Okuma süresi: 25.52 mintues

Bir “cümbüş” içinde bulunduğumuz artık her düzeyde alenileşmiştir. Modern disiplin toplumlarının bireyleri sınırlama ve onlara tahakküm etme anlayışının yerine, post-modern denetim toplumlarının bireyleri kendi kendilerine tahakküm edecekleri bir aşamaya getirip öylece salıverme edimi geçmiştir. Bu olgu ekonomik değerin yapısındaki değişim üzerinden de izlenebilir. Kullanım değeri, değişim değeri aşamasından geçerek bir sembolik değere dönüşmüştür. Bu değer dönüşümü, hizmet sektörünün ekonominin en önemli unsuru haline gelmesiyle yakından ilişkilidir. Hizmet sektörünün genişlemesi, teknolojik ilerleme, esnek çalışma koşulları vb. olgular denetim toplumlarının salıverme anlayışının doğma nedenleridir. Denetim toplumlarıyla birlikte, erki dönüştürebilecek direniş mahfelleri fabrikalar olmaktan çıkmıştır. Direniş artık sadece her yerde ve ancak bir çokluk olarak örülebilir. Hatta erkin geniş nüfûz alanı, herhangi bir direnişin dışarıdan örülemeyeceği, tasarlanamayacağı, ancak bir doğal felaket gibi başımıza gelebileceği anlamına gelir. Çünkü alışverişe tâbi tutulan nesneler artık ürünler değildir. Ürünler yerlerini önce metalara, metalar ise göstergelere bırakmıştır. İnsanlar arası etkileşim göstergeler ve kodlar üzerinden gerçekleşmektedir. Bu ise kimlikler üzerinden ortaya çıkan ve aynı zamanda kimlikleri de üretip istihkâm eden bir ilişki biçimidir. Direnişin –tıpkı denetim toplumunun egemenlik ağı gibi– görünürde bir merkezinin kalmayışının nedeni, kimlikleri çoklu hale getirilip müstahkem kılınmakta olan bireylerin ortak bir paydada bir araya gelmelerindeki güçlükte yatar.

O vakit sormalıyız: Bireyleri kimliklerini de aşacak şekilde bir araya getirebilecek ve –Hardt ve Negri’nin kavramsallaştırmasıyla– “çokluğu” ortaya çıkaracak olan ilke nedir?

Erkin aldığı yeni biçimlerden söz ediyoruz. Kendini her düzlemde kodlarla ifade eden, yani kodların arkasına saklanan erk, her yeri sarmış ve tam da bu her yerdeliğiyle şeffaflaşıp görünür olmaktan çıkmıştır. Erki üreten ve erk tarafından belirlenen kodlar kültürel olarak dolayımlanmış olsa da, erk  ̶ aynı merâmı iletecek şekilde ̶  her kültür şebekesine uygun yeni kılıklar ve kodlar üretebilme maharetine sahiptir. Bu yeti, kültür farklılıklarına uygun biçimde modifiye edilmiş göstergesel kodların, birer ajan olarak içine girdikleri kültürel yapılara eklemlenerek onları dönüştürmesiyle karakterizedir. Erkin bütün kudreti de burada yatmaktadır: Erk sahipleri, erkin varoluşa çıkardığı bilgi tarafından aynı zamanda belirlendiğini de anladıkları ölçüde yok olmuşlardır. Yok oluşları bir merkez olmaktan çıkmaya başladıkları ve kendilerini her yeni duruma uygun biçimde yeniden yapılandırdıkları veya yapılandırılmaya izin verdikleri anlamındadır. Bu ise bir hakikatten ziyade bir iddiadır. Çünkü bir merkez olarak yönetimin ortadan kalkması, ağın kendi yöneticilerini de kendisine katan bir oluşum haline gelmesi, onun bir enstrüman olmaktan çıkıp kendini örgütleme ve düzenleme yeteneğine sahip, canlılık ve bilinçlilik özellikleri gösteren bir organizmaya dönüşmesi demektir. Bu ise Matrix’i andıran bir yapı değildir de nedir!

Denetim toplumlarında erk sahiplerinin iddiası, “Konformist” (uymacı-dogmacı) angajmanlarından kurtulup kendilerini olan bitene uygun biçimde regüle etmeyi öğrenmiş olmaktır. Bu noktada “yönetim” yerine “eşgüdüm” kavramı öne çıkmaktadır. İdare edici yapıların kendilerini artık bir merkez olarak değil de regüle edici aparatlar, toplumdan gelen dalgalara binici yapılar olarak örgütlemeye çalıştıkları göze çarpmaktadır.

