Adı üstünde işte, ütopya yani hayal deriz, ama ah o insanoğlu yok mu deriz, bütün güzel şeyleri nasıl da mahvediyor, deriz. Hâlbuki insanoğlu böyle olmasa, hep iyilik güzelliğin peşinde koşsa, bak hepimiz ne kadar mutlu oluruz. Bu iş o kadar da zor değil, ama içimizde bazılarımız var, ah onlar yok mu, bizlerin bütün hayallerini emeklerini yok ediyorlar. Sonra deriz, bu tarih boyunca hep böyle olmuş, ama üzülmeyin, iyinin güzelin peşinde koşan insanlar da var ve onlar hiç ölmeyecek, umutlarımızı kaybetmeyelim. Yaşasın… artık meşrebimiz neyse… bir gün ayağa kalkacaklar ve biz o mutlu günleri yaşamaya başlayacağız. H.G. Wells ise “Zaman Makinesi” isimli eserinde bu durumla epeyce bir dalga geçer. Eserin ana fikri şudur: Eee, kurdun o güzelim dünyayı her şey çok güzel gitti diyelim sonra ne olacak? Her şeyin en, en, en sonunda ne olacak? Romanın sonunda bu sorunun cevabı var. Muhteşem tanımlanmış bir hiçlik.
Yıllar önce Orhan Hançerlioğlu’nun “Düşünce Tarihi” isimli eserini okurken, Leibniz ile Voltaire arasındaki o meşhur laf atışmasına çok gülmüştüm. “Bütün bunlara karşı Leibniz, tanrılık düzeyde, olabildiğince iyimserdir (optimist). … Şöyle der: Dünyamız, mümkün olan dünyaların en yetkinidir. Bu yetkin dünyada her şey en iyidir. Voltaire, Candide adını taşıyan çok hoş kitabında, (Leibniz’e), mümkün olan âlemlerin bu en mükemmelinde sana temiz bir sopa çekersem bu da mı en iyidir (diye sorar)”[1]. Yahu bu Leibniz de amma şaşkın adammış ha, Voltaire nasıl da lafı gediğine koymuş, tabii canım şöyle güzel bir dayaktan sonra insan her halükarda gerçek dünyayı görür artık, demiştim kendi kendime.
Ama şimdi Leibniz’in haklı olduğunu düşünüyorum. Leibniz haklı, çünkü evrensel sistemin mantığı durağan değil, her şey ama her şey hareket halinde ve değişiyor. Değişmeyen yasaları bulup, ondan sonra da gel keyfim gel yaşayalım mantığı, evrensel işleyişe aykırı. Bu nedenle de serbest piyasa ekonomisi, komünizm, ütopya tasarılarının tamamı bir noktadan sonra evrensel işleyişe aykırı hale geliyor. Hatta statik bir şekilde tanımlanmış hukuk devleti bile…
Toynbee’nin ifadesiyle “Eskimolar, göçebeler, Osmanlılar ve Spartalılar, başardıkları her neyse buna mümkün olduğunca insan doğasının sonsuz çeşitliliğini ortadan kaldırarak ve bunun yerine esnek olmayan hayvan doğasını varsayarak ulaşmayı başarmışlardır. … Biyologlar, son derece ihtisaslaşmış ortamlara kendilerini çok iyi adapte eden hayvan türlerinin aslında çıkmaz sokağa girmiş olduklarını ve evrimsel süreçte bir geleceklerinin olmadığını söylemektedirler. Bu tam olarak kendi kendini hapsetmiş (gelişimini durdurmuş – arrested) uygarlıkların kaderidir.
Hem ütopya denilen hayali insan topluluklarının hem de sosyalleşmiş böceklerin ulaştığı gerçek toplumlar, bu tip bir kaderle büyük benzerlikler gösterir. Eğer karşılaştırmaya girersek, karınca yığınında ve arı kovanın yanı sıra Platon’un “Cumhuriyet”inde ya da Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sında da, hapsedilmiş uygarlıklarda olan şeyi bulacağız: kast ve uzmanlıklar.

