20. yüzyıl düşünce dünyasının en ünlü filozoflarından biri olarak karşımıza çıkan Bertrand Russell (1872-1970), gerek eserlerinin sayısı, gerek ele alıp incelediği konular (matematik felsefesi, bilgi teorisi, tarih felsefesi, ahlâk, din, politika, sosyoloji, psikoloji, eğitim vb.) ve gerekse görüşlerine etki ettiği filozofların çokluğu bakımından şüphesiz ki oldukça önemli bir yere sahiptir. Bu yoğun etkileşimden dolayıdır ki, onun yaşadığı döneme “Russell Çağı” adı bile verilmiştir.[1] Olağanüstü bir yazar etkinliği ortaya koymuştur. Yapıtları büyük bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. [2]

Russell önceleri, evreni bir kâse jöle gibi görüyordu; hayatının bundan sonraki döneminde ise evren, artık bir kova dolusu bilye gibiydi. Bütün, birbirinden ayrı sonsuz parçalara dönüşüyordu. Buna göre yapılacak olan herhangi bir bilimsel inceleme, sentezden çok, Yunancada çözümlemek anlamına gelen “analiz” yöntemiyle incelenmeliydi. Bu yeni ve soyut evren anlayışında her bir bütün, ancak kendisini oluşturan farklı parçaların birbiriyle olan ilişkisi analiz edilerek anlaşılabilirdi. [3]
Analitik felsefe, karmaşıkların bileşenlerinin analizi ile ilgilenir. Karmaşıklar üzerine değişik kavrayışlara göre değişik analitik felsefe biçimleri üretildi. Çünkü bir kavrayış üzerine, felsefi analiz altına alınacak olan şey, olgusallık ya da onun oluşturduğu düşünülen olgular idi. Buna göre, analizin dünyanın en son bileşenlerini ve onu oluşturan olguların en genel biçimlerini açığa sereceği düşünüldü (Russell). Almaşık olarak, nesnel olgusallığı oluşturan ve anlıktan bağımsız olan kavramların ve önermelerin bileşimini ortaya sereceği savunuldu (Moore). Eğer, atomistik ya da indirgemeci analiz düşüncesi analitik felsefecileri yakalayacak ağ ise, bu düşünce hiç kuşkusuz Moore ve Russell’ı yakalayacaktır.[4]
20. yüzyılın başlarında İngiltere’de boy gösteren Hegelci idealizme karşı çıkan, İngiliz filozofu G. E. Moore, kavramsal analiz yöntemini ilk kez kullanmıştır. Moore idealizmi (kurucu veya asli ilişkiler ve organik bütünler anlayışını) reddederken, önceliği bireysel yargı ya da önermelere ve bu önermeleri oluşturan kavramlara vermiştir. Analitik felsefeye Moore’dan sonra en ayırt edici katkıyı, Bertrand Russell’ın sağladığı söylenebilir.[5]
Russell Tanrı, ruh, ölümsüzlük, istem özgürlüğü gibi kaygıların etkisiyle felsefeye heves etmiştir. Evreni, mantıklı olmasına mantıklı, ama evren için geçerliliği tanıtlanmamış, kuramlarla açıklamaya girişir. Yöntem ve amaç bakımından, Descartes ve Spinoza doğrultusundaki metafizikçilerden farkı yoktur. İşte bu akılcı kımıldanışlar, 1890’da Cambridge’te, meslekten filozofların etkisiyle Russell’ı “idealizm”e çekmiştir. İngiltere’de yaygın olan Hegel’ci bir idealizm (Mc Taggart’ların, Bradley’lerin idealizmi), her şeyden önce “içkin ilişkiler”den yanadır.[6]
İçkin ilişkiler kuramına göre, hiç bir önerme tek başına doğru değildir. Her doğru, bir birleşmede birbirine bağlıdır; doğru birdir. Bu sözü edilen “idealizm” bir tekçilik, bir monizm olup, bütünüyle evreni idea’ca bir ilkeden, manevi bir temelden üretip açıklamaya çalışan bir metafiziktir.
