Yeni Matematik, Yeni Siyaset, Yeni Ekonomi ve Yeni Felsefe

 

  • Elbette soru sorabilirsin. Burada uygun görülen soruların listesi var.
  • Kendin için çalışma ve araştırma konusunda özgürsün. Burada uygun görülen kaynakların listesi var.
  • Bizler özgür düşünceyi boğmaya çalışmıyoruz. Bizler, uygun görülen sonuçlara ulaştığın sürece, öğrenebildiğin her şeyi öğrenmeni istiyoruz.

 

Bu yazıda, insanlığın özellikle 17. yüzyıldan sonra kurduğu ekonomik ve siyasi sistemlerin temelindeki varsayımların, 21. yüzyılda yanlışlanmakta olduğu ileri sürülerek, doğmakta olan bu hem yeni hem de çok eski bir felsefi anlayışın olası sonuçları dar bir kapsamda tartışılacaktır. Bu yeni felsefe, aşkınlık kavramının aslında sadece soyut felsefi bir kavram olmadığını, sık rastlanan ve gözlemlenmesi ve ölçülmesi mümkün bir olgu olarak evrenin en önemli temel kanunlarından birisi olduğunu anlamaya başlamamız ile ortaya çıkmaktadır. Bu sürecin bir çeşit tümevarım süreci olduğunu söylemek mümkündür, ancak, aşkınlık konusunda geçmiş yüzyıllarda yazılan eserlerin bu yeni durumu anlamlandırma konusunda çok güçlü bir temel oluşturduğunu söylemek de mümkündür. Diğer bir değişle, geçmiş yüzyılların bazı büyük beyinlerinin, özellikle idealistlerin, 21. yüzyılda ortaya çıkmakta olan bu hem yeni hem de çok eski felsefi anlayışın temelini çoktan attığı söylenebilir. Onların dehaları sayesinde, bu yeni olguların ne anlama geldiği konusunda nispeten berrak bir görüşe sahip olabiliyoruz.

Doğada kolayca gözlemlenebilen aşkınlık nedir? Örnek olarak hiçbir hücre tek başına 100 km/saat hızında hareket edemez. Ancak uygun bir organizma formunda bir araya gelmiş hücreler bunu başarabilirler. Dolayısıyla hücre topluluklarının hangi işi hayata geçirip geçiremeyecekleri tek tek hücrelerin özelliklerinden daha çok, hangi formda bir araya geldikleri, ağ bağlantılarını nasıl oluşturdukları ile bu form ve ağların nasıl işlediğine bağlıdır. İletişim ve bilgi işleme teknolojilerindeki gelişmeler, ağların hem kendilerinin hem de zaman içinde nasıl değişim geçirdiklerinin ortaya çıkartılması, tanımlanması ve kategorize edilmesine katkı sunmaktadır. Diğer bir deyişle, bilim insanlarının çalışmaları gittikçe tekil birimlerden, bu birimlerin nasıl bir araya gelerek tikel sistemler veya varlıklar oluşturabildiklerini anlamak üzerine kaymaktadır. Bilim dünyası, mevcut paradigmayı kökten değiştirecek yeni bir varsayımı kabul etme konusunda yeterli olgu toplama sürecindedir. Bu varsayım ise şudur:

Tekillerin belirli bir formda karşılıklı etkileşime geçmesi ve bu etkileşimin yeterli bir süre boyunca devam etmesi durumunda, bir çeşit aşkınlığın ve bu aşkınlığın tinini oluşturduğu tikellerin ortaya çıkması mümkündür.

