Medine Vesikası’nın
imzalandığı 7. yüzyıl koşullarından başlarsak, Hz. Muhammed’in, Mekke’de
yaşadığı olumsuzlukların sonucu Medine’ye sığındıktan hemen sonra, muhacirlerle
(hicret edenler ile) Medine’li Ensar’ı (muhacirleri kabul edenleri) ikişerli
kardeş yapması çok önemlidir: “Kanınız kanımız, dostluğunuz dostluğumuzdur.”
Hatta bu “kardeşleşme” çağrısı sırasında kendisi de Hz. Ali’nin elini
tutacaktır. Medine’de yaşayan topluluklar arasında birçok anlaşmazlıkların
hüküm sürdüğü dönemde, Mekke ve Medineli Müslümanların yardımlaşma ve
dayanışması, aralarındaki sulh ve huzur Mekke’de yaşayan diğer toplulukların
dikkatini çeker.[1]
Medine,
hicretten sonra genel olarak Evs ve Hazreç kavimleri, Yahudilerden de 3 güçlü
kavimden ve müşrik/putperestlerden, azınlık olarak da Hristiyan bir
topluluktan oluşuyordu. Aralarında anlaşmazlıklar ve savaşlar eksik olmuyordu.
Bu farklı topluluklar arasında hakların korunması, ortak bir yaşam güvencesi tesis
edilmesi amacıyla hazırlanan Medine Vesikası toplam 27 kavm ve aşiretin
imzasıyla oluşmuştur.
Vesikadaki
toplam 47 madde ile ilgili genel hatlar şöyledir:
– Gayrimüslimlerin
can, namus ve mal güvenliklerine yönelik tehlikeler karşısında Müslümanlar
garantördür. Gayrimüslimler ise Müslümanların tabi olduğu hukukî hükümlere tâbîdirler.
– Herkese
dinleri ne olursa olsun eşit hukukî hükümler uygulanır. Çünkü bu tür hükümler
insan (kul) hakları kapsamında değerlendirilir.
– Devletin, hâkimiyet
anlayışı yerine katılım esasına göre yönetilmesinin önemli bir örneğidir.[2]
– Vesikada tüm
sosyal topluluklar arasında eşitlik prensibi vardır.
– Ayrıca
önceden suç ve cezalar tüm kavmi sorumluluk altına sokmasına karşılık bu
antlaşmada suç ve ceza ferdîdir.
– Irk, kültür
ve din ayrımı gözetmez, hukukun üstünlüğü benimsenmiştir.
– Herkese inanç
hürriyeti verilmiştir.
İnsan
haklarının ve sosyal adaletin üstünlüğünü gözetirken, vesikaya dâhil olan tüm
toplulukların isimleri teker teker yazılmış ve bunların dinî ve etnik
kimlikleri kabul edilmiştir.
Örneğin, Atina
şehir devletinde siyasi katılım şehir halkının çok azına dayandığı halde, Medine’deki
şûrâ (danışma meclisi) anlayışıyla toplumun bütün kesimlerini içine alan bir
uygulama getirilmiştir. Vesikanın ortaya koyduğu uygulama gerek İskender
gerekse Roma İmparatorluğu’ndaki, devleti toplumdan bağımsız, ayrı bir güç
olarak gören anlayıştan farklıdır.[3]
Vesika birçok
yönden ilk anayasa olarak kabul edilebilir, bunun bir nedeni kapsamının
genişliğidir: Topluluklar arası ilişkiler ve buna bağlı olan ekonomik, ticari,
siyasi, sosyal ve dinî konular, çok hukukluluk, savaş hukuku, sosyal
yardımlaşma, eşitlik, adalet, can ve mal güvenliği, inanç özgürlüğü, sözleşmeye
bağlı kalma esasları, devletin yetki ve görevleri, vatandaşlık ve devletin
savunulması. Vesikada Medine’nin sınırları çizilir. Belde “dârü’l-eman” olarak
geçer. Buradaki dârü’l-eman ifadesi yukarıda da bahsedilen kapsamda, insan
haklarının güvence altında olduğu belde anlamına gelir.[4]
Bugün durduğumuz
küreselleşme noktasında dârü’l-eman, sadece Medine ile sınırlandırıldığı
kapsamı aşmalı, insan haklarının güvence altında olduğu belde, tüm dünyayı
içine alacak bir beldeye erişmelidir.