Tüm dispositiflerin birliği olan erk, nüfûzunu da yine bu dispositifler üzerinden kullanmaktadır. Dispositif, tüm iktidar kuvvetlerinin sevk ve idaresi, bu minvalde bilginin de örgütlenmesi olduğu cihetle, erkin etkinlik alanı toplumsal ilişkilerin bulunduğu her yere, yani tüm bir dünyaya genişlemektedir; çünkü günümüzde dispositiflerin içinde cari olmadığı bir mahfel kalmamıştır. Bir başka dile tercümesi hayli zor olan “dispositif” kavramını Foucault şöyle tanımlar:

“[Dispositif] kavramıyla karakterize etmek istediğim şey diskurlar, kurumlar, mimari yapılar, düzenleyici kararlar, yasalar, bilimsel önermeler; felsefi, ahlaki ve insancıl söylemleri barındıran heterojen bir bütünlüktür. … Dispositif, bu unsurlar arasındaki ilişkilerle düzenlenen bir networktür.”1

Toplumsal ilişkinin bu hengâmda aldığı yeni biçim, paylaşıma açık ve elverişli olmakla vasıflıdır. Torrent programları, veri paylaşım siteleri, akıllı telefonlar vd. bu türden bir toplumsallaşmanın işaretleridir. Ama bu toplumsallaşma olgusunu en çok da geçmişin –kilitlenebilen– mahrem günlüklerinin blogspot, instagram, facebook vb. ağlar üzerinden kamusallaştırıldığını fark ettiğimizde görebiliyoruz. Artık sadece bireyin bildiği şeyin bir değeri yoktur. Yazıp bir köşede bıraktığınız, düşünüp kendinize sakladığınız, resmedip sergilemediğiniz şeye kıymet ve paha da biçilemez. Ağa ve dolaşıma sokulmayan hiçbir bilginin kıymet taşımaması, ağ ve dolaşım aracılığıyla kimlik inşâsı, birer meta haline dönüşen kimliklerimizin kolaylıkla erişilebilir hale dönüşmesi vs. bir “cümbüş” içinde olduğumuzun kanıtıdır.

Bu anlatılanların izinde Marx’ın ekonomi politik eleştirisindeki en sorunlu yerlerden birine işaret etmenin tam sırası. Sermayenin yeniden üretimini sağlayan artı-değer sömürüsünü, üretime fiilen ve somut biçimde katılan “üretken emeğin” ücretlendirilmesi aşamasına dayandıran Marx, metaların dolaşımı da dahil geriye kalan tüm emek süreçlerini “üretken olmayan emek” sınıfına sokmuş ve bu emek biçimini artı-değer yaratmamakla, yani sermayenin yeniden üretim sürecine doğrudan katkı sunmamakla tanımlamıştır. Marx, böylelikle kapitalist sömürü biçimine karşı direnişin örgütleneceği mekânlar olarak fabrikaları işaret etmiş ve “çarpık” toplumsal bilincin hâl edilmesi için bu mekânın aktörleri olan proleterlerin geçici bir süre erke el koymak zorunda olduğunu savlamıştır. Bu formülasyonun totaliter rejimlerle ve kapitalist muadillerine benzer biçimde disiplin toplumlarıyla sonuçlandığı bir vak’adır. Ancak Marx’ın öngöremediği –ve belki de öngörmesi mümkün olmayan– şey, erkin yapısında özel mülkiyet rejimi altında yaşanabilecek potansiyel değişimlerdi.

Özel mülkiyet rejimi altında erkin yaşadığı değişimlerin en önemlileri şöyle sıralanabilir: bireyler arası tüm etkileşimlerin birer göstergeye dönüşmesi yani metalaşması, artı-değer üretiminin temeli olan değişim değerinin kullanım değerini bastırarak sembolik bir değere yükseltgenmesi ve böylelikle her türden ilişkinin kendisine tercüme edilebileceği ortak dil yaratımı.