Bu konuda derli toplu bir çalışma, Pier Luigi Luisi ve Fritjof Capra’nın, Hayata Sistemsel Bakmak[1] isimli eserinde bulunabilir. Bu eserde sistem düşüncesinin iyi özetlenmiş bir tarihi ve günümüzde neden yeni bir paradigmanın temel varsayımı olabileceği konusunda değerli açıklamalar bulunmaktadır. Adı geçen yazarlara göre, 1930’ların sonunda sistem düşüncesinin temel kriterlerinin çoğu organizma biyologları, Geştalt psikologları ve ekolojistler tarafından formüle edilmiş olup, 1940’larda ise sistem teorilerinin formülasyonları üzerinde çalışılmıştır. 1950’lerde genetik çalışmalarındaki ilerlemeler ile sarkaç bir kez daha mekanik düşünmeye dönmüş ve moleküler biyolojinin zaferi ile tüm biyolojik fonksiyonların moleküler yapılar ve mekanizmalar açısından açıklanabileceğine dair yaygın bir inanış genel kabul görmüştür. 1970’lerden sonra ise sistem teorilerinin popülerliğinde bir düşüş görülmüştür. Adı geçen yazarlara göre bu düşüşün ana nedeni, bu dönemin matematiğinin canlı sistemlerin son derece doğrusal olmayan doğasını açıklamaya uygun olmayan doğrusal denklemlerle sınırlı olmasaydı. Gerçek atılım, doğrusal olmayan dinamikler olarak bilinen karmaşıklık teorisinin formülasyonu ile gelmiştir. Daha net bir ifadeyle, sistem teorilerindeki gelişmeler, bilim insanlarının ve matematikçilerin ilk kez canlı sistemlerin doğrusal olmayan birbirine bağlı olma özelliğini modelleme ve bunlara karşılık gelen doğrusal olmayan denklemleri çözmelerine izin veren güçlü ve yüksek hızlı bilgisayarların geliştirilmesinden kaynaklanmıştır. 1980’ler ve 1990’lar boyunca, karmaşıklık teorisi bilim camiasında büyük bir heyecan yaratmıştır. Biyolojide sistem düşüncesi ve organik yaşam anlayışı yeniden sahneye çıkmış ve doğrusal olmayan fenomenlere olan güçlü ilgi, yaşamın birçok temel özelliğine ilişkin anlayışımızı çarpıcı biçimde artıran bir dizi yeni ve güçlü teorik model üretmiştir. Günümüzde uygun matematiksel dil ile birlikte bu modellerden tutarlı bir canlı sistemler teorisinin ana hatları ortaya çıkmaktadır. Canlı sistemlerin tüm seviyelerindeki (organizmalar, sosyal sistemler ve ekosistemler) yeni bilimsel yaşam anlayışı, yalnızca bilim ve felsefe için değil, aynı zamanda siyaset, ticaret, sağlık, eğitim ve günlük yaşamın diğer birçok alanı için de derin etkileri olan yeni bir gerçeklik algısı yaratmaktadır.[2]

Adı geçenlere göre sistem anlayışı, yaşamın sistemler içinde çok düzeyli sistem yapıları oluşturma eğiliminde olduğunu öne sürmektedir. Bu görüşe göre, bir organizmanın veya canlı sistemin temel özellikleri, hiçbir parçanın sahip olmadığı bütünün özellikleridir ve parçalar arasındaki etkileşim ve ilişkilerden doğarlar. Herhangi bir sistemde tek tek parçaları ayırt edebilmemize rağmen, bu parçalar birbirinden ayrı değildir ve bütünün doğası her zaman sadece parçalarının toplamından farklıdır. Bu açıdan bakıldığında, sistem düşüncesinin ortaya çıkışı, Batı bilimsel düşünce tarihinde derin bir devrime işaret etmektedir. Her karmaşık sistemde bütünün davranışının tamamen parçaların özelliklerinden anlaşılabileceği inancı, modern bilimsel düşüncenin temel bir özelliği olan Kartezyen paradigmanın merkezinde yer almaktadır. Ancak, yirminci yüzyıl biliminin en büyük şoku, canlı sistemlerin analiz yöntemiyle anlaşılamaması olmuştur. Analiz, bir şeyi anlamak için parçalara ayırmaktır; sistem düşüncesi ise onu daha büyük bir bütünün bağlamına yerleştirmek anlamına gelmektedir.[3]

