasına göre bir şey yok olduğunda, onun artık geri döndürülmesi düşünülemez. Bu durumda nefis ölür ve bir daha dönmez. Böylece âhireti, cenneti, cehennemi, kıyameti ve hesap vermeyi inkâr ettiler. Onlara göre iyiliklere sevap, kötülüklere ceza diye bir şey yoktur. Sonunda dizginleri çözüldü, hayvanlar gibi şehevî arzulara dalıp gittiler. İşte bunlar da zındıklardır. Çünkü imanın esası Allah’a ve âhiret gününe inanmaktır. Bunlar her ne kadar yüce Allah’a ve sıfatlarına inandılarsa da âhiret gününü inkâr etmişlerdir.
- Metafizikçiler (el-ilâhiyyûn): Üçüncü sınıfı oluşturan metafizikçiler ise Eflâtun’un hocası Sokrat, Aristoteles’in hocası Eflâtun ve Aristoteles gibi sonraki filozoflardır. Bu filozoflar, ilk iki sınıfı oluşturan materyalist ve naturalistlerin skandal derecesindeki hatalarını ortaya çıkararak reddettiler ki “Savaşta Allah müminlere yeter” [el-Ahzâb 33/25] âyeti uyarınca başkasının çarpışmasına gerek kalmadı.
Sonra Aristoteles, Eflâtun ve Sokrat’ı, onlardan önceki metafizikçilerin görüşlerini, onlarla ilişkisi kalmayacak şekilde reddetti. Ancak onların küfür ve bid‘at rezilliklerinin kalıntılarından kurtulmayı yine de başaramadı. O halde bunları ve bunların ardından giden İbn Sînâ, Fârâbî ve benzerlerini kâfir saymak gerekir. Öyle ki, Aristoteles’in ilmini aktarma konusunda hiçbir İslâm filozofu bu iki kişinin yaptığını başaramamıştır. Bu iki kişinin aktardığı kadarıyla Aristoteles felsefesinin bize göre sağlıklı olan tamamı üç kısma ayrılır:
Kâfir saymayı gerektiren hususlar, bid‘atçı saymayı gerektirenler, asla karşı çıkılması gerekmeyen hususlar. Şimdi bunları açıklayalım:
Bilmelisin ki bizim açımızdan filozofların ilgilendikleri ilimler matematik, mantık, fizik, metafizik, siyaset ve ahlâk olmak üzere altı kısma ayrılır.
- Matematik: Matematik hesap, geometri ve astronomi ilimleriyle ilişkilidir. Onun olumlu ve olumsuz açıdan dinî meselelerle bir ilgisi yoktur. Fakat matematik iki tehlike doğurmuştur: Birincisi, bu ilmi araştıran kimse onun incelikleri ve kanıtlarının açıklığı karşısında hayrete düşer ve bu sebeple filozoflara iyimser gözle bakar; böylece filozofların bütün bilgisinin açıklık ve güvenilirlik bakımından matematik gibi olduğunu sanır. Sonra da onların dillerde dolaşan küfrünü, pasif tanrı anlayışını ve dini küçümsemelerini işitip körü körüne taklit yoluyla küfre düşer ve şöyle der: “Eğer din gerçek olsaydı bu husus, bu ilmi araştıran filozofların gözünden kaçmazdı!”
Ben, bu kadarcık bilgisiyle hak yoldan sapan nicelerini gördüm ve dayanakları da bundan başkası değildi. Filozofların metafiziğe dair düşünceleri ise tahmine dayanmaktadır. Bu durumu ancak tecrübe eden ve derinlemesine inceleyen kimse bilebilir” denildiği zaman, o kimse yine de filozofların bütün bilgisine iyimser gözle bakmaya devam eder. İşte bu büyük bir kötülüktür. Bu yüzden bu ilimlerin derinliklerine dalmak isteyen herkesi engellemek gerekir. Her ne kadar bu ilimlerin din ile bir ilişkisi yoksa da değil mi ki filozofların başlangıç ilimlerinden sayılmaktadır, onların kötülük ve uğursuzlukları buna da geçer. Bu tehlikeye düşüp de dinden sıyrılmayan ve takva dizginini başından çözmeyen pek az kimse vardır.