Bu hassalar sayesindedir ki erkin kültürel yapıların tümüne müdahalesi mümkün hale gelmektedir. Erkin her şeyi kendisine tercüme ederek anlayabileceği ve her şeyle iletişim kurmasına olanak sağlayan bir kuş dili vardır artık. Bu bir meta-dildir. Erk, bu dil aracılığıyla teçhizatlanır, mevzilenme yeteneği kazanır ve yine bu dil aracılığıyla güçlerini sevk ve idare eder. Eğilim, bu zeminde hiçbir ilişki biçiminin ötekileştirilip bu ağın dışında bırakılmaması yönündedir. Bu anlamıyla modern disiplin toplumlarının kapatıp kuşatan; cezalar, korkutmalar ve sakat bırakmalar aracılığıyla dar bir ilişkiler bütünü hariç her şeyi tehdit sayıp dışlayan anlayışı ortadan kalkmaktadır. Post-modern denetim toplumlarında “ecnebi” olanın ağa eklemlenmesi ve etkinliklerinden istifade edilmesi düsturu başattır. Dışarıda bırakılanın enerjisinin sisteme dâhil olmadığı, bunun da etkinliği ve verimliliği düşürdüğü görülmüştür. Ayrıca dışarıdakinin bir gün sert bir hamleyle geri geleceği tecrübeyle öğrenilmiştir. Disiplin toplumlarında “ağyar” olanların, denetim toplumlarında “efrad“ kılınması arzulanmaktadır. Ancak bu ötekileştirmenin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Ötekileştirme artık inançsal, kültürel veya etnik bir söylem üzerinden değil, ağa entegre olmaya gösterilen direnç üzerinden yapılmaya başlamıştır. Burada da güdü öncelikle ekonomiktir.

Bu toplumsal, kültürel ve siyasal kompozisyonun değişimine ekonomik veriler de destek olmaktadır. Bunun için sektörel bazda milli gelir analizleri örnek olarak alınabilir. Günümüzde gelişmiş ülkelerin milli gelirlerine sanayi sektörünün katkısı %20 civarına düşmüştür. Buna mukabil hizmet sektörünün %70’lere varan bir katkısı söz konusudur. Dünyadaki toplam milli gelir baz alındığında da hizmet sektörünün milli gelire toplam katkısı %60’ın üzerindedir. En çok da bu olgu sayesinde, disiplin toplumlarında kuşatma ve hapsetme mekânları olarak fabrikaların yerlerini, denetim toplumlarında genellikle resmi kıyafet ve üniforma zorunluluğu içermeyen özel bir mimariye sahip ofislerde veya açık havada esnek çalışma biçimlerine bıraktığı görülmektedir. Üstelik çalışanların sembolik de olsa çalıştıkları kurumlara ortak olma hakları da mevcuttur. Bu anlamıyla fabrikalar yerine korporasyonların hâkim olduğu yeni bir biçim altında yaşadığımızdan bahsedebiliriz artık. O halde direniş odakları da fabrikalar olmaktan çıkmıştır. Direnişin aktörleri de proleterler değildir. Geçmişin kapalı mekanlar üzerinden bireyi kuşatıp tahdit eden iktidarları, disiplin toplumları olarak kendilerini örgütleyip ölümü yönetmekle iktifa ederlerken; bugün açıp serbest bırakan, sınırları kaldırıcı, kuşatma derecesini düşürmüş ve yaşamı idare eden denetim toplumlarıyla karşı karşıyayız.2 Foucault’nun büyük oranda fark edemediği ama işaret ettiği bu değişim, modern toplumdan bir post-modern “panoptikon”3 toplumuna dönüştüğümüz gerçeğidir. Bunun ilanı Deleuze’e kısmet olmuştur.

O halde direnişin belli bir odağı kalmamıştır. Kültürel ve etnik direnç odaklarının hepsini bir girdi olarak kendine katıp kendini bu yeni bireşime uygun biçimde örgütleyebilen, kısacası bilgi mekiği gibi iş gören ve dönüp kendine geri bildirimde bulunabilen bir sibernetik döngü ile karşı karşıyayız.

Modern disiplin toplumlarından post-modern denetim toplumlarına ilerleyiş değer yasası özelinde de takip edilebilir. Modern disiplin toplumlarına zemin teşkil eden değişim değeri, kendini sembolik değere çevirip refah ve prestij üzerine bina edilmiş yeni bir ağ kurmaya doğru ilerlemektedir. Denetim toplumlarının erki, bütün diğer değerleri bu sembolik değer parametrelerine tahvil ederek kendini ebedileştirme yönünde önemli bir atılım içindedir. Görünüşte dolaşımın tıkanmasına neden olabilecek hiçbir unsur yoktur. Ağın arzu etmediği terör hareketleri bile belli bir kritik düzeye dek silah ve güvenlik ekonomisinin tetikleyicisi olarak erke hizmet etmektedir.