Sistem teorilerinin felsefi temelini oluşturma kapasitesine sahip olan bu yeni aşkınlık varsayımı, aşkınlığın ortaya çıkmasını her durumda zorunluluk olarak ortaya koymamakta, ancak olasılık olarak kavramaktadır. Olasılık kavramı ise şu anlama gelmektedir: Eğer yeterli sayıda etkileşim sarmalı ortaya çıkarsa, bunlardan birinin veya bir kısmının aşkınlık ve tikellik üreteceğinin varsayılması, istatistiksel açıdan anlamlı olarak kabul edilebilir. Bu kabul ise her ne kadar bir çeşit determinasyon olmasa da mevcut ekonomik ve siyasi sistemlerimizin yeniden gözden geçirilmesi için gerek ve yeter şartları karşılamaktadır. Bu yeni (ve eski varsayımın) genel kabul görmesi durumunda, ekonomik ve toplumsal bazı yeni bakış açılarının neden olduğu yeni soru ve sorunlar ortaya çıkabilir. Örnek olarak, küresel sermayenin her geçen gün güçlenmesini, ulus devletlerin birkaç yüzyılı aşan yoğun karşılıklı etkileşiminin sonucu olarak ortaya çıkan bir çeşit aşkınlık olarak tanımlarsak, bu durumda bu aşkınlığın “bırakınız yapsınlar” düşüncesine uygun olarak herhangi bir kontrol ve izleme altında olmamasının ne gibi sonuçları olabilir? Aynı soruyu şu şekilde de formüle edebiliriz: Küresel hasıla, ulus devletlerin hasılalarının toplamı olarak tanımlanmakta olup, bu yaklaşımın aşkınlık kavramını örtük bir şekilde dışladığını düşünmek mümkün bulunmaktadır. Günümüzde bir çeşit küresel sistemin varlığını inkâr etmek mümkün bulunmamaktadır ve yukarıda bahsedilen yeni varsayımın kabul edilmesi, ekonomik ve siyasi sistemlerimizin bu yeni varsayıma göre yeniden tasarlanması zorunluluğunu ortaya koymaktadır.

Diğer taraftan, Capra ve Luisi’ye göre, bütünün parçaların toplamından ibaret olduğunu iddia eden ve günümüzde hala genel olarak geçerliliğini muhafaza eden anlayışın ürettiği toplumsal yapı hiyerarşiktir. Ancak, yukarıda bahsedilen yeni paradigmanın ürettiği güç ise ağ (network) kavramı ile bağlantılıdır. Örnek olarak, bir sosyal ağda, insanlar ağa bağlanarak güçlenirler. Güçlendirme olarak güç, bu bağlılığı kolaylaştırmak anlamına gelmektedir. Güç sahibi olanlar, çok sayıda insanı ağa bağlarlar ve bu nedenle çeşitli alanlarda otorite olarak aranırlar. Yetkileri, bu merkezlerin ağın daha fazlasını kendisine bağlayarak insanları güçlendirmesine izin verir.[4][5]

Cenova’lı sanatçı Francesco Queirodo tarafından 18. yüzyılda yapılan ve Napoli Sansevero Şapeli’nde bulunan Aldatılmadan Kurtulma isimli heykel. (Il Disinganno (1753–54))

Cenova’lı sanatçı Francesco Queirodo tarafından 18. yüzyılda yapılan ve Napoli Sansevero Şapeli’nde bulunan Aldatılmadan Kurtulma isimli heykel. (Il Disinganno (1753–54))

Öte yandan, Fernand Braudel’in önerdiği üç seviyeli ekonomik model, klasik ve neo-klasik iktisadın yerine, bu yeni felsefi anlayışa göre yeni bir iktisadi model tasarlanmasında büyük faydası olacaktır. Bu model, 21. yüzyıl küresel sisteminin yeniden tasarlanmasında iyi bir şablon oluşturacaktır. Braudel’e göre, iktisadi sistemler üç düzeyden oluşmaktadır. Birinci seviye maddi üretim ve tüketimin yapıldığı seviyedir. İkinci seviye ise değiş tokuşun yapıldığı seviyedir. Kapitalizm kavramı ise sadece en üst seviyeye işaret etmektedir ve ancak ilk iki seviyenin belirli bir büyüklüğe ulaşması durumunda ortaya çıkmaktadır.