Russell, kariyerinin daha ilk başlarında, “hemen her felsefi problemin, gerekli analize tabi tutulduğu zaman ya hiçbir şekilde bir felsefi problem olmadığının ya da gerçekte mantıksal bir problem olduğunun kolaylıkla görülebileceğini” ileri sürmüştü. Analizi bu şekilde felsefenin esas yöntemi olarak öne sürerken, söz konusu analizle daha ziyade mantıksal bir analizi kastetmekteydi.[7]
1900’de, idealizmi reddedişinin üzerinden çok geçmeden, Russell yeni görüşünü karakteristik bir doğrudanlık ve kesinlik ile (ve eklenebilir ki, abartılmış olarak) duyurdu. “Tüm sağlam felsefenin önermelerin bir analizi ile başlaması gerektiği belki de bir tanıtlama gerektirmeyecek kadar açıkça doğrudur.” Burada Russell’ın vurgusu analizin bize birçok önermenin ilişkisel olduğunu göstereceği düşüncesi üzerinedir. Russell’ın analiz üstüne başlangıçtaki (1905 öncesi) vurgusu önermelerin analizi üzerine olmaktan çok, bir önermeyi oluşturabilecek düşüncelerin ya da kavramların analizi üzerinedir.[8]
XVII. yüzyılda Leibniz, bilgide deneyim ile ilgisi olmayan soyut formların yani matematiğin tahlilini yaparak; mantık ile matematiği birleştirmek üzere mantığa, matematik bir kesinlik vermeğe çalışmıştır. Leibniz’den çok sonra Boole ve Morgan’ın, mantık ile matematiği birleştirme teşebbüsleri başarılı sonuçlar vermiştir. İngiltere’de Bertrand Russell ve Whitehead, “Matematiğin Prensipleri”ni (Principia Mathematica) yazdıkları zaman bu yeni mantığa en geniş şeklini vermişlerdir.[9]
Mantık ve matematik aynı prensiplerden, yani aklın soyut ve evrensel ilkelerinden hareket ederler. Her ikisinde de esas, kavramlar arasında tutarlılıktır (coherence). Bu tutarlılığın gerçekle kesin bir ilgisi yoktur. Matematik mantığın kesinliği (certitude), yalnız kendi soyut alanı içindedir. Tabiat olayları bu kalıbın içine girebilir, fakat onun kesinliğine sahip olduğu söylenemez. Viyana çevresi bunu bir felsefe çığırı haline koymuştur. Felsefenin yolu ampirik bilgi ile içeriksiz ve totolojik mantığı birleştirmekten ibarettir. Bu yeni çığır genel olarak ilim felsefesi, positivizm, çözümleyici felsefe veya mantıkçı ampirizm (empirisme logistique) adını almaktadır.[10]
Totoloji, bir bileşik önermenin, kendini oluşturan önermelerin her değili için daima doğru sonuç vermesi durumudur. Bu tür tanımlar, yeni bir bilgi vermez, şeyi, kendi kaplamıyla tanımlar. Örneğin, ‘Ev evdir’, ‘adam gibi adam’, ‘totoloji gibi totoloji’ vb.[11] Ne özsel olarak ilkeldirler ne de teoremler, özsel olarak türetilmiş önermelerdir, çünkü mantığın önermelerinin tümü eşit konumdadır, ed. boş totolojilerdir. Ne mantık ne de matematik gerçek “a apriori” bilgi örnekleri oluşturur.[12]
“Matematik mantık”la, bütün tabiat içindekileri ifade edebilecek, her türlü formu elde etmek mümkündür. Ampirik bilgilerimize ancak bu soyut ve kesin düşünce yolu ile şekil verebiliriz. Mantıkçılar veya ilim felsefecileri bir çatışmanın kalmadığı, çünkü mantık ile varlık arasında eski çağda tasavvur edilmiş bütünlük ve birliğin kesin surette çözüldüğü sanısındadırlar.[13]