Jacques Louis David
Sabine’li Kadınların Araya Girişi ⎸The İntervention of the Sabine Women, 1799
Louvre Müzesi, Paris
Çöküşü durdurmak ütopyaların en büyük önceliğidir, zira çoğunlukla toplumun bireyleri gelecekte ilerleme kaydedilebileceğine dair umutlarını kaybetmeden önce yazılmazlar. Bu nedenle neredeyse tüm ütopyalarda –ki bu tür edebiyat türüne ismini veren İngiliz dehasının çalışmasını ayrı tutmak gerekir– bozulmayacak bir denge için diğer tüm toplumsal amaçlar geri plana itilmekte ve gerekirse de kurban edilmektedir.”[2]
Kural nedir? Sistem nedir? Kodifikasyon nedir? Algoritma nedir? Daha da basitleştirelim, bilgi tam olarak nedir? Bu noktada Maxwell’in cini[3] kavramı ile devam etmek istiyorum. Kapalı bir kutu düşünelim. Sonra kutuyu ikiye bölen bir sızdırmaz levha koyalım. Bu levhada sadece bir molekülün geçebileceği bir delik olsun. Bu deliğin üstünde de bir karar mekanizması koyalım. Eğer deliğe yaklaşan molekülün hızı belirli bir değerin üstündeyse delik açılsın ve molekül geçebilsin, eğer molekülün hızı yavaşsa delik kapalı kalsın ve molekül geçemesin. Bir süre sonra öteki tarafta hızlı moleküller birikir ve ısı yükselmeye başlar. Bunun için bir enerji harcanmamıştır, sadece karar verebilen bir mekanizma bu iki ortam arasında bir farklılığa neden olmuştur. İşte sistemlerin / algoritmaların / hukukun mantığı da bu şekilde çalışır. Şu nokta önem arz etmektedir: Tek başına bilgi ve bilinç, varlık (ısı) ortaya çıkarabilmektedir. Sadece daha önceden mevcut olan bir ayrıma (iki ortam arasındaki levha) ihtiyacı vardır. Varolmak, varolmayanın zıtlara ayrılmasıdır. Varlık varsa, ayrım ve bilinç de var demektir. Diğer bir deyişle, varlığın bizzat kendisi ayrım ve bilincin yeterli kanıtıdır.
Elimizde, ayrım, bilinç ve varlık var. Sanki yaşam denen bu tiyatronun bütün amacı bilinci yükseltmek gibi. Kozmos kocaman bir bilinç üreten makine gibi. Ancak, Wells’in “Zaman Makinesi” isimli eserinde işaret ettiği gibi ütopya kavramı bilincin yükseltilmesini engelleyici bir işleve sahip olabilir. Bunun nedenini daha net anlatabilmek için ekonometriden yardım alacağım. Ekonometrinin mantığı şudur: Rakamsal olarak tanımlanmış değer grubu (veya grupları) arasındaki ilişkiyi (ilişkileri) bulabilmek için bir denklem yazmaya çalışırız. Bu denklem öyle bir şekilde yazılmalı ki, denklemin tahmin ettiği değerler ile gerçek değerler arasındaki hata payı minimum olsun. Böyle bir denklem yazıldıktan sonra, arkamıza keyifle yaslanıp, denklemin bizim yerimize karar vermesini bekleriz. Ütopya kavramı da tam olarak böyle çalışmaktadır. Sistemi kuralım, sonra denklem / algoritma çalışmaya başlasın, biz de Wells’in “Zaman Makinesi” hikâyesindeki gibi küçük, mutlu ve ahmak karakterler olarak keyfimize bakalım.