Tarihte insan
haklarına dair iyileşme sağlayan bazı örnekler şöyledir:
Avrupa’da uzun
yıllar süren çatışmalardan sonra demokratik ve çok partili sistem, ifade ve
örgütlenme özgürlüğü, devletin tabi olduğu hukukun üstünlüğü ilkesi ile
kuvvetler ayrılığı prensipleri, 1215’te imzalanan Magna Carta’da görülür. Ancak
çok önemli bir eksiklikle; bu anlaşmada insanın din ve inanç özgürlüğüne yer
verilmemiştir.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun hukuku altında yaşam da, Medine Vesikası’na benzer prensipler
üzerine kurulmuştu; kendi hakikatini yaşarken bir üst hukuka bağlı kalmak, iç
ve dış güvenliğin sağlanmasında iş birliği yapmak gibi.[5]
Buradaki önemli ayrım; gerek Atina şehir devleti, gerek Roma, gerek Osmanlı
imparatorlukları benzer yaklaşımları kendi yönetim sistemlerinde uygulamışlarsa
da, yönetimleri altında olanlara hükmettikleri için karşılıklı rıza ve eşit
şartlar altında bir uzlaşmadan söz edemeyiz.
Örneğin, Fatih
Sultan Mehmet’in Galata Ahitnamesi adıyla bilinen belgede Bosnalı
Fransiskenlere hitaben; “Bugün hükümet idareme boyun
eğdikleri için, bütün memleketlerimde, Galata ahalisine kanunlarını ve
serbestliklerini bırakıyorum,” derken,
azınlıkların, farklı dine mensup toplulukların kendine boyun eğmeleri şartıyla
onlara çeşitli haklar verdiğini görüyoruz.
Benzer şekilde M.Ö. 300 yıllarında hüküm
süren Hint İmparatoru Asoka, imparatorluğunda köleliği yasakladı, okullar,
hastaneler kurdu. Her canı kutsal saydığı için hayvan
barınakları, çeşmeler, yolcular için yollar, konaklama yerleri yaptırdı. Asoka sütunlarında, hiçbir
yaşam formu katledilmeyecek veya kurban edilmeyecek, diğer
dinler eleştirilmeyecek, yaşlılara,
fakirlere ve kederlilere, hizmetli ve işçilere saygı gösterilecek diye
yazar.[6] Ancak
haklara saygı duyulan zamanlar, Asoka’nın ölümüyle bitmiştir.
Pers İmparatoru Büyük Kyros ise M.Ö. 539’da
Babil’i ele geçirdikten sonra bir silindir üzerine yazdırdığı kitabede kutsal
merkezleri koruduğunu, köleliğe izin vermediğini duyurur.
Her ne kadar tarihte hükmedilen bölgelerdeki
yerli halklara karşı hoşgörü gösterme konusunda örnekler mevcutsa da, zaman
içinde hükmedenlerin değişmesiyle bu iyileştirmelerin süreklilik gösteremediğini
görüyoruz.
Öte yandan 2. Dünya Savaşı göstermiştir ki, devlet – vatandaş
ilişkisi yalnızca o devleti bağlayamaz, çünkü artık insan hakları bir iç durum değil,
evrensel ve uluslararası düzeyde ele alınacak bir olgu
haline gelmiştir.[7] Bu nedenle, özellikle de 65 milyon insanın öldüğü
2. Dünya Savaşı sonrasında, insan haklarının korunmasının sürekliliği talebiyle
günümüzde bir
dizi anlaşma imzalanmıştır:
· Birleşmiş
Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi (10.11.1948)
· Medeni ve Siyasal
Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar
Uluslararası Sözleşmesi (16.11.1966)
· Avrupa
Birliği Temel Haklar Bildirgesi (7.11.2000) (Sadece Avrupa halklarıyla
sınırlıdır)
· UNESCO ve ILO
Ayrımcılık yasağı ve etik ilkelere dair çeşitli sözleşmeler.
