İnsan bir can tohumu olarak doğar. Onda bitimsiz bir süre içinde oluşturup geliştirerek canını yaşama özelliği vardır. Canını yaşama, birey olarak insanın ölümüne dek süren ucu açık bir süreçtir. Can, insanın bu gezegende var oluşunun anlam ve değerini duyarak kendini oluşturma serüveninin adıdır. Can için yaşam kutsaldır. Yaşamak bu kutsallığın hakkını vermek için karşısına çıkan belalarla, açmazlarla, sıkıntılarla baş etme çabasıdır. Bir göze alma tavrıyla yaşanır yaşam. Diridir, canlıdır, devingendir. Doğurgandır. Ölüm dediğimiz yeni dirilişlerin olanağı olan bir süreçtir.
Can olan, yalnızca birey olarak insan değildir, doğanın, giderek evrenin kendisi de bir anlamda candır.
İnsan için can olma etkinliği, canı yaşama serüveni, kendisinde bulunan “yüksek değerlerle” gerçekleştirilebilecek olanakları keşfetme çabaları demektir. Can sorar: Neden yaşam böyle? Neden bu kadar? Ben neden böyleyim? Dünyayı sarıp sarmalayan düzen neden böyle? Neden hakça yaşanmıyor bu hayat? Yaşayabileceğim bunca güzellikler, anlayabileceğim bunca gerçekler, tanıyabileceğim bunca insan varken ben neden bu yaşantılara ulaşamıyorum?
Can, olabileceği “en iyiye”, “en yetkine” ulaşmaya çalışma çabası içindeki insandır. Soralım şimdi: Niçin can? Yanıt basit gibi görünüyor: Çünkü, insanın canı çıkmış! Canı çıkmış bir dünyada kalakalmışız. İnsan daracık dünyasında ekranlarda boğulmuş. Sığ malumatı bilgi sanma gafletine düşmüş. Yorgun, bıkkın, kaygılı, karamsar, çökkün bir halde basık yaşantılarla yaşama tutunmaya çabalamaktadır.
Can, bu toprakların insanına köklerindeki göğü keşfetmesi için sunulmuş bir tekliftir. “Can olalım mı candaşım?” sorusudur. Canın sesini duyabilecek insana yazılmış bir düşünce şiiridir. Havalandırılmış bir duyuş, bir anlayış türküsüdür.
Peki nasıldır can? Canın nasıllığını anlatmanın sonu yok. Birkaç çizgisiyle kabaca resmedelim.
Can, bir “bütün insan”dır. İnsanı insan kılan olanaklarını, yetilerini kendinde toplayıp gerçekleştirmeye çalışan insandır. (Canın anlamını insanla sınırlandırdığımızda!) Canı can kılan temel özelliklerini, canın temel bileşenlerini dört öbekte toplayabiliriz şimdilik.
- Beden (Sôma). Can, bedenini tanıyan, tanımaya çalışan, ona bakım gösteren, bedenini can bedeni olarak yaşayandır. Egemen düzen bedenimizi elimizden alıyor. İlaçlarla, tıbbın ekonomiyle birleşmiş gücüyle, estetik şişinmelerle, çoğu kez aldatıcı olabilen sağlık politikalarıyla, pornografik kışkırtmalarla bedenimizin canı çıkarılıyor.
- Duygu, coşku, can ateşi (Thumos). İnsan canını can kılacak duygularını can bütünlüğü ile yaşayamıyor. Duygularını besleyen bedenin işleyişinin; düşüncelerinin, değerlerinin; öbür insanlarla ilişkilerinin farkına varamıyor. Doya doya tüketemiyor duygularını. Duyguları, canıyla yaşayan insanın duyguları olamıyor.
- Akıl yürütme, anlama, düşünme, yorumlama gücü taşıyan canın noetik boyutu (Nous, Noesis). Noetik boyut yüzyıllarca anlığın (zihnin) içine tıkılmış. İnsan zihniyle, aklıyla, bilinciyle düşünür denmiş. İnsan canıyla düşünür. Bedeni, duyguları, noetik gücü, çevresi ve ilişkileriyle.