Bu denklemi belirlemek o kadar da kolay bir şey değildir. Zira hayat çoğunlukla (hatta her zaman) lineer bir şekilde çalışmaz. Ama bundan daha da önemli bir şey vardır. Özellikle maksimize / minimize etme gibi sorunlar çıktığında tek başına tek işlemli matematik yetmemektedir. Bu durumlarda iterasyon denen bir yöntem kullanılır. Denklem ve değerler belirlenir, sonuç alınır, alınan sonuca göre yeniden değerleme yapılır. Sonuç alınır ve yeniden değerlendirilir, süreç böyle gider. Sürecin bazı noktalarında insan müdahalesi gerekebilir. Bilinç üreten bir makine olarak evren de, bilinç üretimini maksimize edebilmek için, bazı durumlarda kendi ürettiği şeyin, yani bilincin müdahalesine ihtiyaç duyar.
İşleri biraz daha karıştıralım, ya bir şeyin maksimize / minimize edildiği optimum nokta yoksa da, birden fazla varsa ne olacak? Bu durum ekonometride ciddi bir sorundur. O zaman bir iterasyon sürecinin çıktıları, başka bir optimum nokta için kullanılamaz, kendi sürecinde kullanılması gerekir. Bilinç üreten süreçler olarak medeniyetler, kültürler veyahut dinlere bu gözle bakmak gerekmektedir. Birinin çıktısından elde edilen sonuçlar bir başkasında, kendi özüne göre işlenmeden kullanılamaz, zira bunun hiçbir anlamı olmaz.
Peki, tam olarak bilinç nedir? Hepimiz ölümlüyüz. Peki, ölünce ne oluyor? Hayatımız boyunca uğraştık, didindik, yüksek bir bilince ulaşmak için çalıştık. Sonra öldük, bu kadar çaba çöpe mi gidiyor? Ruh göçü var mı? Ruh göçü bilinci de taşıyabiliyor mu? Tam olarak taşıyamıyorsa, belki de yayı buluta koymak gerekir, yani bilinci kültür gibi bizden sonra devam edecek başka bir şeye yüklemek gerekir.
Daha somut konuşabilmek için Hegel’den yardım alacağız. Hegel üç çeşit bilinçten bahseder. Saltık bilinç veyahut dünya tini (Weltgeist), halkların / toplumların bilinci, bir de bireylerin bilinci. Hegel’e göre, saltık bilinç halkların bilinci vasıtasıyla kendinin farkına varır ve kendini yükseltir. Bunun için ihtiyaç duyduğu itici güç de bireylerde (kahramanlarda) bulunur. Kahramanlar ne yaptıklarının tam olarak bilincine çoğunlukla varamazlar, ancak, onlar içlerinden bir itki hissederler. Dünya tini (saltık bilinç) belirli bir halkın bilincini kendinin farkına varma / yükselmesi için kullanmaya başlar. Ancak, bu süreç aynı zamanda kendini olumsuzlamadır da (negation). Bu nedenle saltık bilinç bir halkın bilincinde sonsuza kadar kalamaz, kendine uygun başka bir halk arar. Önceki halk yok olmaz, sadece tarihin sürükleyici unsuru olmaktan çıkar.

elinde Papa bir elinde kralı tutmakta olup, Balzac’ın Güzel İmperia isimli hikayesinden esinlenilmiştir.
Hegel’in kavramlarıyla matematiksel kavramları biraraya getirirsek belki şöyle diyebiliriz: Bir tek saltık bilinç, optimum noktalar arasında dolaşabilir. Bir iterasyon sürecinde optimuma ulaştıktan sonra başka bir sürece kendini katabilir, bu onun saltık bilinç olmasından kaynaklanır ve bir tek o bunu yapabilir. Ütopya kavramı, her ne kadar her uzamda ve zamanda geçerli değerlerin varlığını en başından kabul etse de, farklı optimum noktalar kavramını dışlar. Bu nedenle de hiçbir işe yaramaz.