“Geçen yüzyılın büyük kapitalist yükselişi kuşkusuz, Marks tarafından bile, Lenin tarafından bile, esas olarak sağlıklı bir rekabetçilik olarak tasvir edilmiştir. Bu durum, yanılsamaların, mirasların, eski yargı hatalarının etkisi midir? [… ] XVIII. yüzyılda asalak bir soyluluğun bedava ayrıcalıklarının karşısında, ticari ayrıcalıklar henüz emeğin adil ücreti olarak kabul edilmekteydiler. […] Endüstriyel üretim (ki ancak kapitalizmin bir sektöründen ibarettir) çoğu zaman, geniş ölçekte rekabete dayalı küçük işletmelere ait bir işti; bu küçük işletmeler bugün de hala rekabetçidirler. Bunun sonucunda kamu yararına hizmet eden klasik girişimci imgesi tüm XIX. yüzyıla egemen olurken, onunla birlikte serbest müdahale ve “bırakınız yapsınlar”ın erdemleri de alkışlanmıştır. […] Halbuki zirvede tekeller, altta küçük ve vasat işletmelere ayrılmış rekabet bulunmaktadır. […] Zanaatkar atölyeleri ve küçük bağımsız işletmeler kapitalizm içinde yer almamaktadırlar. […] Kendi altındakiyle çelişki içinde olan kapitalizmle, gerçek kapitalizm olmayan arasında canlı bir diyalektik vardır. […] Önerilen çözüm “sermaye”nin tekelinin yerine, “devlet”in tekelini geçirmekten ibaret kaldıkça, yani sonuçta birincisinin hatalarını ikincisine eklemek oldukça, solun klasik çözümlerinin seçmenlerde heyecan uyandırmayışına kim şaşırabilir ki?”[6]

Braudel’in vurguladığı husus, en üst seviye olan “kapitalist” seviyenin “serbest piyasa” kavramını dışladığıdır. Yeni ekonomi modeli, ikinci seviye olan mübadele aşamasında serbest piyasayı uygulamaya devam etmelidir. Ancak üçüncü seviye olan kapitalist seviyede serbest piyasanın geçerli olduğunu varsaymak hem çevresel hem de insan bilincinin 21. yüzyıldaki gelişimi açısından son derece sakıncalı sonuçlara neden olacaktır. Neo-liberal yıkımı yaşamış 21. yüzyılın Rusya’sı için yeni bir model arayışında olan Aleksandre Dugin’in[7] Braudel’den esinlendiği açık olan yeni modeline ek olarak, Dünya Ticaret Örgütü üyesi Çin’in Washington Uzlaşması’ndan gittikçe uzaklaştığına dair ortaya çıkmakta olan göstergeler, bu iki ülkenin kapitalizm tanımı ile serbest piyasa tanımı arasındaki bu zorlama bağı kavramsal olarak çoktan kırdığına işaret etmektedir. Bu tutum, yukarıda bahsedilen yeni organik felsefi (bir şekilde idealist felsefe ile yakınlığı da tartışılabilir) yaklaşım ile uyumludur, zira kapitalizm serbest piyasadan doğmuş, ancak ondan çok farklı ve hatta onun tam zıddı özelliklere sahip bir yapı olarak düşünülebilir. Gerçekte, sadece idealist felsefe değil, aynı zamanda Doğu düşüncesi ve tasavvuf da Braudel’in bu tanım ve yaklaşımı için güçlü argümanlara sahiptir. 21. yüzyılda sosyal bilimler son derece heyecan verici çalışma alanlarını sahip olacağa benzemektedir.

