Tasavvuf ıstılahında kavramlar, felsefede olduğu gibi akli olanın sınırlarında kalmaz ve deneyimle birleşir. Deneyim terimi, yaygın kullanımda “doğa-üstünün” veya “doğa-ötesinin” deneyimi, bir nevi mistik tecrübe olarak algılansa da gerçekte deneyim, benliğe dışsal olanın karşıtı olarak, tam da özsel olanı tanımlamak için kullanılır. Yani deneyim, kişinin kendini, kendi düşüncesinin dışına atmak yerine, düşüncesinin nesnesi olmaya zorlayarak risk aldığı tehlikeli bir alandır. Deneyim terimi, basit olarak bilincin şimdi ve burada olabilmesi demektir. Şimdi ve burada olmak, geçmişin kazanım ve yüküyle, geleceğin ümit ve kaygıları arasında yer alır.
“Şimdide olmak, nerede olmamaktır?” sorusunun yanıtı şüphesiz “şimdi-olmayanda-olmamaktır” olacaktır. Şimdi olmayan ise muhal bir gelecekten ziyade, geçmişte olmamayı imler. Dolayısıyla deneyim, arkada olmamak, bilincin arkaya dönük olmaması, zihnin arkaya bakmaması anlamına gelir. Halbuki arkaya bakmak varoluşsal olanı değerlendirmenin biricik koşuludur.
Arkaya bakmamak, bir bilinç durumu olarak geçmişi bütünüyle reddetmek anlamına gelmez; asıl mesele, geçmişin zihni esir almasına müsaade etmemektir. Bir kültür varlığı olarak insan varoluşu, edinimlerin, acıların, deneyimlerin vb. toplamıdır; ancak bu birikim, bireyin ilerleyişini engelleyen bir yük haline geldiğinde, varoluşsal hareketlilik sekteye uğrar. Arkaya bakmak, geçmişi anlamak ve ondan ders çıkarmak için bir araç olabilir, fakat geçmişin gölgesinde yaşamak, kaçınılmaz olarak şimdiki zamanın gerçekliğinden kopmayı beraberinde getirir. Bu nedenle, arkaya bakmanın sorunu, yönelimden ziyade bağlanışın mahiyetindedir: Kişi geçmişine saplanıp kalmadan, onu anlamlandırarak yola devam edebilmelidir.
Kültür, bireyin varoluşsal alanını şekillendiren bir zemin olarak, yalnızca dışsal bir ortam değil, aynı zamanda içsel bir inşa sürecidir. İnsan, kendi benliğiyle var olurken, bu varoluşu kültürel kalıplar, gelenekler ve anlam dünyaları içerisinde deneyimler. “Var-olan-ben” olarak kendilik, yalnızca bireysel bir bilinç değil, aynı zamanda kültürün sürekliliği içinde kendini yeniden kuran (re-organize eden) bir özdür. Dolayısıyla, benlik sadece öznel bir gerçeklik değil, içinde bulunduğu kültürel dokunun bir yansımasıdır. Kültür, bireyin varlığını anlamlandırmasına zemin hazırlarken, birey de bu kültürel alanın içinde kendisini var kılar ve bu anlam dünyasıyla sürekli bir etkileşim halinde olur. Bu kültür-insan ilişkisidir. Zira yalnız insanın tarihi vardır.
Hayvan, varoluşunu ancak dış dünyayla kurduğu dolaysız ilişkiler üzerinden sürdürür; onun bilinci, içsel bir hesaplaşma, kendilik sorgulaması veya ontolojik bir kaygı taşımaz. Bu anlamda hayvanın “içi” yoktur. Hayvanın içinin olmadığını söylemek, onun yalnızca dışsal belirlenimlerle hareket eden, sezgisel ve içgüdüsel bir varlık olmasıyla ilintilidir. İnsan ise hem “iç” hem “dış” varlıktır; yani hem kendi içine dönerek anlam arayışına giren hem de dış dünyayla etkileşim kurarak varlığını somutlayan bir yapıya sahiptir. Bu nedenle insan, yalnızca fenomenal dünyada bulunan bir varlık değil, aynı zamanda içselliği aracılığıyla kendi varoluşuna dair farkındalık geliştiren, geçmiş ve gelecek arasında bilinçli bir bağ kuran “özne” olarak belirir. Tam bu nedenle insan, bir ikili birlik varlığıdır: Bir yandan fiziksel bir gerçeklik içinde yer alırken, diğer yandan düşünsel, manevi yani tinsellikte kendi iç dünyasını kurar ve bu içselliğiyle dış dünyaya anlam kazandırır.