Tarihe bu şekilde bakabilen, diğer bir değişle optimum noktalar arasında dolaşabilen saltık bilinç kavramı üzerine düşünce geliştirebilen, dört düşünür tespit edebildim. Birincisi Hegel, ikincisi Arnold Toynbee. Kendisi her ne kadar Batı medeniyetinin eşsizliğini kanıtlamak için elinden geleni ortaya koymuş olsa da, başarısızlığı başarısı haline gelmiştir ve listemize girmiştir. Üçüncüsü İbn Haldun. Gerçi İbn Haldun’da bir ilerleme fikri var mı emin değilim, ancak, dinamik bir tarih anlayışı onu da listemize almamıza neden olmuştur. Dördüncüsü ise akrabamız sayılan Lev Nikolayeviç Gumilëv.
Peki, bu dördünün başka ortak özelliği nedir? Herhangi bir kitapçıya gidiniz, siyaset teorisi hakkında herhangi bir kitap alınız, hatta sadece siyaset teorisi değil, tarih, sosyoloji, felsefe tarihi hakkında herhangi bir kitap alınız. Bu adamlar büyük olasılıkla bu kitaplarda ya olmayacaklar ya da çok az ve yanlış yer alacaklar. Siyaset teorisi kitaplarında Hegel olmaması akıl alır gibi değil. Ama yok işte. Gumilëv’i artık beklemiyoruz bile.
Sorun nedir? Nazilerin yaptıkları mı? Naziler kötü insanlardı, bu kişiler altyapılarını Alman idealizminden aldı, dolayısıyla Alman idealizmi kötüdür, ama İngiliz deneyselciliği ile Fransız akılcılığı iyidir. Çünkü onlar Nazilerden iyi olduklarını kanıtladılar. Belki Naziler Alman idealizminin en yüksek noktalarından biri olan ve Hegel tarafından tanımlanmış efendi-köle diyalektiğini cancağızları öyle istediği için hasıraltı etmişlerdir? Belki bu düşünce şekli hâlâ hasıraltı ediliyordur? Ve hatta daha da belki, İslamiyet’in kendi özüne kavuşabilmesi için efendi-köle diyalektiğinin idealizm kavramları içinde çok iyi anlaşılması gerekiyordur? Konuyu dağıtmayalım.
İterasyon süreçlerinin başarılı bir şekilde kesintisiz devam edebilmesi için, Arnold Toynbee tarafından tanımlanan ‘yaratıcı azınlık’ kavramı ile bu grupların tarihsel süreçler içindeki fonksiyonunu iyi anlamak gerekmektedir. Arnold Toynbee’ye göre, medeniyetler belirli aşamalardan geçer. Bir medeniyetin çekirdeğini başlangıçta yaratıcı azınlıklar olan gruplar atar. Bir yaratıcı azınlık özel bir tarihsel anda özel bir misyon yüklenir. Ütopyaların hayata geçirilmeye çalışılması, bu grupların ölüm fermanıdır, zira yaratıcı bireyler bulundukları ortamda kaos yaratırlar. Hem yanarlar hem yakarlar. Ütopyaların ise en önemli amacı, bu kaosu ortadan kaldırmaktır.
Karınca veya arı değiliz. Biz insanız. Dinler kısaca “insan gibi davran” diyor. Bunu nasıl diyor, Yaratıcı sonsuzdur diyor, O’nu belli bir kalıba hapsedemezsin diyor, beni şeytanın yolundan uzak tut diye dua et, aklını ve bilincini hapsetme diyor, O’na kulluk et diyor, yani kurala / algoritmaya / sisteme kulluk etme, diyor. Bunlara boyun eğmen aklın / bilincin emrettiği sürece olsun, ancak en üst bilinç durumun gerçek ve nihai efendin olsun, Yaradan sen vazgeçmediğin sürece senden vazgeçmez, diyor. Ütopyalar Tanrı’dan vazgeçmek demektir, ben en üst bilinç durumumla karar alabilecek, iyiyi güzeli bulabilecek durumda değilim demektir.