Yani, mantıkta iki bölüm vardır. Biri özneye ait ifadelerdir ki, bunda bir yüklem ya da ilişki söz konusu olamaz. Örneğin, klasik mantığın kanıtı olan “tüm insanlar ölümlüdür” önermesini ele alalım. “Sokrates de ölümlüdür” ifadesinde Sokrates yerine Platon, Aristo ya da herhangi biri ikame edilecek olursa, bu söylenen doğrudur. Şu halde tüm insanlar ölümlüyseler ve eğer (x) insan ise (x) de ölümlüdür, denebilir. Burada kendisinden hareket ettiğimiz önermede, iki genelleme vardır. Bildiğimiz tümdengelimle (dedüksiyon), hiçbir şey bizi uğraştıran insanlar ve ölümlere bağlayamaz. Eğer herhangi bir (a) sınıfının her üyesi bir (b) sınıfının üyelerinden ise ve (x) de (a) sınıfının bir üyesi sayılıyorsa bu (x), (b) sınıfının da bir üyesi olmuş olur. Bu ifade de aynı şeklin tüm tümdengelimlerini özetleyen ve kendisiyle Sokrates’in ölümlülüğü tanıtlanan, saf mantık şekline sahip olunur.[14]
Mantığın ikinci bölümü ise, mantıksal şekillerin çözümlenmesi ve sayımıyla uğraşır. Sentetik yöntemin yerine, çözümleme yöntemini kullanmayı önerir. Bilim, evreni bir bütün olarak değil, parça parça olarak ve onun kapsadığı ögeleri inceler. Felsefe ise bilime oranla daha genel ve belirlenmiş olanı inceler. Felsefe olabilenin bilimidir ve kullanacağı aracı da zekâdır. O, içine deneylerle tanıtlanamayan, fakat deneylere de aykırı olmayan önermeleri alır ve “a priori”dir.[15]
Özet olarak denilebilir ki, İngiliz pozitivizminin mirasına konmuş olan Russell, mantık ve matematiğe tanrısal bir değer vermiştir. Daha çok zihinciliğe dayanan bir gerçekçiliği savunduğu için, klasik gerçekçilikten ayrılmıştır. Russell, “Matematik yalnız gerçeği değil güzelliği de kapsar, onun güzelliği, heykelinki gibi soğuk olmadığı gibi doğamızın zayıf yanlarına da hitap etmez,” der.[16] Russell’a göre, felsefenin amacı, matematiğin yetkinliğine erişmektir ve onun gibi “a priori” ve onun kadar doğru olan esaslara bağlanmaktır. Felsefesel öntakılar (preposition) “a priori”dirler. Bunlar, yalnızca eşyayı değil, onların tümel bağlantılarını da açıkça anlatırlar; belirlenmiş olgulara bağlı kalmazlar; dünyadaki her şey değilse bile, bu öntakıların geçerliği kaybolmayacaktır. Yani yukarıda kaydettiğimiz gibi, eğer her a=b ise ve a=x ise, x=b olacaktır; a ne olursa olsun, bu doğrudur. Bu tasım (kıyas) ona göre, hem “a priori” hem de tümeldir. O, böylece Yeni Pisagorculuğun yaptığı gibi, tüm felsefeyi ve deneye dayanan kapsamları, bir matematik komprime hale getirmiş olur.[17]
Somut bir geometrici kafasına sahip Yunanlıların aksine, Pisagor geometriyi matematiğe dayandırır.[18] Ona göre akli ve değişmez bir kanunluluk düzeni gösteren sayılar her şeyin ölçüsüdür.[19] Pisagor’cuların şeyler ile matematik kanunlar arasında gördükleri münasebetler, sonraki yüzyılların keşiflerine ve ilmi görüşe uygun değildir. Fakat onlar tarafından ileri sürülen bu görüşte çok derin bir sezgi vardır, o da zihnin bulduğu tümel nitelik münasebetleri ile tabiat kanunlarının ifade edilebilmesidir ki, bu derin görüş sonradan felsefenin olduğu kadar ilmin gelişmesine de hizmet etmiştir.[20] Pisagorcular arche olarak sayıyı benimsemekle ileri bir adım atmış oldular. Çünkü onlar maddenin aslının, su ve hava gibi somut bir şey değil de, tam tersine, soyut bir şey olduğunu ileri sürmüştür.[21]
Russell “betimlemeler teorisinde”; “tek tek şeylerin betimlendiği önermelerin, analizi için mantık teorisini kullanır”. Varlık ve özdeşlikle ilgili uzun zamandan beri, çözülemeyen problemleri çözüme kavuşturabildiğini ve fazladan dolayımsız olarak tecrübe edemediğimiz şeylerin, “betimlemeye dayalı” bilgisine erişmenin bizim için nasıl mümkün olduğunu, açıklayabildiğini savunur.[22]

