İnsan hakları kavramı sosyolojik, hukuksal, psikolojik, toplumsal, tarihsel, dinsel anlamda ve içerikte ele alınması gereken çok zengin bir kavram olmasıyla birlikte insanın sadece insan olması nedeniyle sahip olduğu hakları ifade eder. Bu haklar, insanın değerini ve onurunu (ahlaki, siyasi, hukuki, dini, felsefi, kültürel vb.) korumayı ve geliştirmeyi amaçlayan evrensel kurallardır. Bu hakları tek bir merkez etrafında ve düşüncede ele almak doğru olmayacak her bir bilim dalının katkı sağlayacağı interdisipliner (disiplinlerarası) bir yaklaşımla incelemek daha doğru olacaktır.
İnsan hakları; insan olmanın gereği olarak, din, dil, ırk, cinsiyet, toplumsal köken, ulusal aidiyet vb. hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm insanların yararlanacağı nitelikte olup zamandan, mekândan, ekonomiden, kültürden bağımsız, insanın doğarken beraberinde getirdiği onurdan kaynaklandığı kabul edilen haklarıdır… İnsan hakları kaynağını etikten, doğruluktan, ahlaktan, vicdandan alan hukuksal değerlerdir. İyi olan her şey veya değer insan hakları değildir. Buradaki temel ayrım, insan haklarının insan onuru için gerekli olması ve evrensel olmalarında gizlidir.
Hak denilen yetkinin kullanımı insanda, hak bilincinin güçlenmesi ölçüsünde anlam, değer ve önem kazanır. Hak bilinci ve sorumluluğu yeterince gelişmemiş kişi ve toplumlar kendi haklarına sahip çıkma yetkinliğinden yoksun oldukları gibi herkesin hak sahibi olduğu, fakat hiç kimsenin ödev, görev, sorumluluk bilinci olmadığı toplumlarda karşılıklı haklar yerine tam bir kaos hüküm sürer. En küçük aile biriminden en büyük devlet organizesine kadar bireylerin bulunduğu her yerde hak, adalet, ödev, görev, sorumluluk ve yükümlülük birbirlerine bağlı olarak bir arada bulunur ve gelişir. Kişisel ve toplumsal hak, ödev, görev, yükümlülük bilinci yeterince gelişmiş kişi ve toplumlar ahlaki ve akılcı bir şekilde hem kendi hem de karşısındakinin hakkını ve sınırlarını bilmeyi, korumayı bilirler. İnsan olmanın gereği huzurlu, adaletli, haysiyetli yaşamlarını sürdürürler.
Devletin, devletin içinde olan, dinsel, etnik ya da başka bir temele dayanan küçük grup ve birlikler için haklar değil çıkarları vardır. Bireyle devletin karşı karşıya gelmesi bir hak paylaşımı çatışmasını değil, hak-çıkar çatışmasını gösterir. İnsan hakları öncelikli olarak devlete yönelik kısıtlamalar olarak görülebilirler; devletin bireylerin kendi alanlarında haklarına müdahale etmemesi gerekir. Devletin rolü bu hakların kendi kanunları dâhilinde yer almalarını, yani “kanuni hak “esasına dayalı olmasını sağlamak olmalıdır. İnsan hakları kavramı aynı zamanda tüm kişiler için, diğer insanların haklarına müdahale etmemeleri gerektiği şeklinde bir yükümlülük, yani karşılıklılık ilkesi de yaratır.
Tarihin doğduğu her coğrafi alanda çeşitli toplumsal ve geleneksel değerlerin yanı sıra genel kültür çerçevesinde insana verilen değer ile çağdaş insana tanınmış haklardan söz edilebilir. Tarihte insani değerler ve insan hakları, önceleri dini bir tema olarak gündeme gelmiştir. Hristiyanlığın ilk dönemlerinde tanrının kanunlarının laik yöneticilerin kanunlarına üstün geldiği görülmektedir. İslam dini ise iman, barış, güzel ahlak, hakkaniyetli adil yaşam, insani değerler üzerine temelli mükemmel evrensel bir din anlayışına sahip olmasıyla, hem ferdin hayatını, hem toplum hayatını, hem kurumsal alanı tanzim etmek üzerine yaptığı düzenlemelerle dünya saadetiyle ahiret saadetini birlikte kazanmayı esas alır. Toplumsal yaşamdaki düzen ve sistemi kurmak, Medine ve ona bağlı yerlerde bulunan Müslüman, Yahudi, putperest ve diğer bütün toplulukların haklarını garanti altına almak için Hz. Muhammed’in devlet başkanlığında düzenlenen, kimi uzmanlarca dünyada ilk anayasa örneği olarak kabul edilen, siyasi, kanuni, hukuki, belge niteliğinde olan 622 tarihli Medine Sözleşmesi veya Vesikasıdır. Hz. Muhammed dünyadan ayrılmadan önce 632 tarihli son veda haccındaki Veda Hutbesi de yine aynı şekilde bütün insanların eşitliğini vurgulayan ve kadın haklarından bahseden, insan haklarına kaynaklık eden evrensel hukuk kuralları niteliğinde olan kaidelerdir. Batı dünyası bu değerleri yüzyıllar sonra 1950 yıllarına doğru nice savaşlar, zulümler, sınıf ayrımları sonucu elde etmiştir. İslam dünyası yüzyıllar öncesi bu hukuk sistemini düzenlemiş olsa da ne yazık ki Muhammedi anlayış dört halifenin hilafetinin saltanata taşınmasıyla beraber zahiren bitmiş ve velayet ile beraber batına taşınmıştır.