Şu anda dünya tininin hareketi ne durumda? Serbest piyasa, insan hakları, demokrasi, sosyal devlet vb. bunların hepsini ortaya koyan halkların yaratıcılıklarının sonuna gelindi. Sorun bu kavramların yanlış olması değil, sorun bu kavramların artık yetmemeye başlamasıdır. Dünya tini kabuk değiştirmeye hazırlanıyor. Çeşitli alternatifler ortaya çıkacaktır. Yeni kurulacak sistemlerde bazı noktalara dikkat etmek gerekmektedir.
En önemli nokta, Toynbee’nin tanımladığı yaratıcı azınlıkların kesintisiz bir şekilde ortaya çıkabilmesi ve etki alanı yaratabilmeleri için gerekli siyasi, ekonomik ve toplumsal ortamların oluşturulmasıdır. Yaratıcı azınlıkların ortaya çıkabilmesi için binlerce yıllık insan düşüncesinden beslenebilen bireylerin olması gerekmektedir. Sadece kuru kitap bilgisi ile bunu sağlamak mümkün değildir; yaşamak, deneyimlemek gerekir. Bunun için de toplumsal enerjinin baskılanmadan iyi yönlendirilmesi önem arz etmektedir. Ticaret, toplumsal enerjinin her anlamda karşılıklı iletişime yönlendirilmesi için iyi bir yöntemdir. İktisatçıların ticareti ‘ne güzel işte hepimiz daha çok tüketebiliriz’ diye desteklemelerini bir kenara bırakalım. İnsanlar otursunlar, konuşsunlar, kavga etsinler, uzlaşsınlar, kazık atsınlar, güvensinler, para kazansınlar, para kaybetsinler ama birbirlerine doğru itilsinler.
Bu çerçevede, ticaret, saltık aklın enerjisini artırır, zira sadece mal hareketliliğini değil, insanın hem fiziksel hem de zihinsel hareketliliğini artırır. Ticaret peşindeki insanlar yetmediği yerde avukatlarını, muhasebecilerini götürürler. Bir süre sonra bu da yetmez, politikacıların kapısını aşındırırlar, onlar da başka ülkelerdeki politikacıların. Sonra avantaj kazanmak için daha bilgili ve ikna edici olmak gerektiğini anlarlar, bu sefer sanatçılar, akademisyenler devreye girer. Ticaret peşinde koşan gencecik insanların enerjisi bütün bir sistemi harekete geçirir.
Ticaretin bir faydası daha vardır: Kodifikasyon süreçlerini hızlandırır. Kodifikasyon hukuksal bağlamda, yazılı olmayanın ortak bir anlayış çerçevesinde yazılı hale gelmesi demektir. İnsanlık halihazırda büyük bir küresel kodifikasyon sürecini yürütmektedir. Bunun temel nedeni ise ‘Toplumsal Sözleşme’ kavramının bir üst basamağı olan ‘Toplumlararası Sözleşme’ kavramının güçlenmeye başlamasıdır. Her ne kadar toplumlararası sözleşmeler insanlık tarihi kadar eski olsa da, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra çok hızlı bir gelişme sürecine girmiştir. Bu süreç iyidir ve devam etmesi gerekmektedir. Bu sürecin en önemli yakıtı ticaret, onun da yakıtı insanların daha iyi bir yaşama kavuşma arzularıdır. İşte bu noktada çevresel yükün azaltılması için daha iyi bir yaşam ile sahip olma arasındaki bağın zayıflatılması gerekmektedir. Bu da bilgi ekonomisi içinde yeşerecek paylaşım ekonomisinin güçlendirilmesi sayesinde olabilir.
Dipnotlar:
[1] Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, 1985, s 205.
[2] Arnold Toynbee, A Study of History, Vol I-VI, Oxford University Press, s. 182,183.
[3] Düzen ve Düzensizlik Bilginin Hikâyesi, (24. dakikadan sonrası) https://www.youtube.com/watch?v=HFbexNuJ7a4&list=LLnnG5JCBLNkvtC5kpa-p93g&index=44&t=2s