Erki çileden çıkaracak olan yegâne şey, konfor ve prestij gibi değerler yerine başka değerleri vaz etmektir. Çünkü konfor ve prestij dışında merkeze geçebilecek başka bir değerler sistemi, ağın ve erkin etkinlik alanını, onun dispositiflerini tehlikeye sokmaktadır.

Hepsi de aynı anlama gelmek üzere erk, siyaset veya irade, görünmezliğini “dispositifler” yoluyla bireylerde sindirilmiş olmak suretiyle sağlamaktadır. Biyoiktidar olarak tarif edilebilecek bu olgu aslında tarihin her döneminde, erkin her biçiminde mevcuttur; ancak onun erişim ve etkinlik alanının bu denli yayıldığı başka hiçbir dönem olmamıştır. 17. yüzyılda bile çeşitli şirketler, dünyanın ücra yerlerinde acenteler açmaktaydı, ancak işlem yapamamaktaydı. Günümüzün bilişim ve iletişim ağlarındaki gelişim düzeyi, dünyanın iki ucu arasındaki işlem hızını daha önceyle kıyaslanamayacak bir düzeye çıkarmıştır. O halde bütünlük algısının ve entegrasyonun tesisinde “hız” olgusunun oynadığı rol ortadadır.

Hız, ağdır. Her türden ilişkiler ağının surat, yüz veya vechi (kimliği) ancak hız üzerinden aşikâr olur. Hız sayesinde dikkat, ağı oluşturan tikel karşılıklı etkileşimlerden ağın bütününe kaydırılır. Ağın bütünselliği, ağ içindeki tüm etkileşimlerin bir suratı, bir kimliği olur. Hız aracılığıyla bütünlenip kimlik kazanan ağ, hem bu etkileşimler sistemine dâhildir hem de onun dışındadır. Onun hareketliliğinin hem nedeni hem de sonucu olan bu belirsizlik ve kararsızlık, erk sahiplerine, konformizmin (uymacılık-dogmacılık) tuzağına düşmeden kendilerini yeniden yapılandırabilecekleri önemli bir zemin sunar.

Ağ içindeki etkileşimlerin hızındaki artış, ağ şebekeleri içindeki öğelerin cisimsel ve maddi niteliklerinden soyunmalarıyla doğrusal olarak ilişkilidir. Tarih boyu ürünlerin metaya, metaların simgesel kodlara ve göstergelere dönüşmesi (giderek cisimsizleşme) erkin görülmemiş enginlikte bir yüzeye yayılmasını sağlamıştır. Hız, öbeklerin ilişkisinin, ağ ise hızın bir fonksiyonudur. Ağın ideal birimleri olan simgesel kodlar ve göstergeler ise ağın fonksiyonlarıdır. Süreç böylelikle kendi üzerine kapanmış ve bir döngü halini almıştır.

