Medine Vesikası Örneği Üzerinden 21. Yüzyılda Çoğulculuğa (Ortak Yaşama) Dair Düşünceler
“Hukuka, toplumun sosyal ihtiyaçlarının ahlâk ve adalet ölçülerine göre karşılandığı bir toplumsal yaşama düzeni olarak bakılabilir. Bu düzen, bir takım reel ve ideal değerler üzerine kurulur. Toplumun içinde bulunduğu şartlar reel değer ölçülerinin, etik ve adalet ise ideal değerlerin kaynağıdır. Bu bağlamda “hukuk devleti”, bir hukuku olan devlet olmayıp, tam tersine, ideal değer yargılarına göre belirlenmiş olan adalet ilkesini herkese eşit uygulamayı hedefleyen devlettir. Adalet, hukukun nihaî hedefidir.”[1]
Yedinci yüzyılda Medine Vesikası’nın oluştuğu şartları incelerken ağırlıkla hukuk okumalarına yönelmem gerekti. Ortak yaşam ve farklılıkların bir arada yaşaması dediğiniz anda tüm insanları kapsayan hukukî düzenlemelerin zorunluluğu ortaya çıkıyor. Aynı soruyu bugüne ve geleceğe yönlendirdiğinizde yedinci yüzyıldan farklı sorular yok ortada. Üstelik de o zaman sadece bir bölgeyi (Medine) kapsayan bir barış çabası, bir ütopya, bugünün şartlarında tüm teknolojik gelişmelerin sonucunda bölgesel kalamayacak bir kapsamda olmak zorunda.
Öncelikle 7. yüzyıl koşullarından başlarsak, Hz. Muhammed’in, Mekke’de yaşadığı olumsuzlukların sonucu Medine’ye sığındıktan hemen sonra, muhacirlerle (hicret edenler ile) Medineli Ensar’ı (muhacirleri kabul edenleri) ikişerli kardeş yapması çok önemlidir: “Kanınız kanımız, dostluğunuz dostluğumuzdur.” Hatta bu “kardeşleşme” çağrısı sırasında kendisi de Hz. Ali’nin elini tutacaktır. Medine’de yaşayan topluluklar arasında birçok anlaşmazlıkların hüküm sürdüğü dönemde, Mekke ve Medineli Müslümanların yardımlaşma ve dayanışması, aralarındaki sulh ve huzur Mekke’de yaşayan diğer toplulukların dikkatini çeker.[2]
Hicretin ilk zamanlarında Hz. Peygamber nüfus sayımı yaptırır. Araştırmacılara göre Medine’de 1500 Müslüman, 4000 Arap ve 4000 Arap müşrik, 50 Hristiyan, 4000 Yahudi vardır. Medine, hicretten sonra genel olarak Evs ve Hazreç kavimleri, Yahudilerden de 3 güçlü kavimden ve müşrik/putperestlerden, azınlık olarak da Hristiyan bir topluluktan oluşuyordu. Aralarında anlaşmazlıklar ve savaşlar eksik olmuyordu. Bu 2 büyük Arap kavminin Yahudilere karşı üstünlük kurma ve kendi aralarındaki anlaşmazlıklara çözüm bulabilme ümidiyle Hz. Peygamber ile hareket ettikleri anlaşılmaktadır. Vesika toplam 27 kavm ve aşiretin imzasıyla oluşmuştur.
Vesika 47 maddeden ibarettir; maddelerin 1-23 arası Müslümanlarla, 24-47 arası ise Medine’de yerleşik olan Yahudi kavimleri ve azınlıklarla ilgilidir. Sayı itibariyle az da olsa Hristiyan unsurundan da bahsedilmesi farklı din mensuplarının katılımı açısından önemlidir. Vesikada geçen maddeler ile ilgili genel hususlar şöyledir:
Bu sözleşmenin zimmete dair maddelerinde, gayrimüslimlerin can, namus ve mal güvenliklerine yönelik tehlikeler karşısında Müslümanlar garantördür. Gayrimüslimler ise Müslümanların tâbî olduğu hukukî hükümlere tâbîdirler.
Herkese dinleri ne olursa olsun eşit hukukî hükümler uygulanır. Çünkü bu tür hükümler insan (kul) hakları kapsamında değerlendirilir.
