Okuldayken, bilimin önemini anlatmak için eskiden insanların inandığı içi boş inançlar hakkında örnekler verilirdi. Bunlardan en popüler olanlarından birisi de dört elementti. Atomların ve periyodik tablonun bilindiği bir dünyada, dört elementten bahsetmek saçma bir şeydi. Ancak, modern çağ acaba dört elementte gizlenen bilgeliğin geçersiz olduğunu kanıtlayabilmiş midir? Yoksa bizler modern dünyanın üzerinde kurulduğu aksiyom ve varsayımları yeterince anlamamış olabilir miyiz? Carl Schmitt’in de vurguladığı gibi[2] suyun içinde yaşayan ve suyun varlığından habersiz balık gibi, biz de bu aksiyom ve varsayımları verili olarak mı kabul ediyor ve üzerinde fazla da düşünmüyor muyuz? Örnek olarak, dünya ticaretinin büyük kısmının denizler üzerinden yapılması ve denizlerin de pratikte önce İngiltere sonra da ABD tarafından güçlü donanma vasıtasıyla kontrol edilmesi durumu olmasaydı, ekonomik liberalizmin determinist yapısı hala geçerli olur muydu? Halihazırda küresel yönetişim ağı, ekonomik liberalizmin getirdiği bu determinist yapının, eninde sonunda herkes için barış ve refah üreteceği ön kabulüne dayanmaktadır. Ancak, gelir eşitsizliklerinin hızla artması konusunda herkes endişelerini dile getirmekte, gündeme getirilen önerilerin büyük çoğunluğu ise sisteme yama yapmaya çalışmaktan öteye gitmemektedir. Dört element yaklaşımı her ne kadar çevresel konularda gündeme gelmeye başlamış olsa da, bu unsurlar ile siyasi ve ekonomik yapılar arasındaki bağları daha yakından incelemek faydalı olacaktır.
Jeopolitik, doğası gereği kara ve deniz ayrımı üzerinden siyasi teoriler üretmektedir. Günümüzde her ne kadar farklı bölgelerde bulunan ülkelerin kurduğu siyasi ilişkiler anlamında kullanılıyor olsa da, dört elementin insanlığın inşa ettiği siyasi yapılar üzerindeki etkisine işaret etmeyen hiçbir argümanı jeopolitiğe bağlamak doğru değildir. Günümüzdeki uluslararası ilişkiler yaklaşımları, ülkeleri bir toplu iğnenin ucunda ilişki kuran birimler olarak tanımlamaktadır. Bu ülkeler arasında mesafe olduğunu işaret eden her yaklaşım ise hemen jeopolitik kavramı içinde değerlendirilmektedir. Her iki yaklaşım da meselenin kavranılması için yetersizdir. Dünyada olup biteni anlayabilmek için, dört element kapsamında çalışılan jeopolitik, en az Marksist literatür kadar önemlidir.
Küresel sistem, Marksist literatürün sosyal bilimlere kazandırdığı önemli kavramlardan birisidir. Bu anlayış, küresel sistem içinde coğrafyaya son derece dar bir şekilde yer vermekte olup, dört element ile bu anlayışın herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu şekilde bakıldığında, küresel sistem kavramı Bağlantısızlar Hareketi veya UNDP gibi bazı somut sonuçlar üretmiş, ancak bu tip hareketlerin etkinliği de sınırlı olmuştur. Marksist ve devamı niteliğindeki literatürün, emperyalistlerin bu gücü nereden aldıklarına ilişkin tespitleri gerçekte dar kapsamlıdır. Bu anlayışa göre, sömürünün kaynağı diğer ülkelerle paylaşılmayan teknoloji üretme ve kullanabilme kabiliyeti[3] ile üretim araçları sahipliği de dâhil olmak üzere mülkiyet ilişkileridir. Bu açıklama doğru olmakla birlikte, gerçek durumu tam olarak izah edememektedir. Emperyalist ülkeler gerçekte Mackinder’in önerilerini harfiyen takip etmektedirler. Küresel sistemin nasıl kontrol edildiğine ilişkin açıklamaların Marksist yaklaşımdaki ısrarı da, bu kontrol araçlarının meraklı bilinçlerden gizlenmesine katkı sağlamaktadır. Diğer bir deyişle, gelişmekte olan ülkelerdeki aydınlar solcu alternatif kuramlarla çelik çomak oynarken, emperyalizm yükünü tutmaktadır.