Modernliğin temelinde arkaya bakmamak, geçmişi geride bırakmak ve yalnızca şimdiki zamanın olanaklarına odaklanmak vardır. Modern düşünce, ilerlemeci bir perspektifle geçmişi aşılması gereken bir şey, değişime direnç gösteren bir yük olarak değerlendirir. Bu bakış açısında, birey ve toplum, sürekli bir yenilenme halinde olmak zorundadır; geçmiş ya bir engel olarak ya da nostaljik bir hüzün alemi biçiminde zihne yansır. Modernitede önemli olan, şu anda olmakta olana odaklanmak, anın içindeki değişimi yakalamak ve geleceği bugünden kalkarak kurmaktır. Ancak bu, geçmişi tamamen olumsuzlama, yok saymak anlamına gelmez; modernite, geçmişi ancak bir atlama taşı olarak görür ve onun üzerinde yükselmeyi hedefler. Buna karşılık gelenek, geçmişi yalnızca bir hatıra defteri, siyah beyaz bir albüm olarak sırtında taşımaz. Aksine, kendisini tarihsel bir ben olarak, şimdide bulur ve anlamı inşa eden bir temel olarak duyumsar.
Şüphesiz geleneğin odağında, geçmişin kazanımları ve birikimleri vardır; birey ve toplum, gerçek yerini, Heidegger bağlamında “dünyadaki gerçek varlığını” tarihsel sürekliliğin içinde bulur. Yine de geleneğin ereği geçmişi muhafaza etmekle sınırlı değil, geçmişin kazanımlarını (değerlerini) koruyarak geleceğe uzanmaktır. Çünkü gelenekçi için geçmiş yalnızca geride kalmış bir zamansallık değil, şimdinin ve geleceğin içinde varlığını sürdüren bir kendini üretim alanıdır. Bu “şimdilik” geçmişin değerleri ile gelecek tasarımı üzerinden şimdide kurulur. Modernite ile gelenek arasındaki bu temel ayrım, zaman algısındaki karşıtlıktan doğar: Modernite sürekli bir kopuş haliyle, “terk ediş”, “geride bırakış” ile kendini tanımlarken, gelenek sürekliliği ve devamlılığı esas alır. İşte bu yüzden modern insan, geçmişe bakışında çoğu zaman çelişkili bir tavır sergiler; bir yandan ondan kaçınır, bir yandan da onu anlamlandırma ihtiyacı duyar. Çünkü soyut şimdinin tarihi yoktur. Modernlik bu noktada zeminsiz kalır.
Gelenekçilik, bireyi yalnızca bir tarihsel devamlılığın parçası olarak görmekle kalmaz, aynı zamanda onu şimdi ve burada olmaya zorlar; ancak bu, modernizmin savunduğu anlık ve değişken “şimdi”siyle aynı şey değildir. Gelenekçi birey, şimdiki zamana geçmişin mirası üzerinden bakar ve bu miras içinde kendini konumlandırarak var olur. Bağ kurduğu geçmiş yaşamların veya daha özgül olarak atalarının dininde, ritüellerinde ve köklü değerlerinde yaşayan bir bilinç hali söz konusudur. Bu durum, bireyin kendini gerçekleştirme sürecine dışarıdan bakıldığında bir sınırlama gibi görünebilir; çünkü birey, geleneksel yapı içinde özgün bir varoluş biçimi aramaktan çok, kendini bu yapı içinde eriterek anlamlandırmaya yönelir. Ancak diğer taraftan, gelenek güçlüdür; çünkü geçmişin birikimi, zamanın eleğinden geçmiş ve dirimli yönüyle bir bilgelik olarak kabul edilir.
Gelenekçi için mazi hep zengindir. Gerçekte her zaman böyle bir zenginliği taşımasa dahi, imgesel olarak bir zenginliğin hissiyle kavrar. Çünkü gelenek insanın bireysel varoluşunu aşan büyük anlatıları, kutsal kaideleri ve kadim öğretileri bugüne taşır. Bu yüzden geleneğe bağlı birey, modern insanın deneyimlediği varoluşsal boşluk hissinden uzak olabilir. O, köklü bir geçmişin güvenli kollarında, tarihsel sürekliliğin sağladığı bir özgüvenle hareket eder. Geleneğin bireye sunduğu en büyük güç, yalnızca bilgi değil, aidiyettir; gelenekçi insan, kendisini başı, sonu belirsiz uzun bir sürekliliğin üyesi olarak gördüğü için, geçmişle ve onun temsil ettiği değerlerle uyum içinde yaşar. Bu durum, bireyin değişim ve dönüşüm süreçlerini sınırlandırabilir gibi görünse de aynı zamanda ona sağlam bir kimlik ve yönelim kazandırır.