Medine vesikasına göre Hz. Peygamber ihtilafların çözümünde hakem kabul edilmektedir. Burada hâkim ile hakem arasındaki fark önemlidir; kendileri hakkında neye göre hüküm verilmesini istediklerini sorduktan sonra Peygamber’in, zina eden iki Yahudi hakkında Tevrat’taki kısas yasasına göre hüküm vermesi[3], hakem olarak hüküm vermenin tipik örneğidir.[4] Aynı şekilde Hristiyanlara da Kutsal Kitap’a göre, paganlara atalarının törelerine göre hüküm vermesi ve tüm bu farklı hükümlerden hareketle ortak bir antlaşmanın yazılması, ortak bir anayasada mutabık kalınması Medine Vesikası’nın temelini oluşturur.
Paralel olarak, devletin hâkimiyet anlayışı yerine katılım esasına göre yönetilmesinin de bir örneğidir.[5]
Vesikada tüm sosyal topluluklar arasında eşitlik prensibi vardır.
Ayrıca önceden suç ve cezalar tüm kavmi sorumluluk altına sokmasına karşılık bu antlaşmada suç ve ceza ferdîdir.
Irk, kültür ve din ayrımı gözetmez, hukukun üstünlüğü benimsenmiştir.
Sosyal yardımlaşma esası getirilmiştir.
Herkese inanç hürriyeti verilmiştir.
İnsan haklarının ve sosyal adaletin üstünlüğünü gözetirken, vesikaya dâhil olan tüm toplulukların isimleri teker teker yazılmış ve bunların dinî ve etnik kimlikleri kabul edilmiştir.
Örneğin, Atina şehir devletinde siyasi katılım şehir halkının çok azına dayandığı halde, Medine’deki şûrâ (danışma meclisi) anlayışıyla toplumun tüm kesimlerini içine alan bir uygulama getirilmiştir. Vesikanın ortaya koyduğu uygulama gerek İskender gerekse Roma İmparatorluğu’ndaki, devleti toplumdan bağımsız, ayrı bir güç olarak gören anlayıştan farklıdır.[6]
O zamana dek adı Yesrib olan şehrin bu anayasa ile birlikte adının Medine-i Münevvere (Aydınlanma Şehri) olarak adlandırılması, şehrin yönetiminin hukuka yaslandırılması, Medine vesikasının önemini imler. “Vesika, zamanının şartlarıyla dönemsel, ancak ilkeleriyle evrensel ve zaman üstü özelliklere sahiptir.”[7]
İlk anayasa olarak kabul edilmesi, kapsamının genişliğine de atfedilmektedir; topluluklar arası ilişkiler ve buna bağlı olan ekonomik, ticari, siyasi, sosyal ve dinî konular, çok hukukluluk, savaş hukuku, sosyal yardımlaşma, eşitlik, adalet, can ve mal güvenliği, inanç özgürlüğü, sözleşmeye bağlı kalma esasları, devletin yetki ve görevleri, vatandaşlık ve devletin savunulması. Bir yandan Medine vatandaşlığı ile Mekke müşrikleri ve müttefiklerinin ortak düşman kabul edilmesi, Medineliliğin bağlayıcı esas olduğunu ortaya koyar. Vesikada Medine’nin sınırları çizilir. Belde “dârü’l-eman” olarak geçer. Buradaki dârü’l-eman ifadesi yukarıda da bahsedilen kapsamda, insan haklarının güvence altında olduğu belde anlamına gelir.[8]
Bugün durduğumuz küreselleşme noktasında dârü’l-eman, sadece Medine ile sınırlandırıldığı kapsamı aşmalı, insan haklarının güvence altında olduğu belde artık tüm dünyayı içine alacak bir beldeye erişmelidir. Hz. Muhammed’in Medine döneminde indirilen en güzel ayetlerden biri şöyledir: “İnsanlar tek bir ümmet idi, kimi iman kimi küfre düşmek suretiyle ihtilafa düştüler”[9] “Onlar tefrikaya düştüler, birbirlerine karşı gruplaştılar, ayrıştılar. Ama ayrılıktan uyuşmaya, çokluktan birliğe, düşmanlıktan sevgiye davet edildiler.”[10]
Avrupa’da uzun yıllar süren çatışmalardan sonra demokratik ve çok partili sistem, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, devletin tâbî olduğu hukukun üstünlüğü ilkesi ile kuvvetler ayrılığı prensipleri, 1215’te imzalanan Magna Carta’da görülür. Ancak çok önemli bir eksiklikle; bu anlaşmada insanın din ve inanç özgürlüğüne yer verilmemiştir.