Mackinder’in tam olarak ne söylediğine geçmeden önce, dört element açısından insanlık tarihini kısa bir şekilde incelemek faydalı olacaktır. Keşifler çağından önce, insan toplulukları arasındaki ilişkiler, özellikle de ticari ilişkiler sınırlıydı. Bu durumda da dört element ile medeniyet arasındaki ilişki büyük ölçüde doğal kaynak ve iklim ile sınırlanıyordu. Denizler üzerinden ulaşıma dayanan keşifler çağı ise dünyanın başka bölgelerindeki kaynaklara ulaşımı mümkün kılmıştır. Ancak altın, gümüş, baharat veya güzel kumaşlar gibi ürünlere daha ucuz ulaşım haricinde, başka bölgelere ulaşımın ticari açıdan gerçekten kullanılabilmesi için özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında hız kazanan sanayileşme çağını beklemek gerekmiştir. Burada şu hususun altı çizilmelidir: Sanayileşme ile deniz ulaşımı, hem ekonomik hem de siyasi anlamda bugüne kadar birlikte büyümüş ve evrilmiştir. Dünyadaki ulus-devlet gibi siyasi yapıların yaygınlaşması, büyük ölçüde sanayi ile deniz ulaşımından kaynaklanan deniz jeopolitiği arasındaki diyalektik ile yakından ilişkilidir. Westfalya ile başlayan ulus-devlet kavramının Avrupa kıtasının dışına taşınmasındaki itici güç, bu siyasi modelin ilahi derecede insanlığın önünü açan bir kurum olmasından ziyade, deniz ulaşımına dayanan jeopolitik kodlara sahip İngiltere ve ABD’nin, karaları kontrol edebilmek için ulus-devlet boyutundaki küçük birimlerin son derece işe yaradığını fark etmeleridir. Bu anlayışın temelini Mackinder atmıştır. Mackinder kısaca, 20. yüzyılın hemen başlangıcında, deniz jeopolitik kodlarına sahip devletler tarafından, ne pahasına olursa olsun büyük dünya adasında (Asya + Avrupa + Afrika) ulus-devlet ölçeğinden daha büyük bir siyasi birim kurulmasının önlenmesini tavsiye etmiştir. Burada kritik nokta şudur: Deniz jeopolitik kodlarına sahip devletler kalpgah olarak bilinen büyük dünya adasının tam ortasına (kabaca Türkiye’nin kuzeyi ve kuzey doğusu ile kutup dairesi arasında kalan kısım ile Orta Asya) sızamazlar. Ancak, büyük bir donanma inşa etmesi halinde, aynı durum kalpgâhı kontrol edebilen kara jeopolitik kodlarına sahip devlet açısından geçerli olmayacak ve bu devlet bütün dünyayı kontrol edebilecektir. Kalpgâhın bölünmüş durumda tutulması, deniz jeopolitik kodlarına sahip devletlerin güvenlik ve refahının temelidir. Almanya iki defa ulus-devletin ötesine geçmeye çalışmış ve başarısız olmuştur. Daha sonra Sovyetler Birliği aynı çabaya girişmiş, ancak, Mackinder’in kalpgâh veya güç merkezi olarak tanımladığı Doğu ve Orta Avrupa ile Türkiye’yi kontrol etmekteki uzun vadeli başarısızlığı, onun 21. yüzyılda ulus-devlet kalıbının ötesinde bir siyasi oluşumu hayata geçirmesine izin vermemiştir.[4]