İkinci tehlike, İslâm’ın câhil dostlarından kaynaklanmıştır. Bunlar filozoflara ait bütün ilimleri inkâr etmenin dine yardım sayılacağını sanmış ve onların bütün ilimlerini reddetmişlerdir. Hatta filozofların Ay ve Güneş tutulması ile ilgili görüşlerine bile karşı çıkmışlardır. Bu durum, Ay ve Güneş tutulmasını kesin delillerle bilen bir kimsenin kulağına gitse, İslâm’ın cehâlet üzerine kurulduğuna inanır. Böylece felsefeye karşı sevgisi, İslâm’a karşı da kini artar.
- Mantık: Mantığı inceleyen bir kimse onun açık seçik olduğunu görüp benimseyince filozoflardan nakledilen inkârların da mantık delilleri gibi güçlü olduğunu sanır ve böylece daha metafiziğe ulaşmadan çabucak küfre düşebilir. İşte bu tehlike de inkâra yol açar.
- Fizik ilmi: Tıbba karşı çıkmak dinin şartlarından olmadığı gibi, fiziğe karşı çıkmak da dinin şartlarından değildir. Bilmelisin ki tabiat yüce Allah’ın iradesine bağlıdır, kendi başına bir şey yapamaz. Ancak Yaratıcısı sayesinde işlev görür. Güneş, Ay, yıldız ve tabiat güçleri O’nun emrine bağlıdır; bunlardan hiçbiri kendiliklerinden bir işleve sahip değildir.
- Metafizik: Filozofların en çok yanıldıkları alan metafiziktir. Fârâbî ve İbn Sînâ’dan naklolunduğuna göre bu konuda Aristoteles’in doktrini İslâm kelâmcılarının görüşüne yakındır. Düştükleri hatanın hepsi aslında yirmi meseleye dayanır. Bunların üçünden dolayı onları tekfîr etmek, on yedisinden dolayı da bid‘atçı saymak gerekir.
Bütün müslümanların görüşüne aykırı düşen o üç mesele şudur:
“Cesetler dirilmez, ödüllendirilecek ve cezalandırılacak olan sadece ruhlardır, cezalar cismânî değil ruhânîdir.” Ruhâniyeti ispat edip kabul etmişlerdir ki gerçekten de öyle olacaktır. Fakat cismâniyeti kabul etmemişlerdir. Bu görüşleriyle de şeriatı inkâr etmiş sayılırlar. O meselelerden biri de “yüce Allah küllîleri bilir, cüz’îleri bilmez” sözleridir. Bu da yine apaçık bir küfürdür. Hâlbuki bu konudaki gerçek “Göklerde ve yerde zerre kadar bir şey bile O’ndan gizli kalmaz” [Sebe’ 34/3] şeklinde ifade edilmiştir.
O meselelerden bir diğeri de âlemin ezelî olduğu hakkındaki görüşleridir. Müslümanlardan hiç kimse bu meseleleri kabule yanaşmamıştır.
- Siyaset: Filozofların siyaset alanındaki bütün görüşleri, dünya ve devlet işleriyle ilgili kamu yararını ifade eden hikmetlere dayanır. Onlar bunu yalnızca yüce Allah’ın peygamberlere indirdiği kitaplardan ve önceki peygamberlerden naklolunan hikmetlerden almışlardır.
- Ahlâk: Filozofların ahlâk alanındaki bütün görüşleri, nefsin nitelik ve huylarını belirlemeye, kötülüklerinin nasıl iyileştirileceği ile ilgili yapılması gerekenleri anlatmaya dayanır. Onlar bunu da yalnız sûfîlerin görüşlerinden almışlardır. Sûfîlerin nefsin huyları, kısımları ve kötü davranışlarına ilişkin olarak açıkladıkları şeyler, onlara mücâhede sırasında malum olmuş; filozoflar da bâtıl düşüncelerini geçerli kılmak üzere onları alıp kendi görüşlerine katarak [halka] hoş görünme yoluna gitmişlerdir.
Bundan iki tehlike doğmuştur: Müminlerin emiri Ali b. Ebî Tâlib demiştir ki: “Hakkı kişilerle tanıma, hakkı tanırsan hak ehlini de tanımış olursun.”