İlk çağdan itibaren insanı her şeyin ölçüsü olarak ele alan hümanist felsefenin başladığı doğrudan demokrasinin uygulandığı eski Yunan şehir devletlerinde doğal haklar olarak önemli bir yer almıştır.
Yunan site devletlerinin üzerinde durduğu doğal haklar anlayışı Roma imparatorluğu döneminde de varlığını sürdürmüş daha sonra 1215 tarihli Magna Carta Sözleşmesi bugünkü insan haklarına kaynaklık ettiği söylenebilse de o zamanki Avrupalı insanlar kanunilik ilkesi nedir bilmediği, suç, suçlu ve suça göre ceza, kavramlarının tanımı yapılmadığı için, Ortaçağ boyunca Engizisyon tarafından, zulüm ve infazlara maruz kalmışlardır. Modern İnsan Haklarının felsefi arka planı 17. yy. liberal aydınlanmacılığı Rasyonalizme dayanır. John Locke modern insan haklarının kurucu babası olarak kabul edilmektedir. Jean-Jacques Rousseau, Montesquieu gibi filozoflar ile T. Hobbes’un pozitif hukuk sistemi ile hakları geliştirmiştir. İngiltere’de 1689 devriminden sonra geliştirilen Yurttaş Hakları Beyannamesi, 1776 ABD Bağımsızlık Bildirgesi, 1789 Fransa İhtilali sonrasında ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgelerinde, insanların özgür olduğunu ve eşit yaşamaları gerektiğini, insanların zulme karşı direnme hakkı olduğunu, her türlü egemenliğin esasının millete dayalı olduğunu ve mutlak egemenliğin bir kişi ya da grubun elinde bulunamayacağını, devleti idare edenlerin esas olarak millete karşı sorumlu olduğunu, hiç kimsenin dini ve sosyal inançları yüzünden kınanamayacağını ortaya koyuyordu. 18.yy da I. Kant, J.S. Mill, Thomas Paine gibi filozofların çalışmaları insan haklarını etkilemiştir. Kölelik karşıtı hareketler, demokrasi mücadelesi özellikle demokratik katılım, genel oy ilkesi ve kadınların oy kullanma hakkı gibi alanlarda insan hakları mücadelesi yoğunlaşmıştır. 1945’te 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler’in (BM) kurulmasıyla insan hakları kurumsal olarak da dünya politikalarında yerini almıştır. Birleşmiş Milletler tarafından 10 Aralık günü, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin kabul edildiği 1948’den bu yana İnsan Hakları Günü olarak kutlanmaktadır.
Sömürgeciliğin, emperyalist politikaların ve büyük güçlerin, ırkçılığın, dinsel farklılıklardan kaynaklanan sorunların, sınıf ayrıcalıklarının, cinsiyet farklılıklarının, insanın daha iyi, daha doğru, daha güzel yaşaması için çıkmış ancak çıkış amacından sapmış “izm”lerin, ideolojilerin, demokrasinin (hızın ve hazzın) hâkimiyetindeki sistemde kapitalist ihtiraslar, siyasi ve ekonomik çıkarlar küresel gündeme hükmediyor. İnsan olmanın, korumanın, hakkın, liyakatin, değerlerin değil, güçlü olanın sözünün geçtiği, kazandığı, “sahip olma”nın, tüketmenin, değerli olduğu günümüzde her türlü vicdansızlık, adaletsizlik, ahlaksızlık normal hale gelebiliyor. İnsan onuru göz ardı edilip insan itibarsızlaştırılıp değersizleştiriliyor.
Onur, insanı insan yapan en önemli niteliklerden biri olup, kişinin kendine verdiği değeri ve başkalarının kendine göstermesi gereken saygıyı ifade eder. Varoluşuyla onurlandırılan insan ailesinden ve çevresinden öğrendikleriyle onurunun farkına varır ve Allah’ın emaneti olarak sorumluluğunu taşır. Onur, şeref, izzet, itibar, değer, kerem vasıfları bizzat yüce Allah’ın doğuştan her insana verdiği lütuftur.