Ağın kimliğinin belirmesi, ağ içindeki tüm öbeklerin bu bütünsel kimliğe referansla aidiyetler oluşturup kimlik kazanması sonucunu doğurur. Bu açıdan tüm öğeler ağın kimliğini de üzerlerine giymek ve ağı dizge içinde temsil etmek uğraşı içindedir. Her bir öğe kendi başına ağın bütününü temsiliyet iddiasında bulunan bir numunedir. Bu mümessillik ilişkisi, bir enmuzec veya numune4 niteliği ortaya çıkarır. Enmuzec veya numune ise faaliyetine referansla tikel, kimliğine referansla tümeldir. O halde tikel olan ve tümeli içinde barındıran her bireyin kendi içinde muktedir hale gelmesi ve erkin temel değerleri (dispositifler) olarak bireylere giydirilen prestij ve konfor için çalışması, denetim toplumunun iyi bir ferdi olmak için yeterlidir. Erk açısından buraya kadar işler yolunda görünmektedir. Ancak tam da burada, kendi üzerinde muktedir olan bireylerin “azâmet kompleksi”ne saplanıp birbirleriyle çatışmasalar bile birbirlerini birer haz ve prestij nesnesine dönüştürmesi sonucu karşılaşacakları yıkımdan söz etmek gerekir. Bu gizli bir dirençtir. Gizli bir dogmadır. Yine bu gizlilikle bağlantılı olarak gizli bir konformizm (uymacılık-dogmatizm) üretir. Bu bağlamda bu gizli direnç, denetim toplumlarının erki söz konusu olduğunda bulanıklaşan ötekileştirme mekanizmasının, tüm acarlığıyla mikro-iktidar düzleminde yaşamakta olduğunun göstergesidir. Yani hız aracılığıyla ve “prestij” üzerinden özgürlük vaat eden erk, tüm olumsallığını üzerine kurduğu dirençsizlik zeminini bizzat kendisi ortadan kaldırmaktadır. Kendisini toplum üzerine sâri kılarak ortadan kaldırdığını iddia ettiği anda, tek tek bireyler özelinde dirençler tesis etmekte olduğu gerçeği bir “ayıp” gibi ortaya çıkmaktadır. Hakikatte bu dirençler, bir dizgeden söz edebilmemiz için şarttır, ancak burada söz konusu olan ağın verimliliğini kesintiye uğratan ve ağın öngöremediği bir dirençtir. Ağı donduracak, dogmalaştıracak ve onun başlangıçtaki şeffaflaşarak yok olma amacına aykırı düşecek olan budur. Denetim toplumlarında ağın her şeyi kapsadığı yanılsaması bu noktada teşhir olur. Bu olgu, dispositiflerin bireyler tarafından sindirilmesi özelinde ortaya çıkar. Kendisini yöneten ilke bağlamında kendi hakikatlerinin mutlak olduğuna inanmadan ve bu ilkenin yaşam bulması için çalışmadan hiçbir bireyin egemenlik oluşturması beklenemez. Bu paradigma altında bireyler arası rekabet teşvik edilmektedir. Bu rekabetin güdüsü ise maksimum ekonomik fayda ve prestijdir, hatta bireyin giderek tüm ağa egemen olmayı istemesidir. Yani ağın bütünü olarak kimlik, belirsizliğiyle hareketin kaynağı olması öngörülmüşken, mikro-iktidarlar özelinde, yani bireylerde, donuk bir konformizme (uymacılık-dogmacılık) dönüşmüştür. Bireylerdeki konformizm, ağın hareketini kısıtlayıp belirlenimsizliğini ortadan kaldıracak olan şeydir. Tam o anda erkin kaçındığı statüko hortlamış olur. Erk, teşhis edilememekten aldığı gücünü oracıkta bırakıverir. Demek ki ağı devindirici dinamikleri olan prestij ve konfor, ağın devinimini akamete uğratıcı içsel bir düğümdür de aynı zamanda. Bu nedenle denetim toplumlarında ağ, arzuladığı hıza ulaşamaz. Denetim toplumunda erkin iradesini ilmine râm etme çalışmaları sürmektedir, ancak ilmi malûma râm olmadığından siyaset etme biçimi evrensellik ilkesine muvâfık değildir.

Denetim toplumlarının en önemli sorunu, kâdir-i mutlak görüntüsüne rağmen ölüm, tıbbi yetersizlikler, stres vb. olgular karşısında şimdilik yaşadığı çaresizliktir. Rekabet, ekonomik kalkınma ve gelişimi hızlandırsa da, güvensizlikleri körükleyip bir stres toplumu üretmekten başka bir sonuç vermemektedir. Denetim toplumlarında karşımıza çıkan kameralarla izlenme olgusu bu güvensizliğin önemli bir işaretidir. Açık mekânların dahi, açık ve kapalı devre sistemlerle 24 saat boyunca dijital ortamlara kaydedilmesi, tüm e-mail vb. veri akışlarının bir gün okunabilecekleri imasıyla gizli servislerce bir yerlerde stoklanması, ağın akışının kesintiye uğramasına tahammülsüzlüğün ve erkin bireylere olan güvensizliğinin izharıdır. Bu haliyle oto-sansür anlamına gelecek panoptikonluk, içsel bir düğüme dönüşmektedir. Bu tehdit ve imalar yoluyla panoptikonlara dönüşen bireylerin, ağın akışına zarar vermeyecek şekilde kendilerine çeki düzen vermeleri de garanti altına alınmış olur.