Dört elementin farklı özellikleri ile ilgili olarak bir önemli hususun daha altını çizilmesi gerekmektedir. Denizlerin sahibi yoktur[5], bu nedenle güçlü bir donanma kurulması durumunda, su üzerinden uzun mesafeli ulaşım ucuz olacaktır. ABD’nin böyle bir donanma kurmaya gücü yetebilir. Ancak, karasal hegemonyanın tesisinde askeri unsurların finansmanını hiçbir zaman tek bir devlet karşılayamaz. Çünkü uzun mesafe ticareti sağlamak için, denizlerin aksine, karasal ulaşım yollarının pek çok ülkenin topraklarından geçmesi gerekir ve bu ülkelerin hepsini işgal etmek ne ABD’nin[6] ne de Çin’in imkân ve kapasitesi dâhilindedir. Bu nedenle, “bükemediğin eli sıkacaksın” mantığı, 21. yüzyıl Pax-Humana’sının temeli olabilir.[7] Daha net bir ifadeyle, insan medeniyetinin dört element ile kurduğu ilişkideki köklü değişiklikler, bu sefer ebedi barışa hizmet edebilir.[8]
Jeopolitik kavramı genelden özele, tümelden tikele gider. Dört elementin nasıl kullanıldığına bağlı olarak küresel rekabetin nasıl şekilleneceğine dair determinist bir yapısı vardır. Dünyayı anlamak için tek yöntem olarak kullanılması sakıncalıdır, ancak, tamamen göz ardı edilmesi daha da sakıncalıdır. Dört element, jeopolitik ile küresel sistem inşası kavramları arasında sıkı bir bağ vardır. Bu bağın modellenmesi için Jeremy Rifkin’ın sistem yaklaşımının incelenmesi faydalı olacaktır. Rifkin, ister insan bedeni ister araba olsun, isterse küresel sistem olsun, bütün sistemlerin üç ana unsura bağlı olduğunu düşünür. Sistemin işlemesini sağlayan yakıt (ateş), sistemin birimleri arasında maddi değişimi sağlayan taşımacılık (toprak, su veya hava yoluyla) ve sistemin birimleri arasındaki iletişim (hava, toprak veya su yoluyla).[9] Jeopolitik düşünce, enerji ürünlerinin (fosil yakıtlar) nerede çıkartıldığını önemsemekle birlikte, küresel tek bir ekonominin olduğu bir dünyada, esas olarak enerji ürünlerinin nasıl taşınacağı sorusunu sorar. Çok yakın zamana kadar bu sorunun neredeyse tek bir cevabı vardı: Denizler. Ancak, petrol ve doğalgaz boru hatlarının yaygınlaşması ve Asya kıtasının doğudan batıya demiryolu ile bağlanması, karaların taşımacılıkta öne çıkabileceğini göstermektedir. Aynı durum diğer ürünlerin taşımacılığı için de geçerli olacaktır. İletişimde ise uydular gibi kablosuz teknolojiler ile hem askeri hem de ticari alanda hava taşımacılığının daha fazla kullanılması, dünyada güç dağılımında hava elementinin ağırlığının artmakta olduğunu göstermektedir. Bu durum da, sadece ABD gibi deniz jeopolitik kodlarına sahip devletlerin küresel hegemonyasını azaltıcı bir etmen olarak kalmayacaktır, aynı zamanda ulus-devlet siyasi formunun da başka bir şeye dönüşmesi konusunda itici güç sağlayacaktır. Bu çerçevede, medeniyetimizin dört elementi nasıl kullandığı konusundaki bu değişikliklerin Avrupa Birliği gibi bütünleşme hareketlerini güçlendirmesi beklenebilir.[10] Ancak asıl olarak iki soru önümüzde durmaktadır: 21. yüzyılda denizlerden kara ve hava elementine doğru kaymakta olan medeniyetimizin, Hardt ve Negri’nin imparatorluk kavramı ve Harari’nin dataizmi ile ilişkisinin gelecekte nasıl şekilleneceğidir.
