İnsanın Sınırları

İnsan beşerî varlığı bakımından varoluşsal sınırlar ile koşulludur. Bu sınırlar her birimiz için aynı ve değişmezdir. Beslenme, barınma, üreme, doğanın kuvvetleri ve çevre, hayatın devamı için zorunlu sınırlarımızdır. Yine de, insanı sadece bu sınırlar içinde kalarak tanımlamak mümkün olmaz, hatta onu ‘tanım’a sığdıramayız. Çünkü insan-nesne ilişkisi tanım, insan-insan ilişkisi ise tanıma ve tanınma üzerinden yürür. İnsan yavrusu çevre ile bağ kurmaya ve bakıma muhtaçtır, ancak henüz çocuk iken, oyun oynayarak bile kendisi ile birlikte çevresini de etkileyerek dönüştürür, ‘kendi için’ olmaya yönelir. Bu onun bedeniyle determine iken düşünce ve hayalleri ile bağımsızlığa odaklı olduğunu ifade eder.

Sınır bir kavramdır ancak dildeki kullanımı açısından sınırlama ve sınırlanma olarak insanın edimlerinin iki yanını birleştirir. İnsan çevresindeki her varlığın önce imgelerini oluşturur. Ardından bu imgelere karşılık gelen isimleri öğrenerek konuşma yetisini geliştirir. Bu isimler aynı zamanda şekillenmekte olan dilin kavramları ve sınırlarıdır…

Çocuk başlangıçta annenin ve giderek babanın (süper-egonun) koyduğu yasakların neticesi olarak arzu ve isteklerini gemlemeye zorlanır. Bu durum ihtiyar dediğimiz bir başka yetinin şekillenmesine yol açar. Bu yeti, oluşumu bizim eylemlerimizin sonucu vücûd bulacak olan varlığımızın nüvesi düzeyindedir.

Bu tür sınırlamalar, dış dünyaya açılmamızı yani toplumla bağ kurmamızı sağlayacak olan eylemlerimizin ardındaki yapabilme iradesine karşılık, yapabilecek iken yapmama düşüncesinin uyanmasını zorlar. Çünkü aile ortamının yarattığı alışkanlıklar ile dış dünyada yaşamaya devam edemeyiz. Bu yeni ortamda artık ‘ötekinin’ sınırı ile karşılaşırız ve bireyin toplumla çelişkisi başlar.

Sınırlama insanın düşünsel bir eylem biçimi olarak irade ve bilincinin oluşum sürecine katılırken, sınırlanma ise bilinçler-arası ilişki ve çekişmeden doğan öz-bilincin kurulumuna eşlik eder.

İnsan düşüncesi, imgelem ve konuşabilme yetisini geliştirmeden önce hiç bir sınırlanma altında değildir. Doğal dilimizin ortaya çıkmasından önce düşünceye önceden konulmuş hiç bir belirlenim ya da kavramdan söz edemiyoruz, düşünme henüz kendi sınırlarının bilincinde değildir.

Düşüncenin sesleri giyinerek dışavurumu dildir. Konuşmanın aracı olan sesler de, anlamlı hale gelmeden önce serbest halde devinirler. İnsan, kendi nefesinin sınırlarını sınayarak sesleri harflere, hecelere ve kelimelere dönüştürür. Şu veya bu belirli sese dönüşen, aynı ve tek nefesin kendi olanaklarını dışa vurma çabalarıdır.

Her insan gelişiminin belirli bir evresinde kendi doğal diline doğar. İnsanın kendini yaşamın farklı alanlarında ifade etmesi için, içine doğduğu bu dilin sınırları yetersiz kalır; bilim, sanat, din, felsefe gibi özel diller geliştirerek olanaklarının yeni sınırlarına geçmek ister ve geçebildiği oranda ruhsal doyum bulur.

Bu farklı diller biyolojik yaşamımız için zorunlu değillerdir, fakat anlam dünyamızın kurucu duraklarıdır. Bunlar kendimizi ifade etmenin hem imkânları hem de sınırlarıdır. Her biri sınırdır, çünkü her ifade, kapsam ve içerik olarak diğerlerinden ayrı, fakat dil-biçim olmaları bakımından aynıdırlar. Sınır sayesinde farklı disiplinlerin ortak ve ayrı yönleri tanımlı ve bilinir hale gelirler.