- Can, çevresiyle, kültürüyle, geçmişiyle, ilişkileriyle candır. Canın bu temel özelliğine Eski Yunancadan yola çıkarak oiketik boyut diyebiliriz. Oiketik boyut, tarihsel, fiziksel, ekonomik, kültürel, toplumsal, psikolojik, etik, tinsel vb. çevreleri içerir.
Can, kısaca bedeni, duyguları, düşünceleri, yorumları, değerleri, geçmişi, geleceği, çevresiyle bir bütün insandır. Var olanları (Seiende), yaşamı, canı “kutsallığını” duyarak yaşar.
Bu bütünlüğün önerebileceğim kimi özelliklerine kısaca değinelim. Nasıl yaşarsak can yolculuğuna çıkabiliriz, bu yolculuğu sürdürebiliriz? Olmakta olan, iç dünyasında ve dışında çatışmalar yaşayan özelliğiyle onu o yapan öğeleriyle bir orkestra olan, çirkinliğiyle güzel, güzelliğiyle çirkin, alışılagelen anlamıyla kavga etmeyen ama isyan eden, bütünlük, biriciklik, “yükseklik” (kendini sürekli olarak aşmaya çalışır!) ardında, yaşadıklarının şiir boyutunu duyan, kendini evrenin canından sorumlu tutan canın dünyada, evrende, anlamı nedir?
Teknolojinin, internetin sıkıştırdığı bir yaşamın dar alanından çıkarak olabildiğince geniş bir yaşam ufku içinde insanın insan olarak tütebileceği, çiçek açabileceği yeni yaşantılara bir çağrıdır can.
Can açıktır. Kendine, ötekine, farklı inançlara, görüşlere, taze olana. “Açık veren” özür ve eksikliklerine açıktır. Dünyadaki zulmü, sömürüyü, haksızlığı anlamaya, anlayıp irdelemeye, deneyimlerinden öğrendiklerine, sanata, şiire, insana ve ötekine saygısı olan inanç düzenlerine…
Can içtendir. Neyse öyle olmaya çabalar. Bu çabalarının zorluklarını duymaya çalışır. Dışından gelen zorlamaların, belirlemelerin ayırdında olmaya uğraşır.
Can özerktir. Kendi canıyla düşünmeye çalışır. Kendi gözüyle görüp kendi kulağıyla işitmeye…
Can, yaşam Erkesini (enerjisini) bir aşk olarak duyar. Can, yaşamın, var olanın, var olanı sarıp sarmalayan, ondan “fazla” olan Varlığın (Sein) aşığıdır. Güzelin, İyinin, Hakikatin aşığı. Aşksız can olmaz.
Can, aşk ile can saygısını, bu saygının değişik biçimde yansıması olan “edep” ile yaşar. Edepsizden can olamaz.
Bu bütünlüğün devingenliğinde etkili olan kimi kavramlara sözü bırakacağım son olarak. Hep ve Hiç’in canın oluşumunda işlevini kısaca irdeleyeceğim.
Hiç ve Hep’in “kaynağı” ve var olanların yapısı ile ilgili bir “anlatı” sunacağım.[1]
Ne varsa her şey Erkenin (enerjinin) sonucu. Erke bitimsiz. Yaşayanlar Erkeyi bir anlamıyla “duyar”. İnsan onu anlamaya çalışır. Erke mana ve dirim (canlılık) taşır. Bu mana, insan denen canlı, bilinç taşıdığı için insan tarafından duyulur. Her var olan, etrafında bir mana alanı yaratır. Erkenin fiziksel olarak elektromanyetik alan yarattığı gibi. Bilim gözlenebilir, ölçülebilir, hesaplanabilir alanları inceliyor. Dirimi de kendi alanı içinde çalışabiliyor. Oysa mana alanları ancak bilimin anlamaya, araştırmaya, kavramlaştırıp kuramlaştırmaya yatkın yöntemleriyle ele alınabiliyor. (Sosyal psikolojide, psikolojide, antropolojide, dilbilimde, sosyolojide…)
Mana alanları sanatla, felsefeyle, söylencelerle, edebiyatla, halk kültürüyle, inanç düzenleriyle ele alındığında olanca zenginliği ile kendini gösterebiliyor. İnsanlar arası ilişkilerde bireylerin mana alanları arasındaki etkileşim, iletişimi önemli ölçüde belirliyor. Son zamanlarda özellikle gençler arasında sık kullanılan “ondan elektrik aldım” ya da “elektrik almadım” sözleri evrendeki Erkenin mana bileşeninin etkisinin işareti olabilir.