Modern insan ise varoluşunu geçmişin bağlarından kopararak yeniden kurar ve kendini yalnızca içinde bulunduğu anın gerçekliğiyle yapılandırmaya yönelir. Onun için “şimdide” olmak, tarihin gölgesinden (çünkü tarih bilinç için karanlık bir gölgedir) sıyrılmak ve bireysel bilinci yalnızca anlık deneyimler üzerinden temellendirmek anlamına gelir. Ancak bu şimdilik, derinliği olmayan, yüzeysel bir varoluş halini de beraberinde getirir; çünkü geçmişin belirsiz içeriği, modern bilincin algısında bir anlam zenginliği değil, aksine terk edilmesi veya olumlu anlamda aşılması gereken bir yük olarak görülür. Geleneğin sunduğu derinlik ve zaman içindeki süreklilik, modern birey için taşınması zor bir sorumluluk gibidir. Modern insan (ahmaklar hariç), geçmişin bilgeliğini ve birikimini onun salt “kötü” olduğunu düşündüğü için reddetmez. Ancak onu bireysel iradesine sınır koyan olumsuz bir dışsallık olarak değerlendirir ve bu yüzden ondan uzak durmayı tercih eder. Oysa gelenek, bireyin kimliğini sadece kendisiyle değil, önceki nesillerin oluşturduğu tarihsellik içinde şekillendirir. Modern insan ise bu bağıntıyı kasıtlı olarak keserek, şimdinin içinde kendine dair yeni bir anlam yaratmaya, anlamı yeniden üretmeye çalışır. Ancak bu kopuş, aynı zamanda köksüzleşme riskini de beraberinde getirir; çünkü geçmişi tamamen yük olarak gören bir bilinç, uzun vadede varoluşsal bir boşluğa düşebilir. Geleneğin taşıdığı mirası reddetmek, bireyi hafızasız bir dünyaya sürükleyebilir ve bu durum, modern insanın sürekli olarak kimlik krizleri yaşamasına neden olur.
Bunlar, insanın varoluşunu anlamlandırma biçimlerinin iki ayrı kutbudur ve her biri kendi içinde bir sınır taşır. Katı gelenekçilik, bireyi tarihte sabitleyerek onun özgün bir varoluş deneyimi yaşamasını zorlaştırır; birey, kendini geçmişin içinde eriterek, tarihsel bir tekrarın parçası haline gelebilir. Dindarlıkta çoğu zaman bu baskılamayı buluruz. Kendi varlığını atalarının gölgesinde şekillendiren insan, bireysel iradesini ve yaratıcılığını bastırma pahasına, köklerini koruma arayışına girer. Öte yandan, modern bilinç geçmişin bağlarını koparmak adına yüzeysellik tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Derinlikten uzaklaşan, geçmişin birikimini hafifletmek isteyen modern insan, sürekli hareket halinde olsa da bir iç tutarlılık yakalayamaz. Böylece biri geçmişin sabitliğinde donup kalırken, diğeri şimdinin kaygan ve dağınık yüzeyinde anlam arayışına girer. Her ikisi de kendi içinde bir yanılgı barındırır: Gelenek, geçmişi mutlaklaştırarak insanın varoluşsal yenilenmesini engellerken, modernlik, geçmişi tamamen reddederek kimliği köksüz bir özgürlük yanılsamasına sürükler. Gerçek anlamda bir varoluş, bu iki uç arasında bir denge kurarak, geçmişin birikimini taşırken, şimdinin gerçekliğinde kendini var edebilmektir.
Bu denge, geleceği öngörerek ve ona doğru bilinçli bir yönelim geliştirerek şimdi içinde kurulur. İnsan, yalnızca geçmişin mirasına tutunarak ya da şimdiki anın akışına kapılarak değil, geleceği tasarlayarak varoluşunu anlamlandırır. Bu yüzden burada bahsedilen “şimdi”, modernizmin soyut ve köksüz zaman algısından farklıdır. Modern bilinç için şimdi, geçmişten bağımsız, sürekli devinen ve anlık olan bir varoluş biçimidir. Oysa gerçek bir “şimdi”, yalnızca mevcut anın içine sıkışmış bir zaman değil, geçmişin birikimiyle şekillenmiş ve geleceğe uzanan bir süreklilik hali olmalıdır. Bu bakımdan, varoluşun en derin ve dengeli hali, geçmişin edinimlerini reddetmeden ve ona saplanmadan kurulan bir “şimdi”de gerçekleşir. Böyle bir tarih bilinci, modernitenin kopukluğuna ve gelenekçiliğin durağanlığına düşmeden, insanın kendini hem tarihsel hem de bireysel bir akış içinde konumlandırmasını sağlar.