Sermaye doğası gereği küresel olma eğilimdedir ve görünen o ki, 21. yüzyılda küresel hale gelmiş ve aşkınlığını tamamlamış bir varlık olarak küresel sermayeden bahsedebiliriz. Bu durumda şu soru gündeme gelmektedir: Serbest piyasa boyası ile boyanmış ama serbest piyasa ile ilgisi olmayan küresel sermaye konusunda başımızı öteki tarafa çevirirsek, insanlık bu gezegende daha kaç yüzyıl daha varlığını devam ettirebilir?[8] Belki de küresel sermayenin de kendi aşkınlığını / ötekisini / zıddını / sentezini üretme zamanı gelmiştir. (Biraz anlam kaymasına uğratarak) Frank Perlin’den[9] ödünç alınan bir ifadeyle, insanlığın Babil Kulesi’ni yeniden inşa etme zamanı gelmiştir. Bir sonraki soru ise şu şekilde ortaya çıkmaktadır: Küresel finansal işleyişini Birleşmiş Milletler gibi uluslararası bir kuruluşun inisiyatifine bırakmak da ne sağlıklı bir tutum olur? Bu kurumlarda ortaya çıkacak olan yozlaşma ve bozulmanın sonuçlarının mevcut durumdan daha iyi olacağını nasıl garanti edebiliriz?

Gerçekte bir üçüncü çözüm daha bulunmakta ve uzun zamandır da başarıyla uygulanmaktadır. Avrupa Birliği’nin ürün denetimlerinde uyguladığı “Yeni Yaklaşım” veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin gelişim süreci bu üçüncü yola iyi bir örnek oluşturmaktadır. Bu üçüncü yol şu şekilde anlatılabilir:

  • Değerleri ve hedefleri tanımla.
  • Küresel anlamda kamu, özel, akademi, sosyal kuruluşlar, bireyler vb. tüm kişilerin imkân ve kapasiteleri ölçüsünde bu değerler ve hedeflere uygun davranmak ile sorumlu olduğunu ilan etmek.
  • Sabitlik ve değişmezlik, bu değer ve hedeflerde olmalı, ancak bunlara nasıl ulaşılacağı konusunda esneklik sağlayabilecek mekanizmalar olmalı.
  • Uluslararası kurumlar, sonuçların değer ve hedefler ile ne derecede uyumlu olduğu konusunda izleme ve raporlama faaliyetini yerine getirmelidirler.
  • Bu değer ve hedeflere nasıl ulaşılacağı konusunda sadece tek bir yol tanımlanmamalı, birden fazla yol belirlenmeli. Bununla da kalmamalı, tekil ve tikel kişiliklerin başka önerileri olması durumunda sadece bunlar için yol açılması değil, aynı zamanda bu kişi ve grupların maddi, idari vb. şekilde desteklenmesi için yapılar da oluşturulmalı.
  • Sadece devletlerin değil, diğer tekil ve tikel kişiliklerin de bu küresel değer ve hedeflere ulaşılması konusunda öneri geliştirme ve gerektiğinde şikayetçi olma konusunda hak ve imkanlara sahip olmasının, sistemin sağlıklı çalışması için elzem olduğu hususu temel bir şart olarak tanımlanmalı.[10]