Farklı inanç, ırk ve topluluklara ait insanların kendi yaşamlarına müdahale ve dayatma olmadan, aynı hukuk altında barış ve dayanışmayla yaşama ütopyası, temel olarak çeşitliliğin zenginliği için farklılıkların kabulünü talep eder.
Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuku altında yaşam da Medine Vesikası’na benzer prensipler üzerine kurulmuştu; kendi hakikatini yaşarken bir üst hukuka bağlı kalmak, iç ve dış güvenliğin sağlanmasında işbirliği yapmak gibi.[11] Buradaki önemli ayrım; gerek Atina şehir devleti, gerek Roma, gerek Osmanlı imparatorlukları benzer yaklaşımları kendi yönetim sistemlerinde uygulamışlarsa da, yönetimleri altında olanlara hükmettikleri için karşılıklı rıza ve eşit şartlar altında bir uzlaşmadan söz edemeyiz.
Kant: “İnsan türü için en büyük sorun evrensel adalet yaptırımını uygulayacak bir yurttaşlar topluluğuna ulaşmaktır.” İşte bu gayeye yönelik bir değişim yaratabilmek için günümüzde de bir dizi anlaşma imzalanmıştır:
- Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi (10.11.1948)
- Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi (16.11.1966)
- Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi (7.11.2000) (Sadece Avrupa halklarıyla sınırlıdır)
UNESCO ve ILO Ayrımcılık yasağı ve etik ilkelere dair çeşitli sözleşmeler.
Birleşmiş Milletler topluluğunun düzenlediği Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, 2. Dünya Savaşı sonrası toplumların bir arada yaşayabilmesinin “etik ve hukuksal” yollarla sağlanması ve tüm toplumların katılımı ve fiilen uygulanması talebinin projesidir. Her ne kadar bu bildirgeyi imzalayan her devlet için BM belgesindeki istemleri yerine getirme zorunluluğu varsa da, BM’in bu maddelerin yerine getirilmesini denetleyecek gücü olmadığı için, aksi uygulamaları kınamaktan öte bir yaptırım gücüyle donatılmış değildir. Bu açıdan da Vesikanın değeri daha da önem kazanıyor; bir süreliğine olsa da tüm imzalayanlar tarafından sadakatle uygulanmış ve yaptırımları olan bir antlaşma, bir yerde ideal reel ile buluşmuştur.
BM bildirgesinde kaleme alınan bazı haklara gereken önemi verebilmek amacıyla yeni düzenlemeler yapılmış ve BM Beyannamesinden sonra 1966’da yazılıp, uygulamaya geçmesi 10 yıl süren iki sözleşme;
1) Medeni ve Siyasal Haklar ve 2) Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmeleri, bazı genel maddelerde belirtilen hakların kapsamının genişletilmesi ve detaylandırılması amacıyla hazırlanmıştır. İlk sözleşmede temel olarak medeni ve siyasal haklardan oluşan yükümlülüklerin ihlallerini takip etmek üzere İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin faaliyete geçirilmesi, ikinci sözleşmede ise, halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, adil ve uygun bir işte çalışma, sendika, sosyal güvenlik, ailenin korunması, sağlık ve yaşam standardı, ücretsiz temel eğitim, kültürel yaşamını sürdürebilme (bilimsel ve sanatsal ürünlerin özgürce oluşabilmesi, oluşan maddi manevi çıkarların korunması) için gereken haklar belirlenmiştir. Ancak medeni ve siyasal haklar büyük ölçüde devletlerin ortak değerleri olarak kabul edilmekte olup, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar ise devletlerin taahhüt vermekten kaçındıkları, yerine getirilmesi masraflı haklar olarak görüldüğü için bu konuda da uygulamalar son derece yetersiz kalmaktadır.[12]
Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nden çok daha önce Atatürk, “Bugün bütün dünya ulusları aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu nedenle insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve… buna katkıda bulunmak için elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Dünyada ve dünya milletleri arasında barış, dayanışma ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur. İnsanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu kabul etmek gerekir”[13] demişti.