Geçmişin değerleri, yalnızca hatırlanmak için var olan nostaljik öğeler değildir; onlar, geleceği inşa etmenin temel taşlarıdır. Bu yüzden insanın şimdide varoluşu hem geçmişin mirasını taşıyıp hem de onu geleceğe yönelik bir tasarımla dönüştürdüğü bir süreçtir. Şimdi, salt anlık bir varoluş değil, tarihsel sürekliliğin içindeki bilinçli bir duruştur. Geçmişin bilgeliği ve deneyimi olmadan gelecek yalnızca bir belirsizlik olur, fakat geleceğe dair bir tasarım olmadan da geçmiş durağan bir tekrar haline gelir. İnsan, kökleri geçmişte olan fakat dalları geleceğe uzanan bir varlık olarak, geçmişin değerlerini taşırken aynı zamanda onlarla ne yapacağını da belirlemek zorundadır. Modernizmin yanılgısı, geçmişi gereksiz bir yük gibi görmesi, gelenekçiliğin yanılgısı ise geçmişi değişmez bir mutlaklık olarak kabullenmesidir.
Teolojik bağlamda, arkaya bakmak ya da bakmamak meselesi, yalnızca zaman ve bilinç arasındaki felsefi bir gerilim değil, aynı zamanda kutsal metinlerde örneklenen varoluşsal bir tercihtir. Bu karşıtlık, iki farklı özbilinç biçimi olarak en açık şekilde Hz. İbrahim ve Hz. Lut peygamberlerin deneyimlerinde temellenir. İbrahim, arkaya bakan figürdür; o, geçmişin mirasını taşır, köklerini unutmadan yol alır ve hatırlamanın, geçmişle bağ kurmanın zorunluluğunu gösterir. Onun bakışı, bir kaybediş değil, geçmişin gelecekle buluştuğu bir kavrayıştır. Bu bakımdan gelenek İbrahim’de temellenir. İbrahim’in bakışı, bireysel varoluşu tarihsel süreklilik içinde anlamlandırmanın bir göstergesidir; bu, geçmişin unutulmadığı ama onun içinde de kaybolunmadığı bir bilinçtir. Tora’da İbrahim bahsinin en derin konusu; kendi içine dönmek[1] (leh leha) gelenekle modernliğin birliğidir.
Lut ise arkaya bakmayan, arkasına bakmaması öğütlenen kişidir.[2] Onun itaati, geçmişin tüm içeriğinden kopuşu ve radikal bir dönüşümü temsil eder. Zira Lut arkadan uzaklaşır ama bu uzaklık yeterli değildir. Tanrı tarafından kendisine asla geri dönüp bakmaması emredilir.
Zira Lut’un deneyiminde arkaya bakmak bir felakete dönüşür; çünkü onun yolculuğu, geçmişin tamamen geride bırakılması gerektiği bir çağrıya dayanır. Karısı ise dönüp bakar ve tuzdan bir heykele dönüşür. Geçmişe duyulan bu bağlılık, burada katılaşmanın, hareketsizleşmenin ve yok oluşun simgesi haline gelir. İlginçtir ki Lut’un arkası, yani atalar silsilesinde bir arkasındaki kişi babası Harran’ın kardeşi İbrahim’dir. Buna göre Lut’un eşi geleneği, Lut ise gelenekçiliğin modernist eleştirisini bize sunar. Bu anlatı, geçmişe bakmanın teolojik olarak bir tür sınanma ya da yazgıyı ortaya koyan bir hareket olduğunu gösterir. Lut’un arkaya bakmaması, modernitenin bilinçsiz bir kopuşu gibi değil, geçmişin getirdiği bağlılıklar yanında, bağımlılıkları aşan bilinçli bir tercihtir.
Böylece, İbrahim ve Lut iki farklı varoluşsal tavrı temsil eder: Biri geçmişin sürekliliğini taşıyan, diğeri geçmişi geride bırakmayı kaçınılmaz gören bir yolcudur.
[1] Tora, Tekvin 12:1
[2] Tora, Tekvin 19:17
*Metin Bobaroğlu’nun, 1 Şubat 2025 tarihinde, Bilim Beyoğlu’nda, 17. Uluslararası 360 Drece Aşk Festivali “O Her Yerde” Sohbetleri kapsamında gerçekleştirdiği, “Arkana Bakma” başlıklı sunumu üzerine yapılan bir değerlendirme.