İnsan; aklı, iradesi ve vicdanıyla yüce Allah’ın isim ve sıfatlarına camii olacak istidat ve kabiliyetlerde (ahsen-i takvim) denilen kıvamda, ölçüde, surette, yüce ve şerefli olarak en güzel şekilde yaratılmıştır. Varlığın vücutta göründüğü insan bir taraftan yaratılmışların şereflisi, yüce Yaratanın yeryüzündeki halifesi ve mukaddes emanetini taşıyıcısı yüceler yücesi (a’lâ-yı illiyyîn) bir varlık iken diğer taraftan insan olmanın kadrini, değerini, sorumluluklarını bilmediği, tutkularının ve arzularının esiri, gerçeğe karşı direnen inkârcı, aşağıların aşağısı (esfel-i sâfilîn) bir karaktere bürünebilmektedir. İnsan iyiliğin, doğruluğun, güzelliğin aynası olabildiği gibi, kötülüğü, yanlışlığı, çirkinliği de yansıtabilmektedir. Tüm iyi hasletler kadar kötülükleri de bünyesinde potansiyel olarak taşıyan insanın önüne onu kemale taşıyacak fırsatlar çıktığı gibi onu en aşağılara düşüren durumlara da düşmektedir. İlahi adalet anlayışına göre herkesin kendi cüz-i iradesinden, seçimlerinden, eylemlerinden sorumlu tutulacağı, sonuçlarını hem dünyada, hem ahiretinde göreceği, yaşayacağı insan, kelime olarak nereden türetilmiştir? Ne manaya gelmektedir? İnsan, nasıl bir insan olmalıdır ki hüsran ve ziyan içinde olmasın? Barışta, huzurda, saadette, kurtuluşta olsun. Hak kavramının açılımı nedir?
“İnsan” kelimesi Arapça olup, köken itibariyle “ünsiyet” ve “nisyan” adlarında iki farklı kelime kullanımı olduğu görülmekle birlikte irfanî gelenekte üçüncü ilke olarak “isyan” eden varlık olarak tanımlanır. “Nisyan” ise unutmak, affetmek anlamlarına gelmekte olup, insanın unutkan bir varlık olduğuna işaret eder. Bir şeyin unutulmuş olması onun daha önceden biliyor olmasını, insanın ezeli bilgiyle doğduğunu ve doğduktan sonra varlığında kayıtlı olan bilgiyi unuttuğunda da varlığına yabancılaştığını ifade etmektedir. Unutmakla dünyaya gelen insan, kendine yapılan kötülükleri de unutarak, onları affederek insanlığını bulacak, kendini var etme sürecinde değerlerini, niteliklerini hatırlayarak insanlığını ikmal edecek, var olma gayesini gerçekleştirebilecektir. İnsanın dünyadaki insan olma yolculuğu ve süreci unutmak-hatırlamak, cehalet-bilmek arasındaki gelişim, bilişim
farkındalığını oluşturur. İnsanın varlığını hatırlaması, tanıması asli görevi ve sorumluluğundadır ki varlığını onurlandırması kemale gelmesiyle, kendilik bilincine varmasıyla olur. İnsan, hem kendisinin içsel çekişmelerine nefsine “isyan” eden, onlardan arınmak için mücadele eden, hem dışarıdaki haksızlıklara meydan okuyan, baş kaldıran yapısal özellikte isyankâr bir varlıktır. “Ünsiyet” anlam olarak insanların toplum içinde birbirleriyle uyum, yakınlık, hak üzere yaşaması gerektiğini ifade eder.
“Hak” sözlükte batılın( gerçeğe uymayan) zıddı, yerine getirilen hüküm, adalet, varlığı sabit olan doğruluk, gerçeklik, olması gereken kesin şey anlamındadır. “Hak” Allah’ın esma, sıfat ve fiillerinden olup adaleti, dengeyi, ölçüyü, ahengi, güzelliği vb. temsil eder. İnsan makro-kozmosu içinde barındıran dürülü bükülü mikro-kozmos âlemdir. Ne zaman ünsiyet ehli olup, hak üzeri yaşarsa, içte ve dışta barış tesis edilir ve yeryüzü sulh diyarı olur. Varlığını tanımak, hatırlamakla sorumlu olan insan, yüce yaratıcısının emanetini hatırlayarak, esma ve eylemlerinde sorumluluklarını yerine getirerek hakiki bir insan (insan-ı kâmil) olarak, varoluşla barışır, İslam (barış) olur.