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi süreçlerinin nasıl işlediği konusunda kamuoyunda yeterli birikim olduğunu varsayarsak, daha ilginç ve somut bir örnek üzerinden bu öneriyi tanımlamaya çalışacağım. Mevzuat hazırlama ve uygulama süreci olarak Avrupa Birliği’nde uygulanan “Yeni Yaklaşım” hakkında bir fikir verebilmek için çok sık kullanılan bir örneği hem somut hem de mecazi / sosyal / idari / siyasi / Kant ahlakı (ve hatta hermenötik) anlamda burada zikretmek istiyorum. “EMC Direktifi” olarak da bilinen ve aslında kendisi çok basit olan, ancak uygulanması konusunda devasa bir birikim oluşturulması gerekmiş bu “Yeni Yaklaşım Direktifi”, bu öneri kapsamı yeni idari ve hukuki düşünme şekline iyi bir örnek oluşturmaktadır. Tüm elektrikli cihazlar veya araçlar birbirine bağlandığında veya birbirine yakın olduğunda birbirini etkiler, örneğin TV setleri, GSM ahizeleri, radyolar ve yakındaki çamaşır makinesi veya elektrik hatları arasındaki parazit bazı olumsuz etkilere neden olabilir. Daha net bir ifadeyle, “Elektromanyetik Uyumluluk (EMC) Direktifi” kabaca iki amaç güder: Elektrikli ve elektronik ekipmanın elektromanyetik bozulma oluşturmamasını veya bunlardan etkilenmemesini sağlar[11] (Bu iki temel kural dışındaki kriterler, standartlar, test yöntemleri, idari süreçlerin önemli bir kısmı vs. ise tersi kanıt gösterildiğinde değişime tabi olabilecek kural ve hükümlere bağlıdır. Ayrıca başvuru üzerine ve yeterli kanıt gösterilmesi durumunda alternatif kriter ve test yöntemlerinin önü açıktır). Kant dilinde söylersek, bu Direktif, kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmama kuralının mühendislik ve idari dillerdeki ifadesine mükemmel bir örnek oluşturmaktadır.[12][13] Her ne kadar hem EMC Direktifi hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin çalışmalarının sonuçlarının mükemmel olmadığının iddia edilmesi mümkün olsa da bu alanlarda önemli adımlar atıldığı ve olması gereken konusunda olumlu örnekler oluşturulduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır.

Küresel ortak kural ve meşreplerin diktatörlüğü yerine, ilke ve amaçların ortaklığı üzerinden yürüyen idari, sosyal ve ekonomik çoğulcu ve katılımcı mekanizmalar, Babil Kulesi’nin elif formunda yeniden dikilmesini sağlayacaktır. Evrensel elifin varlık bulabilmesi için, ulusal büyük stratejilerin (grand strategies) üzerindeki jeopolitik baskıların azaltılması gerekmektedir. Ortak amaç ve hedeflerin varlığı, jeopolitik çatışmalar üzerinden baskı yoluyla değil de bu hedef ve amaçlar üzerinden insanlığın ilahi tarafına yakışır adil ve kapsayıcı bir kubbe inşa etmesini sağlayacaktır.

Sonuç olarak, serbest piyasa ve rekabete dayalı mübadele biçimlerinin küresel anlamda sadece kapitalist / finansal sermaye sahibi sınıf için gerçekleştirilebilen aşkınlık ürettiğine ilişkin düşünce, 21. yüzyılda yeniden ortaya çıkmakta olan idealizm ile daha iyi uyum sağlamaktadır. Sistemlerin olasılık dahilinde aşkınlık üreteceği düşüncesi gerçekte hem çok eski eski hem de yeni bir düşüncedir ve bu açıdan bakıldığında Marks’ın üretim ve para döngüleri ile Braudel’in ekonominin seviyelerden oluştuğuna ilişkin düşünceleri, 21. yüzyılda herhangi bir iddiası olabilecek siyasi güç açısından önem taşımaktadır. İronik bir şekilde bu artan önemin bir kısmı, bilgisayarların artan işlem gücü ile doğrusal olmayan matematiği daha iyi anlamamızdan kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede, bu yazı mevcut Washington Konsensus’unu temel alan iktisat eğitiminin 21. yüzyılda geçersiz olabileceğini iddia etmekte ve Marks ve Annales Okulu’nun çalışmalarının iktisat eğitiminde ağırlığının artırılmasının öneminin altını çizmektedir.