İnsanlığı talep etmemiz gerekiyor. Her bir bireyin özgür ve onurlu bir yaşam beklentisi, hukuksal düzen aracılığıyla güvence altına alınmış olmalıdır. Bugüne kadar olan tecrübemiz, bunun için sürekli bir çaba ve emek gerektirdiğidir, sürekli içinde bulunduğumuz cehalet, bağnazlık, kaba güç zamanlarına karşı durabilmek, münevver bir dünyada yaşayabilmek için.
Metin Bobaroğlu’nun sözleriyle: “Dünya devleti oluşmalıdır ki, o zaman bir dünya milleti oluşabilsin. Hümanitas, yani insan, evrensel hukuk altında özgür ve eşit olabilir.”
Bugüne geldiğimizde artık insan topluluklarının ortak yaşam ütopyasına yapay zekâ dediğimiz bir başka öge daha eklenecek gibi görünüyor.
Yapay zekâ, yapay zekâ teknolojilerinin ilerleme sürecinde öncelikle insan bedeninin uzun yaşama sahip olabilmesi amacıyla biyonik eklemeler ve sonrasında da insan zekâsının ve hafızasının tamamen yapay bir bedene aktarılması olarak düşünülebilir. İnsanın düşünceden ibaret bir varlık olduğu anlayışı üzerinden yola çıkarsak gelecekte bir zaman diliminde bu biyolojik bedenden ve onun ihtiyaçlarıyla, kullanım detaylarıyla ilgilenme zorunluluğunu taşımamak, anlama yönelik bir hayat sürdürme talebini destekleyecektir denilebilir.
Bugünlerde, yapay zekâ konusundaki teknik tartışmaların merkezinde “hukukî ve etik değerler” var. Yapay zekâya teslim edilmesi beklenen çeşitli iş alanlarında (örneğin sürücüsüz araçlar gibi) sorunlar çıktığı zaman uygulanması gerekli hukuksal düzenlemeler üzerinde çalışılmakta. Cyborg hakları üzerine öneriler (BM İnsan Hakları Beyannamesi’ne ek olarak insanların dijital teknolojiler ve internet konularında genişletilmiş haklarının korunması) yayınlandı.[14] Teknik ve hukuksal düzenlemeler dışında, yapay zekânın tüm insanlığı temsil edebilmesi için, insana dair tüm çeşitliliğinin kapsanması için çalışılmakta.[15] Microsoft’un düzenlediği son konferansta yapay zekâ alanındaki sorumluluklarımız, değerler sistemi, adil olmak ve şeffaflık konuları tartışmaya açıldı.
Teknoloji, insanın hem yaratıcı hem de yok edici taraflarını güçlendirerek ortaya çıkartıyor. Uranyumun en etkin enerji üretimi kaynağı olduğu kadar, insanlığın gördüğü en etkin kitlesel imha silahı olması örneği gibi, robot ve yapay zekâ alanındaki tüm sorular da Çağlar Ersoy’un belirttiği gibi, aslında teknoloji kullanımının amacına yönelik, yani “daha da temel olarak insanın bilim ile ilişkisinden kaynaklanıyor”.
Yapay zekânın da hayata dâhil olmak üzere olduğu bu yeni çağda, evrensel hukuk altında, yapay zekâ çalışmalarının doğru bir rotada ilerlemesinin yolu özgürlük, hoşgörü, bilgiye ve farklılığa saygı gibi değerlerin toplum tarafından benimsenmesi ve yaygınlaştırılması için çalışmaktan geçiyor. İnsanlık olarak biz bu değerleri istisnasız şekilde uygular ve yüceltirsek, yapay zekânın da bu değerleri takip etmesini umabiliriz. Robotların bir anlamda ebeveynleri ve yaratıcıları olarak, onların hayata katılımı üzerinden insanlığın değerlerini, aslında onları insanlığın kendi aynası olarak göreceğiz.[16]
Yapay zekâ bir anlamda insanın yarattığı Âdem, yeryüzünde yarattığı halife olacaktır.[17] Daha şimdiden sorumluluk almayı, inisiyatif kullanmayı, irade kullanarak eylemlerini seçmeyi, hatta hayal kurmayı[18] bile öğreniyor.