Evrenin, sistemin işleyişi sebebiyle insanların gelişimleri, farkındalıkları, idrakleri, bilişleri, batıl ile hak ayrımının ortaya çıkması ancak birbirlerine zıt olan karakterlerin çatışkılarına bağlı olduğundan insan kendini ilişkilerinde çift kutuplu çatışkıların, belirsizliklerin içinde bulur. Uzak doğu felsefesinde yin ve yang denilen karşıt gibi gözüken kavramlar aslında birbirlerini tamamlayan, devinimi sağlayan unsurlardır. İkisinin varlığı birbirine bağlıdır. Varlık, ancak yokluğun mevcudiyeti ile oluşur. “Karşıt olan şeyler bir araya gelir ve uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum doğar. Her şey çatışma sonucunda meydana gelir.” Herakletios (MÖ 535 – 475)
Dünyadan her inançtan, her kültürden bilgeler orta yolu her şeyin kararını savunmuşlardır. Aşırı uçlar gerilim yaratır ve er geç zıt yöne doğru sallanmayı gerektirir. Farkındalık ve bilgeliğimizin ölçüsü de hayatlarımızın ve eylemlerimizin orta yol çevresinde ikiyi bir yapıp dengeye gelmemizde kendini gösterir.
Semavi kitaplar insanların ihtiyaçları ve seviyeleri doğrultusunda insanlığa indirilmişlerdir. Üç semavi dinin peygamberi, yol göstericileri olan Hz. Musa aklın ve yasanın, Hz. İsa sevginin, Hz. Muhammed ise güzel ahlakın temsilcileri ve öncüleridir. Akıl, sevgi, güzel ahlak insanı insan yapan vasıflardır. İnsanı diğer varlıklardan üstün bir konuma getiren özellik hak ile batılın arasında ayrım yapabilecek akıl, irade ve vicdana sahip olmasıdır. Akıl rasyonel yetimiz olup, insanlar arasında iletişim, fikirler, olaylar, durumlar arasında bağlantı kurduran, vicdan ise ahlaki otorite, değerler, eylemler hakkında adalet sağlamaya yarayan cevherimizdir. Bu iki yeti herkeste olup, çevre, eğitim, kültür, çıkar gibi nedenlerle gelişir veya körelir. Körelirse, insan hak, hukuk tanımaz, zalimleşir. İnsani melekeler, vicdan geliştirilirse insan merhamet, irfan, basiret sahibi, hakkaniyetli olur. Haddini, sınırlarını bilir. Her şeyi kendine hak görmez, her şeyde hakkı görür. Hak yemez, herkese hakkını verir. Kendi vicdanını kendisi denetler. Kendi kendinin efendisi olur. Kendisini kurtuluşa erdiren salih amellerle her türlü sorumluluğu yerine getirmenin huzurunu taşıyan kalbi selim, aklıselim, zevk-i selim içinde olur.
Gönül güzelliğin, sevginin yeridir. Sevgi hem var olmak hem var kılmaktır. Kaynağını sonsuz olandan aldığı için evrenin en güçlü enerjisidir. İyi niyet, doğruluk ve istikamet bütün hayati faziletlerin, medeni esasların çıkış noktasıdır. Yatayda tüm varoluş ile, dikey bağlantıda Yüce Yaradan’ımız, Rabbimizle, kendi merkezimizde dengede kalarak, aklı, kalbi, vicdani dosdoğru (sırât-ı müstakîm ) yolda olmak; dini inanışlarda ve dünyanın birçok kültüründe yer alan Nuh tufanı efsanesindeki insanlığı muzaffer eyleyen Neciyyullah (kurtuluşa erdiren) Hz. Nuh’un gemisinde olmak gibidir… Nuh
(as) insanlığı hidayete davet eden, insanlığa gönderilmiş ilk resuldür ve tufandan sonra insaniyet dönemini açmıştır. Nuh’un gemisi, çağrıyı duyup iman edenlerin, yetmiş iki milleti bir eyleyenlerin, aslanla ceylanın, kurtla kuzunun, bütün hayvan ve varlıkların birbirleriyle rıza ilişkisi içinde olduğu tevhit gemisidir. Yüce Yaradan bir ayette şöyle buyurmuştur: “Biz yalnız Nuh’un soyunu kalıcı kıldık” (Sâffât 77). İnsanlar dünyanın her yerinde Nuh’un gemisini arayıp dururlar. Bununla ilgili çeşitli varsayımlar ve fikirler yürütürler. Aslında aradıkları, kurtuluşları ve hidayetleri kendi içlerindedir. Bizi varoluşla bütüne getirecek, kurtuluşa erdirecek bütün yetilerimiz içimizde, imanımızda, niyetlerimizde, eylemlerimizde saklıdır.
Niyetimiz, eylemimiz, yolumuz, sevgi, güzel ahlak, adalet, insan, insanlık olsun, hak olsun, hakk için olsun…