Russell her ne kadar mantıksal-analitik araştırma yöntemini Frege’ye geri götürse de onun felsefesi bundan çok daha fazlasını, özellikle de deneyimde sunulan şeylerin, yani bizim “tanışıklık yoluyla” bildiğimiz şeylerin önceliğine yapılan vurguyu ihtiva eder.[23]
Descartes’e göre de felsefe evrensel ilimdir. Fakat bütün ilimleri içine almaz. Başka ilimler konuları ve amaçları ile felsefe dışında kalırlar. Felsefe onlara görüş ve metot vermesi, onların emin bir yönde yeniden kuruluş tarzlarını göstermesi bakımından evrensel mahiyettedir.[24]
Bilginin içindekileri inceleyenler Descartes’tan ayrılarak felsefenin konusunu sınırladılar. Felsefenin konusu fizik olaylarla psikolojik olayları birleştirmek değildir. Ancak bilginin içindekileri tahlil etmek, bilginin nasıl kurulduğunu ve objelerle ilgisini incelemektir. Bu tarzda kurulan felsefe bilgi nazariyesi (epistemoloji) adını aldı. Bu görüş Descartes’in çağdaşı John Locke tarafından ifade edildi.[25]
Ortaçağda Guillaume d’Occam, bilgiye giren bütün unsurları tahlil ederek onları kazımak suretiyle ilk unsurlarına, yani ampirik duyu verilerine irca etti (Ockham’ın Usturası).. Roger Bacon da bu tecrübeci görüşü savunuyordu. Yeni felsefede Locke, Berkeley, Hume aynı fikri geliştirdiler. Hume’da, bilgi teorisi görüşü kuvvetlendi.[26]
Bilgi nazariyesi, olgunluğuna, Immanuel Kant’ta (1724-1804) ulaştı. Kant, zihnin kategorileri ile tecrübemizin verileri birleşmek üzere “a priori” terkibi hükümlerin doğduğunu, mantığımızın bu suretle meydana geldiğini iddia etti.[27]
Russell görgül bilgi için, aritmetik için yapmış olduğunu düşündüğü şeyi yapmayı, onu güvenilir temeller üzerine dayandırmayı umuyordu. Kendilikleri zorunluluğun ötesine çoğaltmamak adına, Ockham’ın Usturası’nı savundu.[28] “Nerede olanaklı ise, çıkarsanan kendiliklerin yerine, mantıksal yapılandırmaları geçirdi.”[29]
Lojistik, varlığın kesin kanunlarını ifade etmemesi yönüyle, Aristo’dan beri gelen ontolojik görüşten, a priori zihin yetilerinin birleşmesinden doğan terkibi bilgi olmayışı yönüyle epistomolojik görüşten ayrılmış oluyor. Klasik mantıkta içlem münasebetleri vardı. Ona göre, mantık varlığın bir ifade aleti, bir çeşit aynası idi. Hâlbuki bu yeni çığıra göre İlk Felsefe mantıktır; çünkü kesinliği yalnız orada buluyoruz. Fakat oradan varlığın kesin kanunlarını çıkarmak mümkün değildir.[30]
Russell’ın yaşadığı, birçoklarının da yaşamasına yol açtığı, idealist metafizikten vazgeçip, bilimsel diyebileceğimiz felsefeye geçmesidir. Bu geçiş tekçiliğe, çokçuluk (plüralizm) adına başkaldırır. Yalnız tekçiliğin değil, her türlü metafiziğin inkârına varan bu devrimi, Russell “yeni felsefe”, “büyük kurtuluş” diye adlandırır. Eski felsefede bir bozma, bir yanılma gözüyle bakılan çözümleme (analysis) Russell’ın bundan böyle felsefeye tanıdığı en verimli çalışma yolu olarak belirir.[31]
Moore ve Russell, nesnenin bilgisinin, bilenin bilgisinden bağımsızlığı üzerinde direttiler.[32] Bir karşılık düşme doğruluk kuramını savundular. İlişkilerin içselliği öğretisini reddettiler. İlişkilerin olgusallığını ve nesnelliğini doğruladılar. Coşkulu bir çoğulcu, Platonist realizmi kucakladılar. Hegelci idealizmin karakteristiği olan sentezin yerine, analizi savundular.[33]
Nesnel gerçeği gerçek saymama anlamındaki Ortaçağ gerçekçiliğinin tohumları Antikçağda, Yunanlılar tarafından atılmıştır. Elea öğretisi, Platon ve Aristoteles, bu anlamdaki gerçekçiliğin kurucusudurlar. Bu anlayışa göre gerçek, bireysel olan değil, tümel olandır. Tümellerse ancak bireysellerde varolabilirler.