Bu söylenenleri desteklemesi için şimdi de erkin tarih içinde yaşadığı ekonomik değer dönüşümlerine kısaca bir göz atmalıyız. Öncelikle fark etmemiz gereken şey, artık ekonomiye ilişkin düşünmemizin temel kavramlarının ekonomiden çok linguistik ve psikanalize ait olduğudur. Ekonomi, siyaset, linguistik ve psikanalizin bu iç içeliği, etkileşim nesnelerinin maddi olmaktan çıkıp bilişsel bir düzeye kaydırılmasıyla doğrudan ilgilidir. İhtiyaçların karşılanması esasına dayalı ekonomik biçimlerden talep ekonomisine, oradan da arzu ekonomisine geçiş yaptığımız düşünüldüğünde linguistik ve psikanalitik literatürün göz kırptığı yerleri fark edebiliriz. Salt ihtiyaçların karşılandığı ekonomik yapılarda ve buna bağlı olarak erklerde hâkim değer kullanım değeridir, yani üründen elde edilen faydadır. Bu fayda ise ihtiyaçların giderilmesi hassasıdır. Henüz öğeler arası ilişkilerin gelişmediği ve bir pazarın oluşmadığı koşullarda meta üretimi söz konusu değildir. Ancak bir pazarın, yani ürünlerin mübadele edildiği ilişkiler ağının ortaya çıkmasıyla mallar meta değeri kazanır. Bu anda da mübadele edilen malların kullanım değerleri, malların farklılıklarını tek bir değere indirgeyen ve böylelikle karmaşık bir alışveriş sisteminin yolunu açan değişim değerlerine tahvil edilir ve alışverişlerde bu değişim değeri baz alınır. Değişim değeri, ulusal pazarlar içindeki belli bir ürün gamı söz konusu olduğunda işlevseldir; ancak hizmetler sektörünün devreye girmesiyle birlikte üretim ve tüketim dengesi, ürün gamını geri döndürülemeyecek şekilde değiştirmiştir. Artık tüm farklılıkları birbirine eşitleyebilmek, ürün bolluğu nedeniyle metaların akışkanlığını artırmak için daha süptil bir değere ihtiyaç duyulur. Yani klasik kapitalist toplumlarda, otomasyon, hizmet sektörü, bolluk vb. nedenlerle metanın değişim değeriyle kullanım değeri arasındaki bağ zayıflar ve değişim değeri artık bir ideolojik-simgesel değere dönüşür. Tüketimin ihtiyaçla bağı kopmuş, o artık bir toplumsal prestij sorununa dönüşmüş ve kimlik edinmek için zorunlu hale gelmiştir. Ağın bütünüyle ilişki kurmadan kimlik kazanmanın, kimlik kazanmanın da tüketimden başka bir yolu yoktur.

Lacan’daki ihtiyaç, talep ve arzu ilişkilerini bu farklı ekonomik değerlere haritalamak mümkündür. İhtiyaç ancak talebin dile getirilmesi üzerinden ifade edilebilir. Oysa tam da bu dil dolayımı, ihtiyaç karşılansa bile talebin doyumsuz kalacağını anlatır. Talep her şeyden önce bir sözdür ve ihtiyaçla olan ilişkisi bir gösterenler zinciriyle, bunların birbiri ardına gelmesiyle kurulur ve her seferinde Gerçek olanı ıskalar. Bu anlamıyla ihtiyacın dile getirilmesi, örneğin bebeğin ses çıkarması, doğal durumdaki bir kullanım değeri ekonomisinin yerini bir değişim değeri ekonomisine bırakmasına karşılık gelir. Bu aynı zamanda bir ego ekonomisine denk düşer. İhtiyacı karşılamak için nesnelere yöneltilen talep, her seferinde ihtiyacın karışlanmamasıyla sonuçlanmaktadır. İhtiyaç ve talep arasındaki bu gerilim, arzu ile dindirilir. Arzu, talep edilen şeyin sanrılanmasından ibarettir. Bu sanrı, toplumsal ağda kabul görmenin yegâne koşuludur. Talep düzeyinde her şeyi isteyen ve bu isteği diğer iradelerin varlığıyla kısıtlanan birey kendi içine kaçar ve sanrılamaya başlar. Bu ilkel bir inisiyasyondur. Dil ve yasa içine çekilmedir. Sembolik düzene geçiştir. Arzu, talep edilen ve ulaşılması imkânsız olan şeyin kısmî bir imgesinin kendisiyle sürekli bir arada bulunabileceğimiz bir ortamda, imgelemde, kurulmasıyla başlar ve bu yolla zevk fazlası bu kısmi nesneye yatırılır. Böylelikle başlangıçta her şeyi talep eden bireyin özgür iradesinin sınırını oluşturan bir başkasının iradesinin sınırı, bu doğal kısıt, arzu üzerinden gerçekleştirilen bir talep ikamesiyle sonuçlanır. Kısmi nesne, diğer bir deyişle bütünsel olanın bireyin imgelemindeki karşılığı, taleplerin çatışması arasındaki gerilimi gideren bir aparattır. Birey, bütünün kısmi imgesini bütünün yerine ikame eder. Bu kısmi imgenin bütünün yerine geçirilmesi bir fetiş ve putperestlik ritüelidir. Ancak aynı zamanda bir kimlik kazanma faaliyetidir. Olgun bir dil oluşumu, bu kimlik kazanma sürecinden sonra, üçlü yapı üzerinden (ihtiyaç-talep-arzu) gerçekleşebilir. Olgun bir dilsel ağ içinde ortaya çıkan sembolik değer, günümüzdeki ekonomik biçime tekabül eder. Metalar artık pazarda ihtiyaçları karşılamak için birbirleriyle değiştirilen gösterenler zinciri olmaktan çıkar, birer gösterge/sembol haline dönüşürler; yani sembolik değer aracılığıyla kendilerine sonsuz anlamlar yüklenmiş birer prestij nesnesi olurlar. Bu anlamıyla göstergeler/metalar, kendilerine libidinal yatırımların aktığı birer öbektirler. Linguistik, ekonomi, siyaset ve psikanalizin kesiştiği, disiplinler arasılığa imkân veren kıpı da burasıdır.