Karl Marx, kapitalist üretim modunun, ürettiği çelişkiler yüzünden devamlı olarak büyümek zorunda olduğunu ileri sürmüştü. 20. yüzyılda deniz jeopolitik kodlarına dayalı küresel düzen açısından bu büyüme, daha çok ulus-devlet formundaki siyasi yapıların, ağırlıklı olarak iktisadi araçlarla gittikçe daha fazla kontrol altında tutulmasına dayanmaktaydı. Bu durum da, bir çeşit görünmez imparatorluk formunu oluşturuyordu. Ancak, hem deniz güçlerinin karaları kontrol etme imkânı kalpgâhda sınırlıdır hem de artık bu güçlerin karaları kontrol etme araçları Soğuk Savaş ve öncesinde olduğu kadar verimli kullanılamamaktadır. Kapitalizm, kendi iç çelişkilerini çözebilmek için ulus-devlet formunun denizlere (münhasır ekonomik bölge gibi) ve havaya (frekans sınırlamaları ile ulusal hava alanı kontrolünün gittikçe önem kazanmaya başlaması gibi) genişlemesini bilinçli bir şekilde önlememektedir. Ulus-devlet üzerinden bu alanlar da piyasaya yönelik üretim ve kullanımın içine çekilmektedir. Ayrıca, daha önce büyük ölçüde kapitalizm ile sınırlı etkileşime girmemiş Asya’nın tam ortası da hızla küresel piyasa ilişkilerinin içine çekilmektedir. Küresel ekonominin, deniz jeopolitik kodlarına sahip küresel hegemon (önce İngiltere sonra ABD) ile ilişkisi 20. yüzyılda nispeten sancısızdı, çünkü I. ve II. Dünya Savaşları, ABD’nin izolasyon politikasını tersine çevirmiş ve bu yeni dönemde ABD siyasi aygıtı küresel ekonomiyi kontrol etme konusunda ekonomik aktörlere daha fazla bel bağlamak zorunda kalmıştı. Ancak, tam olarak Mackinder’in uyarılarına uygun olarak, Çin’in Orta Asya’yı ve daha sonra kalpgâhı dolaylı veya dolaysız bir şekilde etki alanı altına alması durumunda, aynı durum bu ülke için geçerli olmayacaktır. Çin, küresel kontrolü artırmak konusunda ABD ile kıyaslandığında, küresel finansal sermayeye daha az bel bağlamak durumunda olabilir. Küresel sermaye bu nedenle de küresel sistemde kutupluluğa geri dönüşe ihtiyaç duyabilir.
ABD’nin kuruluşu aynı zamanda bir ütopyanın hayata geçirilme çabasıydı. Diğer bir deyişle, ABD ile bir çeşit ebedi barış yaratılmaya çalışıldı. ABD örneğinin önce Avrupa’yı daha sonra da dünyanın geri kalanını değiştirdiğini söylemek mümkündür. Ancak ABD örneğinde şöyle bir eksiklik bulunmaktadır: Bol doğal kaynaklar ile ideallerin diyalektiğinin, kendiliğinden özgürlük, sonsuz mutluluk ve ebedi barışı getireceği düşünüldü. Ancak bu örnek, varlık kazandıkça sosyal anlamda gittikçe daha aşağı seviyede ortak paydada birleşmeyi temin edebildi ve sonunda elinde kala kala maddi refah kaldı. Maddi refah göreceli olarak gerilemeye başladığı zaman, ABD ilahi örnek olarak varlığını kaybetmeye başlayacaktır. Belki de ABD örneğinde eksik olan şey, gerçekte Batı felsefesinde eksik olan şeydi. Batı felsefesi aslında ideal ile fenomen arasındaki karşıtlık içerisinde sıkışmış durumdadır.