Erkenin nasıl olup da fiziksel özelliğinin yanı sıra dirim ve mana taşıdığı can alıcı bir tartışma konusu olsa gerek. (Eğer Erkenin böyle bir özelliğinin olduğuna onay verirsek!) Bu mananın ne olduğu insanın bu gezegendeki binlerce yıllık serüveninde araştırılıyor. İnsan kendi eko-biyolojik, kültürel yapısının sınırları içinde bunu hep soracak, bulduğunu sanacak ama bulamayacaktır. Erkenin mana alanının bize ne söylediğinin bilinemeyeceğini nereden biliyorum? Bilinemeyeceğini bilme gibi bir “kehanetin” temeli ne? Bilinemez ama inanılır, yorumlanır. Her yorum açık uçludur. Her yoruma yeniden yorum yapılabilir. Bilinecek sonsuz bilen sonludur. Bilim nasıl biliyor peki? Bilimde kuramlar, kavramlar, açıklamalar “şimdilik” böyledir. Yeni araştırmalarla değişeceklerdir! Evet, bilen sonlu, sınırlı, bilinecek uçsuz bucaksız, sonsuz. Nedir sonsuz? Bu sorunun yanıtını canını arayanlar arasın.
Erkenin devinimleri iki ana doğrultuda oluşuyor. Bunlara özgelik ve özgülük diyorum. Özgelik sürekli olarak farklılaştırıyor, özgülük ise “aynı” kılmaya çalışıyor. Özgeliğin son durumu hiçtir. Özgülük sürekli olarak toplamaya çalışır, onun son durumu heptir.
Her ne varsa bu “evrende” özgeleyen güç ile özgüleyen gücün savaşımından oluşmuştur. Kabaca söylersek: Özgü güç toplar, bir araya getirir; özge güç dağıtır. Özgü gücün toplayarak oluşturduğu yapının özge güçlere direnmesiyle yapının bir anlamda “özü” ortaya çıkmaya başlar. “Öz”, özge güçlere engel oldukça yapının kalıcılığını sağlar.
Özgülüğün, özgeliğin uç durumları olan hep ve hiç bulundukları durumlarda devinimsiz duramazlar. Özgülüğün ve özgeliğin işleyişinin her “anında” belli şiddetlerle yer alırlar. Hepliğin “en güçlü” durumlarında bile arkasında hiç vardır. Var olanlarda, onların manaları yaşantılandığında hiç ve hep oradadır.
Hep, Erkeyi “düzene”, bütüne, sisteme çağırır, çeker. Deyim yerindeyse küçüklü büyüklü düzenler kurar. Atomlar, genler, kavram çerçeveleri, alışılmış anlamda fiziksel, biyolojik, ekolojik, psikolojik, düşünsel, inançla ilgili düzenler… Hepleyerek anlamaya çalışmış insanlar. Yarattıkları inanç öyküleri, söylenceler, insanüstü varlıklar, düşlemiş, büyülemiş dünyayı. Onlarla “huzura”, “doyuma” ulaştığında heplemeyi durdurup bütünlemiş, “orada” kalmaya çalışmış. Yaşamı elinde tutmaya, değişmeye uğramadan olduğu gibi kalıcı kılmaya çalışmış. Durdurmaya çabaladığı yaşamın kendine ait, kendine özgü olduğunu sanmış. Hepleyerek sınırlandırdığı yaşamın dışında kalanları düşman bellemiş.