Birleşmiş
Milletler topluluğunun düzenlediği Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, 2. Dünya
Savaşı sonrası toplumların barış içinde yaşayabilmesinin etik ve hukuksal yollarla
sağlanması ve tüm toplumların katılımı ve fiilen uygulanması talebinin
projesidir. Her ne kadar bu bildirgeyi imzalayan her devlet için BM
belgesindeki istemleri yerine getirme zorunluluğu varsa da, BM’in bu maddelerin
yerine getirilmesini denetleyecek gücü olmadığı için, aksi uygulamaları
kınamaktan öte bir yaptırım gücüyle donatılmış değildir. Bu açıdan da Vesikanın
değeri daha da önem kazanıyor; bir süreliğine olsa da tüm imzalayanlar
tarafından sadakatle uygulanmış ve yaptırımları olan bir antlaşma, bir yerde
ideal reel ile buluşmuş.
BM
bildirgesinde kaleme alınan bazı haklara gereken önemi verebilmek amacıyla yeni
düzenlemeler yapılmış ve BM Beyannamesinden sonra 1966’da yazılıp, uygulamaya
geçmesi 10 yıl süren iki sözleşme;
1) Medeni ve
Siyasal Haklar ve
2) Ekonomik,
Sosyal, Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmeleri, bazı genel maddelerde
belirtilen hakların kapsamının genişletilmesi ve detaylandırılması amacıyla hazırlanmıştır.
İlk sözleşmede
temel olarak medeni ve siyasal haklardan oluşan yükümlülüklerin ihlallerini
takip etmek üzere İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin faaliyete geçirilmesi, ikinci
sözleşmede ise; halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, adil ve uygun bir işte
çalışma, sendika, sosyal güvenlik, ailenin korunması, sağlık ve yaşam
standardı, ücretsiz temel eğitim, kültürel yaşamını sürdürebilme (bilimsel ve sanatsal
ürünlerin özgürce oluşabilmesi, oluşan maddi manevi çıkarların korunması) için
gereken haklar belirlenmiştir. Ancak medeni ve siyasal haklar büyük ölçüde
devletlerin ortak değerleri olarak kabul edilmekte olup, ekonomik, sosyal ve
kültürel haklar ise devletlerin taahhüt vermekten kaçındıkları, yerine
getirilmesi masraflı haklar olarak görüldüğü için bu konuda da uygulamalar son
derece yetersiz kalmakta.[8]
Evrensel İnsan
Hakları Beyannamesi’nden çok daha önce Atatürk, “Bugün bütün dünya ulusları
aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu nedenle insan
mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün dünya
milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve … buna katkıda bulunmak için
elinden geldiği kadar çalışmalıdır… İnsanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti
bunun bir uzvu kabul etmek gerekir”[9]
demişti. İnsanlığı talep etmemiz gerekiyor. Her bir bireyin özgür ve onurlu bir
yaşam beklentisi, hukuksal düzen aracılığıyla güvence altına alınmış olmalıdır.
Bugüne kadar olan tecrübemiz, bunun için sürekli bir çaba ve emek gerektiğidir,
sürekli içinde bulunduğumuz cehalet, bağnazlık, kaba güç zamanlarına karşı
durabilmek için, münevver bir dünyada yaşayabilmek için.
Metin Bobaroğlu’nun
sözleriyle: “Dünya devleti oluşmalıdır ki, o zaman bir dünya milleti
oluşabilsin. Hümanitas, yani insan, evrensel hukuk altında özgür ve eşit
olabilir.”
İnsanlık tarihi
boyunca, 7. yüzyılda Medine Vesikası’ndan 20. yüzyılda Birleşmiş Milletler’in
İnsan Hakları Beyannamesi’yle süregelen bir insan hakları arayışı, nihayetinde,
güzel Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi’nde bahsettiği temel ilkelere dayanıyor. Bu
mesaj, “Ey insanlar” (Nâs) hitabıyla başlar, inananlar veya Müslümanlar veya
belirli bir grup değil, hitap eşitleredir. Hatta Mescid-i Nebevi’de ibadetlerin
köle ve efendinin yan yana oturdukları bir düzende olması bunun bir
uygulamasıdır: “Ey insanlar, Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a,
beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur.”