Dilde, her kavram ile bir anlam temsil edilir, bu sebeple Kavram’da tek bir anlam ile sınırlanırız. Kavram farklı anlamlar arasında sınırdır, oysa bir kavram Simge yapıldığında çoklu anlamlara açılma ve olanaklı farklı sınırlara girme imkânı doğar. Böylece tanım üzerinden oluşan sınırlı bilgiye, hayal üzerinden oluşan sezginin bilgisinin de katılmasının yolu açılmış olur. Tanım yaparak belirli bir sınırın içinde kalan içerikleri biliriz, ama bu sınırda dururken sınırın ötesini bilmeyiz, vehmederiz. Vehim, sezgi demektir ama aklın desteğini almış olan hayalin sezgisi.

Anlamlandırma için, kavramlara ait sınırların hem birbirlerinden ayırt edilmesi hem de birbirleriyle bağ kurulması gerekir. Bu bağlamda simgesel düşünme, bir düşünme kipi olarak insanın farklı ve zıt sınırlarını bir arada değerlendirme olanağını ifade eder.

Anlamlardan sadece biri ile sınırlanmak, anlamlandırmayı engeller. Bu demektir ki, simge farklı sınırları birlikte ele alarak onları aynılaştırmaz. Tersine onları aynılaşmaktan kurtarır. Çünkü tek bir anlam kendi başına bizde bir anlayış oluşturmaya yetmez. Bir anlam tek başına değil çevresindeki yakın ve daha az yakın diğer anlamlarla mertebeli ilişkisinde insanda bir anlayışın doğmasına yol açar.

Bütünün bilgisine ulaşmak, ancak bütün “uzuvları” ile birlikte ele alındığında mümkün olur. Bu idrak biçimi tüm farklı sınırları birlikte kavradığı için insanın vahdetini oluşturan tüm kurucu güçleri ve bunlar arsındaki zıt eğilimleri ve çekişmeleri görür ve bunları göz önünde bulundurur, ama bu sınırların tümünün insanın kişilik bütünlüğüne hizmet ettiğini bildiği için bir sınırda durup diğerini dışarıda bırakmaz. Bu farklı eğilimlerin her birinin kişiliğimizin bir yönünü doyurduğunu bilir.

İnsan için bir sınırda durmamak, yani onu aşmak, yaşamın başka bir alanına geçmek demektir ki, yaşamın devamı için bu zorunludur. Ancak yine de kişilik bütünlüğümüz ve itidal üzere oluşumuz, aşmamız ve aşmamamız gereken sınırlarımızı bilmemize bağlıdır. Burada kastedilen “haddi aşmamak”tır, bulunduğumuz alanın hakkını vermektir. Bir işin hakkını başka bir işin hakkı ile karıştırmamaktır. Ancak insan doğuştan bu idrak ile doğmadığından bu tür bilginin elde edilmesi insanın kendisine bırakılmıştır.  Belirli sınırların idrak edilmesi için onların ihlali zorunludur. Aşılmaması gerektiği dışardan öğretilemez, ancak pratikte yaşanarak, fiillerimizin sonucu hak ettiğimiz bilgi olarak bilincimize katılır. Aşılmaması gereken bir sınırın aşılması ile fiillerimizin karşılığı anlamındaki “karşılık” ya da ceza dediğimiz durum ortaya çıkar.

Aşılmaması gereken bir sınırın ihlali, toplumsal düzeyde ceza müessesesi ile çözümlenir ve bir sorun kalmaz, buna karşılık aynı ihlal ruhsallığımızda pişmanlığa yol açtığından ancak tövbe ile giderilir. Bir de insanın, ihlalinde ısrar ettiği için geri dönemediği bir sınırı vardır ki bu durum, kişilik bütünlüğümüzün yarılmasına yol açan, ‘hakikati değiştirmek’te, yani yalanda ısrarcı olmaktır. Durulması gereken bir sınırı korumak ya da terk edilmesi gereken bir sınırdan başka bir sınıra geçebilmek ise bize kazanım olarak döner. Hangi sınırda durup, hangisini aşmamız gerektiğini söyleyecek olan yetkili, toplumsal ilişkilerimizde adaletle yönetilen bir devletin hukuku, bireyselliğimizde ise vicdanımız adını alır.