Oysa Erke, yaşamı durdurmaya çalışanları hiçsemiş, belki de kimi zaman hiçlemiştir. Kurmak, heplemek istediğimiz düzenleri sarsmıştır, edilgin kılmış, kokuşturmuş, çürütmüştür. Hiçin bu işleyişine hiçseme diyorum. Bir anlama, kavrama, inanma, yaşama düzeni kurmuşsak, hiç, hiçseyerek bu düzenin zayıf yanlarını, yaşamın sonsuz Erkesi karşısında yetersizliğini göstermiştir. Hepleyenler hiçsemeyi kavrayamadıklarında, hiç duyarlılıklarını yitirdiklerinde genellikle bağnazlaşırlar, katılaşırlar.
Hiçseyen yaşamdır, gerçeklerdir; Erkenin bir ölçüde anlayabildiğimiz akışıdır. Hiçseyebilir mi insan? Can, kendi dünya görüşünü, inançlarını, yaşama biçimini hiçseyebilir mi? İnsanın hiçseyebilme istenci (iradesi) var mıdır? Hiçseyebilme, can gücünün yüksekliği ile yaşanabilecek direnmeyi, kararlılığı gerektirir. Örneğin Nietzschevari bir “değerlerin yeniden değerlendirilmesi”, bir hiçseme atılımıdır. Can, gereğinde kendi kavram dünyalarını, düşünme, yaşama bahçelerini hiçseyebilendir, kokuşmamak, canını yitirmemek için.
Can, kendi devingen bütünlüğünü, hepliğini korumak için hiçseme gücünü hep diri tutmak zorundadır. Bir anlamıyla hiçsenmeyen yaşam yaşamaya değmez. İnsandaki uydumculuk (konformizm) eğilimi insanın farklı olana kendini kapatmasına yol açıyor. Dar alanda kalıp güven içinde onanmak istiyor insan. Hiçsemekten, hiçsenmekten korkuyor. Hepin dünyasında daha fazla kazanmak, daha fazla başarılı olmak istiyor.
Hiçlenme ise hiçsemeden farklı olarak hepin en aza indiği durumdur. Heidegger’in ünlü “Hiç hiçliyor” sözünde hiçi duyan insanın dehşetli bir korku, kaygı (Angst) yaşadığına işaret var. Örneğin, Hiç hiçliğini canın yaşantısında duyuruyorsa canın noetik, oiketik boyutları hemen hemen yok olmuş, duygusal boyut büyük bir dehşet içinde sarsılmıştır. Canı yaşamda tutan yalnızca bedeni kalmıştır. Neden? Canın ekmek kadar su kadar manaya da gereksinimi var. Canı, insanı, manadan yoksun bırakırsanız, yıkılır. Mana tazelenmesi hiçin katkısıyla gerçekleşir.
Heplenme hiçin olabildiğince en aza indiği durumdur. Bir vecd olarak, esrime (ex-tasy) hali olarak yansır cana.
***
Can hiçliğini ve hepliğini yaşadığı ânın içinde duyar. Bitimsiz bir hep olan sonsuzu düşünür. “Bitimsizliğin bitimsizlik oluşu, içinde hiçi taşıdığının bir işareti olabilir” der. Yaşam sonsuz, kendisi de ölümlüdür. Bu dünyadaki sınırlı hepliği bittiğinde hiçin açabileceği yeni olanaklar alanına gidebileceğini düşünür.
Sağlam düşünsel bütünlükler alanı olarak düşünülen mantığın, matematiğin, aksiyomatik yapıda da olsa temellerindeki hiçi, eksikliği, boşluğu görür. Hep ile hiç arasında kendisini duymaya, yapılandırmaya çabalamanın hüznünü, coşkusunu yaşar.
[1] (Bu anlatının farklı bir bağlamda dile getirilişi için şu yazıma bakılabilir: “Canın Kendisi”, Başka, Sayı: 7, 2011, s. 20-27.)