[11] Kadim bilgelik ise, kutupluluk ilkesine vurgu yaparken[12] aynı zamanda varlığın dört elementten oluştuğunu söylemektedir. Ebedi barış formunda bir varlık oluşturabilmek için, dört elementin hem ideal hem de fenomende ayrı ayrı nasıl bir araya geldiği ve gelmesi gerektiği incelenmelidir. Bu yazıda, jeopolitikten yardım alınarak sadece maddi anlamda bir ön-inceleme yapılmıştır.[13]
Küresel yönetişim anlamında varlık inşa sürecinin ebedi barışa hizmet edebilmesi için, dört elementin mevcut ve mümkün olan teknolojik düzey ve siyasi yapılar ile olası diyalektiğinden faydalanmak gerekmektedir. ABD örneği farkında olmadan bunu başarmıştır. Diğer bir deyişle, Rusya doğudan batıya uzun mesafe taşımacılığını Orta Asya’dan geçirmeme kararlılığında olmasaydı[14], bu kararlılığın da katkısıyla denizler üzerinden uzun mesafe taşımacılığı kara taşımacılığına göre daha ucuz olmasaydı ve aynı zamanda ABD deniz jeopolitik kodlarına sahip olmasaydı, kapitalizmin devamlı olarak ürettiği çelişkileri maddi büyüme yoluyla aşabilen ABD, bu durumda dünyanın geri kalanına bu kadar ilham verici bir örnek olmayı başarabilir miydi? Muhtemelen başaramazdı. Bu nedenle, 21. yüzyılda küresel ekonominin tekliğinden güç alan Hardt ve Negri’nin imparatorluğunun, hem kara hem de deniz jeopolitik kodlarına sahip Çin’i dengelemek için kullanmak zorunda kalacağı siyasi gücün, dört element ile medeniyet inşası arasındaki bağı çok iyi anlamış olması gerekmektedir. Bu dengeleyici güç, sistem inşasında “taşıma suyla değirmen dönmez, içinden kaynamalı” ilkesini baz almalıdır. Bunun için de, ebedi barışa hizmet edecek küresel yönetişim şeklinde tanımlanabilecek varlığın, başından itibaren dört elementi kendi yaşam alanı için başarıyla kullanabilecek bir şekilde tasarlanması gerekmektedir.
Sonuç olarak, insanlığın dört element ile nasıl etkileşim kurduğu hususu, kendimizi ve geleceğimizi anlamak ve şekillendirme konusunda önem taşımaktadır. Bu etkileşimin hızla değiştiği bugünlerde, gelecek tasavvurumuzu gözden geçirmeli ve gerekirse yeniden oluşturmalıyız. Atatürk’ün tarih önündeki saygınlığı, torunlarının Savarona yatına sahip çıkıp çıkmaması ile değil, değişiklikleri algılayabilen, hatta yönetebilen ve erdemli tepkiler verebilen nesilleri yetiştirebilmiş olması ile ölçülecektir.
[1] Bu yazıda dört elementin ezoterik anlamları kullanılmamış, sadece maddi anlamları kullanılmıştır.
