Cumhuriyet fazilet-i ahlâkiyeye dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide
dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi
faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir.
Sultanlık korkuya ve tehdide dayandığı için
korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir.
Aradaki fark bundan ibarettir.[1]

Mustafa Kemal Atatürk

Dinsel tarih açısından değil ama insanlık tarihi açısından Musa’nın büyüklüğü, bir nedenle Mısır gibi dünyaya hükmeden bir krallığın yöneticisi konumunda iken, sahip olduğu her şeyi terk ederek doğru olduğuna inandığının ardından gitmesinde yatar. Üstelik bu doğru olmadığını düşündüğü yönetimin en üst kademesinde ve yanlışı düzeltebilme kudreti bizzat kendisinde varken… Mısır’ı düzeltemezdi. Firavunluğu iyileştiremezdi. Rabbin veya kendisine yol gösteren yüksek vicdanının sesini dinleyerek, kendisiyle ortak değer ve ülkülere sahip olanlarla birlikte, bir kişinin değil ama Tanrı’nın, keyfiyetin değil ama ilkeliliğin ülkesini kurmak için Mısır denilen esaret evini terk etti.

Kendisiyle beraber Mısır’dan çıkan İsrailoğullarıyla –ki İsrail isminin anlamı zaten kafa tutan demektir– idealleri ve imanları doğrultusunda kuracakları ve bir anayasa altında adaletle yönetilecekleri bir ulus kurmaya yemin ettiler. İsrailoğulları bu ülküye yemin edenlerdi. Tevrat’ın ilahiliği ve onun Tanrı tarafından inzal olması teolojik ve imâni bir meseledir. İnanmak ya da inanmamak kişinin kendisine bağlıdır. Yine de inanmak için değil ama anlamak için bakıldığında Musa’nın Mısır’ı reddi ve ilkelerine ölümüne bağlılığı bir direnişin göstergesi, bir ulusun doğuşu ve tinsel tarih açısından bir yükseliştir.

İsa ise bu ülküde birleşen kavmin içinde yetişmiş bir kişidir. Yaşamı ve aidiyeti Musa vasıtasıyla bildirilene olmuştur. Ama doğru ama yanlış, insanlar Musa’dan aldıkları yasaları içtihat ile kendi dönem şartlarına uygun hale getirmeye ve kendi hayatlarında geçerliliğini korumasına uğraşmışlardı, ancak her geçen gün yasanın boyunduruğu artmış ve insanları korumak yerine nefes aldırmayan bir yapıya bürünmüştü. İnsan için olan yasalar, insanın yaşamsal gerçekliğini reddetmeye başlamıştı.

Tinsel sıçrama bir kez daha, bu sefer İsa’da gerçekleşmiştir. Yasa öncelikle suçun ne olduğunu belirlemiş, ardından toplumu bu suçlardan arındırmak için, suçlulara karşı oluşturulmuştu. İsa ise yasanın ancak toplumu organize edebileceğini, kişinin öznelliğini zedelediği noktada yasanın geçersizliğini canını vererek göstermiştir. İsa suçsuzdu ama yasa koyucular tarafından öldürüldü. Bu yasa koyucular Musa’nın ülküsünde birleşen İsrailoğullarıydı, bu yasa koyucular hukukun öncüsü olan Roma’ydı ve nihayetinde bu yasa koyucular yasaya biat edip suçsuzun ölümüne ses çıkarmayan insanlık ailesiydi. Ve suçsuz İsa’nın katli Yahudileri ve Roma’yı dönüştürdü.

Muhammed ise İsrailoğulları ve kendi kavmi ülkülerinin, Tevrat’ın, Allah’ın inayeti altında olduğunu ve insanlık için bir yol gösterici olduğunu bildirdi. İsa’nın canını verdiğine o ömrü boyunca hizmet etti. Allah’ın birliğini tebliğ ederken hiçbir putun kişinin kendi maneviyatının üstünde olamayacağını gösterdi. Oysa putperestlerin içindeydi. Puta tapanların, belirli bir gerçeğe saplanıp kalanların içinde, insanları ilkesel bütünlüğe davet etti. Muhammed’in tebliğine kadar çok tanrılılık özgürlük, tek tanrılılık bir dayatma gibi algılanıyordu. Oysa o çokluk içinde insan yalnız ve hüsrandaydı. İslâm ile bildirilen “Allah’ın birliği” ise çokluğu uzlaştırıp her kişinin kendi uyanışına ve irfâniyetine izin veren ve bu yapıyı tek bir sistemin içinde barındırabilen evrensel bir manifestoydu. Ferdiyet böyle doğdu. Yine de içinden çıktığı toplumun bunu anlaması beklenemezdi. O kendisinden sonraki nesillere seslendi.

Mustafa Kemal ise Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde doğup büyümüş bir Osmanlı paşasıdır. Nice âlimin, sanatkârın, ozanın, âşığın, üstün nitelikli özel insanların doğup yüceldiği bir imparatorluğun içinde yetişmiştir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu, yönetim erki olarak Firavun’dan daha adaletli olamamış ve yöneticilerin şahsi kaderlerini ülke menfaatlerinden ayrı tutamamıştır. Ülke yönetimi giderek bir çocuğa, hatta bir deliye dahi emanet edilmişti. Bu basiretsizlikleri yöneticilerin korku ve vesvese ile hüküm sürmelerine, en ufak bir tehditte kellelerin gitmesine yol açmıştır. Bu nedenledir ki Osmanlının son dönemlerinde cesur Türk halkı kendinden dahi korkan, iş yapmaktan çekinen, kişisel dayatmalar altında ezilmiş ve cehalete hapsolmuş bir halka dönüştü.

Gazi bu nedenle kendisinin de içinde yeşerdiği sultanlığı yermiş, yönetim anlayışının miadını doldurduğunu belirtmiştir. Osmanlının monarşi krallığında yeşeren korkaklık, cumhuriyetin ilanı ile halkın üzerinden temizlenmiş, ulus özgüvenini yeniden kazanmaya başlamıştır. Buna yükselişe tinsel dönüşüm denir. Bu bir sıçramadır. Mevcut olanın değişmesi veya dönüşmesi ile mümkün olmayan bir yeniden doğuştur. Ölümden sonra dirilmedir. Türkiye Cumhuriyeti Kurtuluş Savaşı’yla sadece toprağını düşman kuvvetlerden arındırmamış, üzerindeki uyuşukluğu ve sefilliği de atmıştır.

Yine de şüphesiz ki bu doğum tüm sancılarıyla bir bebek dünyaya getirmiştir. Bu bebeğin adıdır cumhuriyet. Ve eğer nesiller bu şuuru koruyup çocuğu faziletli ve namuskâr yetiştirmeyi başaramaz ise artık çocuğun adı cumhuriyet olamayacaktır. Eğer bir yerde korku ve tehdit artıyorsa, orada yitirilmeye başlanan cumhuriyetten de önce insanlıktır.

Samimi bir tarih okuyuşu ile çok açık görülecektir ki bugünün insanı, bütün dünyada, insanlığını ve değerlerini koruyabilmek için Mustafa Kemal’e ve onun cumhuriyet anlayışına muhtaçtır…


[1]  14 Ekim 1925 günü, İzmir Kız Öğretmen Okulu

İzzet Erş
+ Son Yazılar