Russell’ın analiz anlayışı, Weierstrass, Dedekind ve Cantor gibi 19. yüzyıl matematikçilerinin çalışmasında kökleşmişti. “Matematiğin Temelleri” üzerine çalışması ilerlerken, analiz anlayışı giderek artan bir biçimde mantıksal bir karakter kazandı. Modern mantığı veya yeni mantık teorisini felsefi analizin imkânlarını geliştirmek için kullandı.[34]
Descartes ve Leibniz ile başlayan, Locke ve Hume ile seyreden modern Avrupa felsefesine; analitik, çözündürücü itkiyi, Tractatus ile Wittgenstein getirdi.[35] Ansal bir görüngünün, yani bir düşünceyi düşünmenin, eğer doğru ise durum olan ile özdeş olan bir içerik taşımasının, ama eğer durum olan kendi içeriğinden ayrı ise; eğer yanlış ise, yine de bir içerik taşımasının nasıl olanaklı olduğunun metafiziksel bir açıklamasını verdi.[36]
Bir mantıksal önermede, ögesel önermeler doğruluk-fonksiyonel operatörler tarafından öyle bir yolda birleştirilir ki, taşıdıkları doğruluk-değeri ne olursa olsun doğrudurlar.[37]
Parmenides’in (M.Ö.540-450) öğrencisi Elea’lı Zenon (M.Ö.490-430) hareketin imkânsızlığını, dolaylı yoldan kanıtlamak için Parmenides’in geliştirdiği çelişki ilkesinin ilkel bir formunu kullanmıştı. Zenon Paradoksları’nda ilk defa mantıksal kanıtlama biçimini, ispat yöntemi olarak kullanıldı. Böylece akıl, bir kanıtlama aracı oldu.[38]
Birlikle çokluk, hareketle sükûn, değişme ile sebat, görünüşle asıl varlık arasında çatışma halindeki felsefeler önünde sofistler şüpheci bir diyalektik kullandılar. Yanlış olup geçerli çıkarımlara çok benzeyen çıkarımlar yaparak ve bunları halk arasında sergileyip geçimlerini sağlayan Sofistler; kuşkuculuğu, göreliliği ve değişmeyi savunmuşlardır. Doğrunun bir ve değişmez olduğu görüşü yerine, insan doğrunun ölçütü oldu. Sofistler, muhtevasız biçimsel düşüncenin gerçeğe ait, hiçbir şeyi ispat edemediğini söylerken, 24 yüzyıl önceden B. Russell’ın habercileri idi.[39]
Sofistler inkârcı görüşleri ile sonrakilerde şiddetli tepki uyandırmış iseler de, işin doğrusu bilginin göreliği (relativite) fikrini getirdiler ve formel düşüncenin babaları oldular. Fakat görecilikleri insanlar açısından âleme baktıkları için sübjektif bir görecilik idi. Sokrates ise nesnelliği, değişmezliği, gerçekliği ve tekliği savunarak evrensel bilginin varlığını kabul etmiştir. Sokrates olumsuzlama, hiciv ve doğurtma (maotik) basamaklarından oluşan kendine has bir diyalog yöntemi kullanmıştır. Fakat asıl diyalektik Platon’la gelişmeye başladı. Sokrates’in ahlak kavramlarında kullandığı metodu genişleten Platon, idealist bir metafiziğe ulaştı. Sofistlerin göreceli doğruluk anlatımına karşı çıkan Aristo mantığının en önemli yönü, belli şeyler kabul edildiğinde, başka şeylerin onlardan zorunlulukla çıktığı bir konuşma olarak tanımlanan tasım öğretisidir. Tasım mantığı, Aristo’nun, tümeller arasındaki bağıntıları kullanarak, geliştirdiği bağıntılar mantığıdır. Aristo, eserlerinde mantık sözcüğü yerine, analitik sözcüğünü kullanmıştır.[40]