[2] “Kara ve denizin ayrılmasının ve bu iki unsurun çelişkisinin gezegenin temel yasası haline gelmesinden sonra, bu esas üzerinde insanların, İngilizlerin denizleri ele geçirişi ve bunun zamana bağlılığı şeklindeki asıl olguyu göz önüne almaksızın, bu vaziyetin hikmetini ve makullüğünü açıkladıkları öğreti hükümleri, ispatlama cümleleri ve bilim sistemlerinden kuvvetli bir şebeke yükseldi. Büyük milli iktisat âlimleri, hukukçular ve filozoflar bu tür sistemler oluşturdu ve bu da büyük büyük babalarımızın pek çoğunu oldukça aydınlattı. Nihayetinde, başka bir ekonomi bilimi ve başka bir milletlerarası hukuk düşünemiyorlardı. Burada büyük Leviathan’ın insanların maneviyat ve hissiyatı üstünde de güç sahibi olduğunu görebilirsin. Bu onun hâkimiyetinin en şaşırtıcı yanıdır.” Carl Schmitt, Kara ve Deniz, Vakıfbank Kültür Yayınları, Kasım 2018, s. 80
[3] Kitle iletişim araçları dâhil
[4] Sovyetler Birliği gerçekte, Churchill ile Stalin arasında gayri resmi olarak “Yüzdeler Anlaşması” imzalandığında kaybetmişti. Churchill ile Stalin arasındaki fark, ilkinin bilinçli olarak Mackinder’i harfiyen uygulamasıdır. Stalin ise demir yumruk ile Marksist düşünceye gereğinden fazla bel bağlamıştı. Dolayısıyla, keşifler çağı ve sanayileşme sonrasında kurulan siyasi modellerin akıbetinde son sözün büyük ölçüde jeopolitiğe ait olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
[5] İngiltere’nin denizleri ele geçirmesiyle, “Artık sabit kıta bir dizi hükümdar devlete aitken, deniz kimsenin ya da herkesin veya gerçekte sonunda sadece birinin, İngiltere’nindi. Sabit karanın düzeni, devlet bölgelerine ayrılmış olmasında yatar; buna karşılık açık deniz hür, yani devletsizdir ve hiçbir devletin ülke hâkimiyetine tâbi değildir. [Bu durum içinde yaşamakta olduğumuz] dünyanın nomosudur.” Carl Schmitt, Kara ve Deniz, Vakıfbank Kültür Yayınları, Kasım 2018, s. 80
[6] ABD ne Irak’ı ne de Afganistan’ı tam olarak işgal edebilmiştir. Çok istemesine rağmen, İran’ın işgali konusunda da adım atamamıştır.
[7] 20. yüzyılda nükleer silahların sağladığı dehşet dengesinin katkısı, elbette 21. yüzyılda da devam edecektir.
[8] Ancak, bunun için Çin’in dengelenmesi gerekir –ki bu sefer Çin gibi hem devlet geleneğine hem de deniz ve kara jeopolitik kodlarına sahip bir ülkeye ihtiyaç duyulacaktır.
[9] “Tarihte varolan bütün altyapıların ortak özelliği nedir? Altyapı üç eleman (unsur) gerektirir: her biri sistemin bir bütün olarak çalışmasını sağlamak için birbiriyle etkileşime giren: bir iletişim ortamı, bir güç kaynağı ve bir taşıma mekanizması. … İletişim kurmanın bir yolu, bir enerji kaynağı ve bir çeşit hareketlilik olmaması durumunda, toplum işlevini kaybedecektir.”, Jeremy Rifkin (2014, 2015). The Zero Marginal Cost Society. ABD, New York: Palgrave and Macmillan Trade, s. 18
[10] Ve bütünleşme hareketleri arasındaki entegrasyonun
[11] Gerçekte bu sıkışmışlık, Alman felsefe geleneğinden bakılınca görülebilmektedir. Küresel hegemonya inşa sürecinin, başlangıcından bu yana Alman felsefe geleneğini bir ölçüde dışarıda bıraktığı hatırda tutulmalıdır.
[12] Varolmak, varolmayanın zıtlara ayrılmasıdır.
[13] İdealin dört element incelemesinde ise tasavvufun büyük katkı sağlayacağını düşünüyorum.
[14] “[Rusya açısından] jeopolitik yasayı şöyle formüle edebiliriz: Rusya içinde Batı-Doğu, dışında ise Kuzey-Güney ekseni önceliklidir. Daha farklı olarak da şöyle ifade edilebilir: Rusya ve Ruslarca etnik ve politik yönden katı bir şekilde kontrol edilen alanlarda enlemsel entegrasyon gerekirken; siyasal ayrılıkçı gelenekleri ile tescillenmiş olan diğer etnisitelerce toplu iskan edilen Rusya-içi topraklar ise, aksine, boylam kıstasına göre entegre edilmeye ihtiyaç duymaktadır.”, Aleksander Dugin (2015), Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım (Çev. Vügar İmanov). İstanbul: Küre Yayınları s. 143,144