[1] Pier Luigi Luisi & Fritjof Capra, The Systems View of Life, Cambridge University Press, 2016.

[2] A.g.e. s. 10-12

[3] A.g.e. s. 64-65

[4] A.g.e, s. 14

[5] 17. yüzyılın yarı-hegemonu küçük Hollanda nasıl hala 21. yüzyılda küresel ticarette etkin olabiliyor? Bu sorunun cevabını Capra ve Luisi’nin bahse konu çalışması kapsamında doğrusal olmayan matematik ve ağ yaklaşımı üzerinden verebiliriz. Nükleer caydırıcılığın hüküm sürdüğü bir yüzyılda, ağ yaklaşımlarını ulusal politikaların oluşturulmasında daha yakın incelemek ve mümkün olduğunca da uygulamaya çalışmak, ulusalcılıktır. Kanal İstanbul projesini de bu yeni yaklaşım açısından değerlendirmek akılcı olabilir. Babil Kulesi yeniden dikilecekse, öznenin elifin tam kendisi olması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, Ergenekon Destanı başka kültürlerde bulunmamaktadır.

[6] Fernand Braudel, Maddi Uygarlık, Dünyanın Zamanı, (Çev. Mehmet Ali Kılıçbay), İmge Kitabevi, 3. Baskı, s. 547-550.

[7] “Ekonomide gerçek “üçüncü yol”, klasik şeklini “büyük alanların ekonomik otarşisi” prensibini formüle eden Friedrich List’in eserlerinde bulmuştur. … List tarafından öne sürülen ekonomik hiyerarşi şu basit formülle ifade edilebilir: Ölçüleri açısından, fertlerin çıkarlarını ilgilendiren iktisadi hayatın alanları piyasa prensiplerine göre idare edilmeli ve “özel mülkiyete” dayanmalıdır. Burada evler, büyük olmayan üretim, küçük toprak mülkleri vb söz konusudur. İktisadi faaliyetin şu veya bu türünün önemi arttıkça, “özel mülkiyet” ve özel faktör kolektif çıkarlarla çelişkiye düşebileceğinden üretim şekli kolektif mülkiyetin niteliğini kazanmalıdır. … Neticede devlet ve devletin stratejik statüsü ile doğrudan ilişkili olan ekonomik alanlar denetlenmeli, sübvanse edilmeli devlet mercilerince yönetilmelidir. … “Üçüncü yol” ekonomik eğilimi, “büyük alanların otarşisi” prensibi, uygulandığı yerde milli-devlet teşekkülünün azami kapasitesini talep etmektedir. List, bu teorileri yetersiz demografi, kaynak ve sanayi kapasitesine sahip ülkelerde gerçekleştirmenin imkânsız olduğunda ısrar etmekteydi. Bunun için de kendi döneminde Almanya, Prusya ve Avusturya’yı bir endüstriyel – mali blokta birleştirecek olan “Zollverein”, “gümrük entegrasyonu” şartını öne sürmekteydi. … Dolayısıyla, “üçüncü yol” ekonomi kendi teorisinde şimdiden, özne olarak “ulus devlet”i değil, İmparatorluğun çağdaş örneği olan jeopolitik entegrasyonu öngörmektedir. Aksi halde, ya milli güçlerin haddinden fazla yüklenmesi (SSCB’nin çöküş nedeni), ya da daha güçlü ve bağımsız bir komşuya (Avrupa, Japonya vs) bağımlı olma durumu ortaya çıkacaktır. … Bu durumda, günümüzdeki jeopolitik koşullara uygun olan Zollverein’ın yeni versiyonu, “Avrasya gümrük entegrasyonu” projesi ortaya konulabilir. … [“Üçüncü yol ekonomi” planların hayata geçirilmesinde] merkeziyetçilik öncelikle stratejik ve siyasi olmalıdır, hiçbir surette ekonomik olmamalıdır. … Şüphesiz ki ekonominin stratejik yönleri, yani kaynaklar, stratejik hammaddeler ve askeri sanayi [merkezi] bir yönetime sahip olmalıdır. Fakat sanayinin diğer dallarında ve aynı zamanda mali konularda vilayetlere [ve diğer birimlere] azami özgürlük verilmelidir. … Merkezin otoritesinde yalnızca stratejik üretim ve planlama kalacaktır. Bu da ekonominin ekseni olarak değil, zaten mevcut otonom bölgesel ağ üzerine koyulan bir küresel süper yapı olarak gerçekleşecektir. Bu durumda her iki alan birbirini etkilememelidir. Ev edilmesi, sosyal güvenlik veya gıda maddeleri ile teçhiz edilme, hiçbir surette o bölgede bulunan sanayi ve stratejik işletmenin ekonomik verimliliğine (bugün olduğu gibi) bağımlı kalamaz. … Genellikle ekonomi temel prensibe, yani azami stratejik merkeziyetçiliğin yanı sıra azami bölgesel çoğulculuk ve “liberalizm” prensibine göre yönetilmelidir.” Aleksander Dugin, Rus Jeopolitiği – Avrasyacı Yaklaşım, Küre Yayınları, İstanbul, Temmuz 2003, s 116 – 124.