Hz. Muhammed’in
Veda Hutbesi’ndeki çağrısı evrenseledir,
yani insanların tümünü eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkelerine göre birliğe
davet eder.[10] Temeli
ise “kul hakkı”dır; can (hayat hakkı) ve mal dokunulmazlığı, ribânın ve kan
davalarının kaldırılması, suçun şahsîliği, karı-koca arasındaki haklar ve
sorumluluklar, güven içinde yaşama, kardeşlik, kadın hakları konuları irdelenmiştir:
“Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı
tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız… Dikkat edin!
Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde
hakları vardır.”
Her kişinin
haklarının sınırı, diğer kişinin haklarının sınırında biter. Böylece kişi,
elde ettiği haklarla aynı zamanda sorumluluğu da kabul eder. Hak,
özgürlük ve sorumluluk birlikte birbirlerini anlamlı hale getirirler. Hiçbir
hak, sonsuz ve sınırsız değildir.[11]
İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi’nde kabul edilen 1. madde “Her insan özgür; onur ve
haklar bakımından eşit doğar. Akıl ve vicdanla donatılmış olup birbirlerine
karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdır” şeklindedir.
İnsan
varlığının temelini oluşturan şeref ve haysiyet vazgeçilmez ve devredilemez bir
özelliktedir. Bütün hak ve özgürlüklerin temeli olarak onur gösterilebilir.[12]
Onur, çok temel bir kavramdır, burada “şeref”in karşılığıdır; kayyum
olan, kendi eylemi üzerinde varlığını kanıtlayan insanlar onurludur. Bunun
dışındakiler insan değildir. Onurlu insanın tözü hakikatlere, eylemi
hakikatlere bağlıdır. İşini yüreğinde bulduğu etik buyruk uğruna yapar, kendi çıkarı,
gösterişi söz konusu değildir. Yegâne onurlu varlık insandır.[13]
Tam da bu nedenle, insan haklarının tartışıldığı yerde insan oluşmamıştır!
[1] Ahmet
Güneş, Medine
Vesikasının İslam Hukuku Açısından Kaynak Değeri
[2] Ahmet
Güneş Medine Vesikasının İslam Hukuku Açısından Kaynak Değeri, Ekev
Akademi Dergisi, s. 217
[3]
Mustafa Kelebek, CÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sivas 2000; Hamidullah, Muhammed,
İslam Anayasa Hukuku, s. 95
[4]
Mustafa Özkan Medine Vesikası Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi İslam
Tarihi Anabilim Dalı
5
Metin Bobaroğlu, Anadolu Aydınlanma
Vakfı konuşmaları
[6] BBC Büyük Dünya
Tarihi Belgeseli
[7] Ali
Hüzmeli, Trakya Üniversitesi Kamu Yönetimi, İnsan Haklarının Tarihsel
Gelişimi, Academia.edu
[8]
Peerzade, Rabia İlay Akbulut, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Hakların
İkincilleştirilmesinin Bir Nedeni Olarak “Aşamalı Sağlama” Kavramı; Alston,
Philip / Quinn, Gerard (1987) The Nature and Scope of State Parties’
Obligations under the International Covenant on Economic, Social and Cultural
Rights, Human Rights Quarterly, V: 9, s. 159-16.
[9] Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, 1937, Romanya Dışişleri
Bakanı Antonescu ile görüşmesinden, Ankara, C. II, s. 324-327
10 Dr
Ahmet Öncü, Sabancı Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, Söyleşi
[11] Ali
Hüzmeli, Trakya Üniversitesi Kamu Yönetimi, İnsan Haklarının Tarihsel
Gelişimi, Academia.edu
[12] Oğuz Şimşek, Anayasa Hukukunda İnsan Onuru
Kavramı ve Korunması, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Dokuz Eylül
Üniversitesi, İzmir 1999, ss. 7-8, 46-65
[13] Metin Bobaroğlu, Anadolu Aydınlanma Vakfı
Konuşmaları