Aristo, akıl yürütmeleri sistematik bir şekilde ilk kez sınıflandıran kişidir. İki doğru, iki yanlış, dört tasımdan bahsetmektedir. Doğru tasım biçimlerini tanıtlama ve diyalektik oluşturmaktadır. Yanlış tasımlar ise, eristik ve paralogistiktir. Eristik tasım; akıl yürütmenin dayandığı öncüllerin hatırı sayılır fikirler (endoxa) gibi göründüğü, ama aslında öyle olmadığı tartışmacı bir tümdengelimdir. Paralogistik tasımda ise; akıl yürütme geometri gibi belirli bilimlere özgü, öncüllere dayalıdır. Ancak bu öncüller ne doğru, ne ilk, ne de hatırı sayılır fikirlerdir. Aksine düpedüz yanlıştırlar. Yanlış akıl yürütmeler de tıpkı doğru akıl yürütmeler gibi sonuç önermesinin zorunlu olarak çıktığı geçerli tasım biçimleridir. Aristo bu safsataları, dilden kaynaklanan ve dil-dışı sebeplere dayanan yanlışlar olarak incelemiştir. Dile dayalı yanlışlar, eş seslilik, çift anlamlılık, birleştirme, bölme, vurgu yanlışı ve anlatım biçimi yanlışıdır. Dil-dışı yanlışlar ise ilineksel olanı özsel gibi kabul etme yanlışı, aşırı genelleme yanlışı, alakasız sonuç çıkarma yanlışı, ispat edilecek olanı, delil yerine alma yanlışı, evirme yanlışı, neden olarak alma yanlışı, birçok sorunun tek bir soru gibi sorulma yanlışıdır. Bu yanlışlardan kimisi yanlış akıl yürütmelerken, kimisi de aslında birer akıl yürütme olmayan yanlışlardır. Aristo’nun amacı tartışmalarda başarı kazanmak değil, safsatalardan korunma yollarını ortaya çıkarmaktır. Russell, önemsiz gördüğü biçimsel tasım kuramı dışında, Aristo mantığını bütünüyle yanlış bulmaktadır.[41]
Russell, idealist felsefeden yeni realizme, oradan da mantıksal atomculuğa yönelmiştir. Sahip olduğu ilkeler ve savunduğu görüşleri noktasında Russell’ın felsefeyi, bilimden bir alt basamağa yerleştirdiği ve felsefeyi bilimin ortaya koyduğu verilerin yeniden ele alınması ve düşünsel boyutta değerlendirilmesi etkinliği olarak belirlediğini görmekteyiz.
Russell sık sık başkalarının felsefesinden kendince verimlendirdiği düşünceler devşirmiştir. Russell’ın felsefe alanındaki gelişmesi, başka filozoflarla yaptığı hesaplaşmalarla şekillenmiştir.[42]
Russell’a göre mantık, felsefedeki en temel alandır ve bütün felsefe okulları, metafizikten çok mantıkla sınıflandırılmalıdır. Kendi mantığına atomcu diyen Russell, bundan dolayı kendi felsefesini, “gerçekçilik” yerine “mantıksal atomculuk” olarak nitelemeyi tercih eder.
Russell bize mantıksal atomların; “tikeller, nitelikler ve ilişkiler olduğunu” söylüyor. Açıkça, mantıksal bir açıdan baktığımızda gerçekliğin belirli niteliklere sahip ve birbirleriyle belirli ilişkiler içerisinde duran tikellere indirgenmiş bir biçimde göründüğü olgusuna dayandırmaktadır.[43] Russell’ın savunduğu mantık, Hegel’i az ya da çok takip eden insanların monistik mantığına karşıt olmak suretiyle atomistiktir. Mantığının atomcu olduğunu söylerken, birçok ayrık şey olduğu yönündeki sağduyusal inancı paylaştığını ima eder. Dünyanın görünen çokluğunun sadece tek bir bölünmezg erçekliğin safhalarından ve gerçek olmayan bölümlerinden meydana geldiğini kabul etmez.[44] Zihinciliğe dayanan bir gerçekçiliği savunduğu için, klasik gerçekçilikten ayrılmıştır. Onun zihinciliğe dayanan gerçekçi doktrini “ilişkicilik” adıyla anılır. Tözsel yaklaşımların aksine, sosyal gerçekliğin tözlerden oluştuğunu ve varlıkların ilk ve ilişkilerin onların akabinde geldiği fikrini reddeder.