[8] En iyi ihtimalle 2 veya 3 yüzyıldan fazla olacağını düşünmüyorum.

[9] Frank Perlin, City Intelligible: A Philosophical and Historical Anthropology of Global Commodisation Before Industrialisation, Brill, 2020.

[10] Bürokratik geleneğin bir parçası olarak, bir kanun yazılırken genel gerekçe ve her bir madde için de ayrı ayrı madde gerekçesi yazılır. Kanunlar yayımlanırken bu gerekçelerin de yayımlanması faydalı olacaktır. Kanunlarda ilk maddede belirtilen amaç ve hedefler genelde yeterince açıklayıcı olmamaktadır. İlgili mevzuatın insanlık için belirlenen amaç ve hedeflerle nasıl uyumlu olduğu konusunda dünyadaki tüm otoriteler sorgulanmaya açık olmalıdır. Kural olarak sorgulanmaya açık olmayan kural ve mevzuatın, baştan genel ilke ve hedeflere aykırı olduğu kabul edilmelidir. Bu öneri, Türkiye’nin (özellikle de Marmara’nın) doğal jeopolitik konumuna dönüşü ile ağa bağlama yetkisi yoluyla güç edinme kavramı arasında bağlantı bulunmaktadır. Felsefi, ilkesel ve hedef odaklı anlamda hesap verebilme ile kendini bağlamak, ağ inşa edebilme kabiliyeti açısından çarpan etkisi yaratacaktır.

[11] https://ec.europa.eu/growth/sectors/electrical-and-electronic-engineering-industries-eei/electromagnetic-compatibility-emc-directive_en

[12] Kant ahlakı açısından, EMC Direktifi konusunda çalışan kamu ve özel sektör yöneticileri ile mühendislerin gözlerindeki yorgunluk ve bıkkınlığa ise paha biçilemez.

[13] Daha en baştan değer ve hedeflerin belirlenmesi ile imkân ve kapasitesi oranında her kişinin bunları hayata geçirme yönünde çaba göstermekle sorumlu tutulması da Kant ahlakının kendine yapılmasını istediğini başkasına yap şeklindeki ikinci şartını karşılamaya yöneliktir. Yeni Yaklaşım mantığı kapsamında, kişiler (gerçek veya tüzel) mevcut kural ve prosedürlere uyduklarını kanıtlamaları halinde, her durum ve şartta sorumluluklarını yerine getirmiş sayılırlar. Ancak, bu durum sözkonusu hedeflere ulaşma konusunda farklı yöntemler geliştirebilen ve bunu kanıtlayabilen kişilerin özgürlüğünü kısıtlamaz. Yeni Yaklaşımın mantığının en önemli noktası burasıdır.