Mesela sen bir sözü halkın güven duyduğu birine isnâd etsen, bâtıl dahi olsa o sözü kabul ederler. Şayet onu halkın güven duymadığı birine isnâd etsen, onu hakikat bile olsa reddederler. Demek oluyor ki insanlar daima hakkı kişilerle tanır, kişileri hak ölçüsüyle tanımaz. Bu ise koyu bir sapıklıktır kalp (sahte) para ile geçer akçenin bir arada bulunmasının geçersizi geçerli yapmadığı gibi geçerliyi de geçersiz kılmayacağı anlatılmalıdır. Sarrafın, kendine güveniyorsa, saf altını sahtesinden ayırmak üzere elini kalpazanın kesesine sokmasında bir sakınca yoktur. Kalpazanla alışveriş yapmaktan işini bilen sarraf değil, sadece köylü menedilir; sahilde dolaşmaktan iyi yüzücü değil, yüzme bilmeyen acemi engellenir; yılana dokunmaktan becerikli efsuncu değil, çocuk alıkonulur. Hayatıma yemin ederim ki, hakkı bâtıldan, doğruluğu sapıklıktan ayırt etme konusunda insanların çoğu kendilerini becerikli, uzman, yetkin akıl sahibi ve tam donanımlı sandıklarından, onları sapıkların kitaplarını okumaktan olabildiğince menetmek için bu kapıyı tamamen kapamak gerekir.
İşte felsefenin tehlike ve zararı konusunda anlatmak istediğimiz bu kadardır. (…)”[3]
Aslında imanın sarsılmasına sebep olabilir düşüncesi ile bizi felsefenin tehlike ve zararları konusunda içtenlik ile uyaran ve sırf bu kaygılarından ötürü felsefe kapısını tamamen kapamak gerektiği yargısına varan Gazzâlî’ye, bizim için duyduğu bu samimi ve derin endişelerinden dolayı teşekkür etmek lazımdır.
Ama zaten Gazzâlî’den sonra Kant, dinin bir inanç alanı olarak kabul edilmesi gerektiğini belirterek, iman ettiklerimizin akılla bilinmesinin mümkün olmadığını göstermiştir. Böylece aklın bilebileceklerine bir sınır çizen Kant, metafizik yapmanın aklın sınırlarını aştığını söyleyerek felsefede yeni bir çığır açmıştır. Hiç olmazsa Kant’ın felsefeyi metafizikten arındırmasından sonra hâlâ felsefenin imanı sarsacağına dair yersiz endişeler içinde olmamak lazımdır.
Fakat aynı zamanda külli bir aklın eseri olan İslâm’ın hiçbir felsefeyle yıkılamayacağının da farkına varılmalıdır. İmanları sarsan felsefe değil İslâm’ın özüne vâkıf olamamaktır.
İbn Rüşd, “Faslûl-Makâl” adlı eserinde Gazzâlî’nin eleştirilerine karşı felsefenin bir savunusunu yapmıştır. Sokrates ise “Araştırılmayan, incelenmeyen, sorgulanmayan ve üzerinde düşünülmeyen bir hayat yaşanmaya değmez” diyerek insanın aslî görevinin düşünmek olduğunu vurgulamıştır.
Gerçi Jiddu Krishnamurti’nin de dediği gibi “Düşünmek gerçekten de acı vericidir. Çünkü farkındalık yaratır ve şüpheye yol açar. Düşünmek insana bir yük gibi görünür. Bu yüzden; insanların çok büyük bir bölümü düşünmekten kaçmak için, kendilerini bir ideoloji veya inançla hipnotize ederler.”
Ne var ki; Hakîm olan Allah: “Hiç mi düşünmezsiniz?” (Sâffât 37/155) diye sorup insanı düşünmeye teşvik ederek felsefe kapısını açmışken artık o kapının kapanması imkânsızdır. Dolayısıyla yapılması gereken ya o kapıdan girmektir ya da başka kapıya gitmektir…
Lâkin İslâm’da iman, fazilet, adalet, hamaset, tevekkül, sahavet, letafet, zarafet gibi sayamayacağımız kadar çok ihsan kapısı vardır. Kimi bunlardan birini, kimi hikmet kapısı olan felsefeyi, ilmine irfan isteyenler ise her ikisini birlikte seçmeyi isteyebilir. İnsan seçimleriyle belirlenir. Fakat doğru seçimler yapabilmek için “us”lanmak gerekir…
Dipnotlar:
[1] İsmail Emre, Yeni Yunus Emre, Cilt 1, s. 523
[2] İsmail Emre, Yeni Yunus Emre, Cilt 2, s. 287
[3] Mahmut Kaya, İslâm Filozoflarından Felsefe Metinleri, Klasik Yayınları, 2010, s. 348-356