Tedavülün ereği ve bütünselliği devlettir. Bu dolaşım, yani tedavül, ne denli hızlı olursa devlet o denli aşikâr olur. Ancak daha önce değinildiği üzere dolaşımın hızlı olabilmesi, sistemin tüm içeriklerinin süptilleşmesiyle mümkündür. Malların önce metaya, sonra göstergeye dönüşümü bu süptilleşme, soyutlaşma veya uçuculaşma eğilimiyle birlikte okunabilir. Bu anlamıyla bireylerin bir yandan iktidar merkezi olmaları bir yandan da birbirlerine özgür iradeleriyle açılmaları aynı kıpının iki karşıt kutbunu oluşturmaktadır.

Göstergeler aracılığıyla insanların birbirleriyle konfor ve prestij zemininde de olsa ilişki kurması, kimliklerimizin dijitalleşerek erişime açılması vb. olgular, iletişimi daha akıcı ve kolay hale getirmektedir. Sosyal medyadaki kişisel sayfalar tanınırlık hızlarını artırmakta ve toplumsal ilişkileri şekillendirmektedir. İşte bu ilişki hızı, “Arap Baharı”ndan “Occupy Wall Street”e kadar pek çok toplumsal olayı da etkilemiş görünmektedir. Son yıllarda politik alana damgasını vuran bu hadiselerin sosyal medya üzerinden ani bir örgütlenmeyle cereyan ettiğini hatırlamak yeterlidir. Dünyadaki genel eğilimin aksine daha da görünür olmak isteyen muktedirlerin varlığı, tüm bir sistem tarafından tıkanıklık olarak algılanmaktadır. Konformizle (uymacılık-muhafazakârlık) malûl ve tek sesli erk sahiplerinin toplumdaki bu kimlik çeşitliliğini kendi içlerinde mâs etme şansları yoktur. Bu ise bireylerde anında kimliklerine dönük bir saldırı olarak algılanmaktadır. Artık herkesin iki vatanı olduğundan söz edebiliriz: birisi uyrukları tescilleyen ve sınırlarla çevrili vatan, diğer ise siber uzayda girdiğiniz etkileşimlerin cereyan ettiği vatan.

Muktedirlerin bireylerin kişisel özgürlük alanına müdahale arzusu, geçmişin donuk dispositiflerine saplanıp kalmakla ilintilidir. Bu noktadan hareketle geleneksel olmaktan ziyade konformist (uymacı-tutucu) olan politik öznelerin, sahip oldukları dispositifler bireyler tarafından kabul görmeyince kendilerini şeffaflaştıramayıp bir tür “azâmet” kompleksine kapıldıklarına şahit olmaktayız. Köhnemiş ideolojilerin anlamadığı şudur: Zenginliği üretme biçimimiz, tüketim ve harcamalarımızın kompozisyonunu doğrudan ve dolaylı olarak belirlemektedir. Açıktır ki birinin harcaması bir başkasının geliridir. Günümüzde bir yandan kalkınmak ve zenginlik üretmek isteyip diğer yandan bunu sınırlandıracak biçimde tüketim kompozisyonunu bozarak yaşam tarzlarına müdahalede bulunmak, despotik yönetimlerin irrasyonelliğinin bir karakteristiği olarak ortaya çıkmaktadır.