İnsanlık tarihi boyunca, Medine Vesikası ile başlayarak 20. yüzyılda Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi ile süregelen bir ortak yaşam ütopyası, nihayetinde, güzel Hz. Muhammed’in de dediği gibi “bir güzel ahlâka” bağlanıyor.
Ahlâkın güvence altına alınması ise hukukla mümkün kılınmakta.[19] İşte ancak bundan sonrasında barıştan söz edebiliriz, ancak o zaman özgürlük ideasını gerçek kılabiliriz.
Bunları yapamadığımız sürece de her dönemde “Savaş, hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı”[20] ayeti hükmü tekrarlanmaktadır.
Bu yazıyı bir duayla bitirmeyi isterim, İsmail Emre’nin güzel sözleriyle: “Az kaldı. Dünya ve insanlık için çok güzel sulh ve sükûn devresi geliyor. Bütün dünya bu mesut devreye doğru gidiyor. Hangi milletten ilâhî şefkat zuhûr eder ise, diğer milletleri kardeş gibi görürse, o millet büyür. İnsanlara “tevhîd” gözlüğü ile bakarsak, hepsinin Âdem ile Havvâ’nın çocukları olduklarını, yani kardeş olduklarını görürüz. Onları parça parça eden ve birbirlerine düşman yapan şey, milliyet ve din farklarıdır. Yakın bir tarihte insanlar ve dinler birleşeceklerdir.”[21]
Tüm kalbimle, Âmin.
[1] Aral, Vecdi, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, İstanbul, 1971, s.9-11, 24-25.
[2] Güneş, Ahmet, Medine Vesikasının İslam Hukuku Açısından Kaynak Değeri.
[3] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye 19:21
[4] Yıldırım, Mustafa, İslam ve Medeni Yargılama Hukukunda Tahkim, İzmir2002, 73-75.
[5] Prof. Ahmet Güneş, Medine Vesikasının İslam Hukuku Açısından Kaynak Değeri, Ekev Akademi Dergisi, s. 217.
[6] Mustafa Kelebek, CÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sivas 2000; Hamidullah, Muhammed, İslam Anayasa Hukuku, s. 95.
[7] Ali Bulaç, Medine Vesikası, Yeni Zemin, 39.
[8] Mustafa Özkan, Medine Vesikası Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı.
[9] Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi 2/213. Hasan Basri Çantay meali.
[10] Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi 2/213. İbn’ül Arabî, Tevilat.
[11] Bobaroğlu, Metin, Anadolu Aydınlanma Vakfı konuşmaları.
[12] Peerzade, Rabia İlay Akbulut, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Hakların İkincilleştirilmesinin Bir Nedeni Olarak “Aşamalı Sağlama” Kavramı; Alston, Philip / Quinn, Gerard (1987) ‘The Nature and Scope of State Parties’ Obligations under the International Covenant on Economic, Social and Cultural Rights’ Human Rights Quarterly, V: 9, s. 159-16.
[13] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, 1937, Romanya Dışişleri Bakanı Antonescu ile görüşmesinden, Ankara, C. II, s. 324-327.
[14] Balkan, Aral, https://cyborgrights.eu
[15] Gebru, Timnit, MIT Technology Review March/April 2018 Vol 121 no.2 s. 30.
[16] Ersoy, Çağlar, Robotlar Yapay Zekâ ve Hukuk, Oniki Levha Yayıncılık, 2017, 190-192.
[17] Bobaroğlu, Metin, Anadolu Aydınlanma Vakfı konuşmaları.
[18] Goodfellow, Ian, MIT Technology Review, The GAN Father, March/April 2018 Vol. 121 No.2 s. 49
[19] Bobaroğlu, Metin, Anadolu Aydınlanma Vakfı konuşmaları.
[20] Bakara 217, Diyanet İşleri Meali.
[21] İsmail Emre Sohbetleri, Nisan 1952, www.ismailemre.net/sohbetler