Toparlamak gerekirse, kendini hangi sabiteler üzerinden olursa olsun tüm dünyaya yayan erk, aynı zamanda kendisinin toptan değiştirilebileceği bir olanağı da sunmaktadır. Marx’ın “kendi mezar kazıcılarını da yaratan kapitalizm” teşhisi, tüm ekonomik ve toplumsal formasyonlara teşmil edilebilir. Bu anlamıyla olumsuz sonuçlarına bakmaksızın bu ilerleyişin insanlık tarihi açısından sahip olduğu önemi görmek gerekir. Bireyleri birbirlerine bağlayan yapı, işbu özelliğiyle her zamankinden daha dönüştürülebilir kılınmıştır. Bunu değiştirecek herhangi bir öznenin veya odağın bizzat sistem tarafından sindirildiğini söylemiştik. O halde arzulayan özneler olarak bireyler, sembolik değerler aracılığıyla (kazanç, prestij ve haz üzerinden) ilişki kurarlarken birbirlerine aşina da olmaktadırlar. Bu aşinalık, bireyleri birbirlerinin egemenlik alanlarına tecavüz etmeye değil tanımaya yönelttiğinde ortaya çıkacak ahenk –yine bir dispositif olarak– tüm erki dönüştürebilme kudretine sahiptir.

Dünyada son dönemlerde ortaya çıkan politik muhalefetin içinde bu anlayışın yer yer uç verdiğini görmekteyiz. Henüz rüşeym halinde olsa da, birbirleriyle dayanışma içine giren bireylerin, toplumun tüm kesimlerinin özgürlük ve tanınma sorunlarını kendi üzerine vazifeymişçesine kabul ederek hareket ettiklerini söylemek mümkündür.

Hegel’in kurduğu analojiden ilerlersek, bir mabet olan etkileşim ağının içine bir ilkenin gelip oturması, topluluğun oraya davet edilebilmesi için gereklidir. Bu ilke etrafında buluşan topluluk, toplu eylemini gerçekleştirir ve mabetten aldığı ruh ile dönüp yaşamını dizayn eder. Dizayn ettiği yaşam yeniden ağa katılır, eski ağı (mabedi) yıkar ve yenisini yapar. Böylelikle ileri ve geri beslemeye dayalı bir döngü kurulmuş olur.

Etkileşim ağının sorunsuz bir biçimde çalışabilmesi, dönüşmek kadar muhafaza etmekle de ilintilidir. Bir bozulup bir kurulma, belirlenimsizlik ve belirlenim, eş derecede zorunludur. Bu zorunluluğun bilinci, eylemek ve eylememek arasındaki dengeyle kurulabilir. Bu ise özgürlüktür. Karşımızdaki birey, kendisine kimliğimizin kuruluşunu borçlu olduğumuz bir ortaktır. Bu ortak, bu anlamıyla ve bu düzlemde ağın kendisidir. O halde özgürlük, her yere sirayet etmiş olan ağ, yani her öğede edimsellik kazanan surat namına, her öğenin kendisindekini açığa çıkarmasıdır. Bu özgürlüğün eyleme boyutudur. Karşıdaki öğenin işlemesine izin vermek, bunun için geri çekilmek (sevgi, saygı, hürmet… adına ne denilirse denilsin) ise özgürlüğün eylememe boyutudur. Bu eylememe tavrı sayesinde diğer öğeler kendi hak edişlerini elde eder ve hep birlikte “cümbüş”ü bir “dem”e dönüştürebilirler. Bu hak ediş ise “adalet”ten başka bir şey değildir. Adalet ilme, ilim özgürlüğe, özgürlük ise feragate tâbidir.

Dipnotlar:

1- Foucault, Dits et écrits, alıntılayan Giorgio Agamben, What is an Apparatus? Alıntıyı çev.: G.A.

2- Ulus Baker, Denetim Toplumları Nedir?

3- Panopticon, Bentham’ın bir cezaevi tasarımının adıdır. Bentham, mahkûmların 24 saat izlendiği bir cezaevinde, mahkûmların zaten izlendikleri düşüncesiyle taşkınlık yapmayacaklarını savlamıştır. Bu tasarımı, yasak ve kuralların birey tarafından içselleştirilmesin bir metaforu olarak kullanan Foucault ise bu olguyu disiplin toplumlarının zirvesi olarak kabul etmiştir.

4- Agamben’in The Coming Community isimli kitabındaki Example başlıklı makaleye bakılabilir. “Enmuzec” veya “numune” kavramını hem tikel hem tümel olan “example” kavramının karşılığı olarak kullanmayı uygun buluyorum.

Güney Aldoğan
+ Son Yazılar