Bir deneyci olarak, Russell, sözcüklerin anlamlarının, sözcüklerin işaret ettikleri şeylerle edimsel yüzleşme yoluyla öğrenilmesiyle meşgul oldu.[45] Dünyayla ilgili en çok bel bağladığı doğrular bilim doğrularıdır. Russell’ın yöntemi, ne çeşitten olursa olsun değindiği bütün sorunlarda kullandığı, çözümlemedir. Russell’da çözümleme; kavram ve önermeleri anlamları, bildirme güçleri ve mantıksal yapıları bakımından açık kılmak üzere daha başka kavramlara ve önermelere başvurmaktır.[46]
Russell’da motivasyon açıkça epistemolojiktir. Analiz daha yalın doğruluklarda ve kavramlarda sonlanır ki, bunlar hakkında bilgi ileri sürmek daha az risklidir.[47] Çünkü Russell’ın savunduğu şeyler, çoğulculuk ve özne-nesne ayrımıdır. Dünyanın, bağımsız ve birbirine dışsal ilişkilerle bağlanmış atomlardan oluştuğunu (belki de sonsuz sayıda) savunan çoğulculuk, ilk elde, bütün bu felsefi eğilimin özünü simgelemektedir.[48]
[1] Profesör Dr Fikri GÜL, Pamukkale Üniversitesi Öğretim Görevlisi Sistematik Felsefe Anabilim Dalı Başkanı, Bertrand Russell’ın Felsefe Anlayışı Üzerine Bir İnceleme, dusundurensozler.blogspot.com/2008/07/bertrand-russellin-felsefe anlayışı-16.html
[2] I.M. Bochenski, Çağdaş Avrupa Felsefesi, s. 62
[3] Paul Strathern, 90 Dakikada Bertrand Russell, s. 34-35
[4] Ed. Anat Biletzki, Anat Matar, Analitik Felsefenin Öyküsü Çev. Meriç Mete, Analitik Felsefe: ne, nereden nereye? P.M.S. Hacker, s. 19
[5] Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, s. 562
[6] Nermi Uygur, Bertrand Russell’ın Felsefedeki Gelişmesi, Felsefe Arkivi 0 (2014): 103-115, http://dergipark.org.tr/iufad/issue/1325/15614
[7] Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, s. 612
[8] Ed. Anat Biletzki, Anat Matar, Analitik Felsefenin Öyküsü, Çev. Meriç Mete, Analitik Felsefede Analiz: Peter Hylton s. 55
[9] Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş I, s. 41
[10] Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş I, s. 41
[11] Wikipedia, Totoloji kavramı https://tr.wikipedia.org/wiki/Totoloji
[12] Ed. Anat Biletzki, Anat Matar, Analitik Felsefenin Öyküsü Çev. Meriç Mete, Analitik Felsefe: ne, nereden nereye? P.M.S. Hacker, s. 32
[13] Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş I, s. 42
[14] Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, 4. Cilt, s. 93
[15] Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, 4. Cilt, s. 93
[16] Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, 4. Cilt, s. 94
[17] Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, 4. Cilt, s. 94
[18] Prof. Dr. Fikri Akdeniz, Çukurova Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, İstatistik Pisagor turkoloji.eu.edu.tr/GENEL/fikri_akdeniz-pisagorculuk_felsefesi.pdf
[19] Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş I, s. 59
[20] Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş I, s. 59
[21] Prof. Dr. Fikri Akdeniz, Pisagor
[22] Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, s. 562
[23] Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, s. 562
[24] Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş I, s. 39
[25] Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş I, s. 39
[26] Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş I, s. 39
[27] Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş I, s. 39
[28] Ed.: Anat Biletzki, Anat Matar, Analitik Felsefenin Öyküsü Çev. Meriç Mete / Analitik Felsefe: ne, nereden nereye? P.M.S. Hacker, s. 30
[29] Ed.: Anat Biletzki, Anat Matar, Analitik Felsefenin Öyküsü Çev. Meriç Mete / Analitik Felsefe: ne, nereden nereye? P.M.S. Hacker, s. 30
[30] Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş I, s. 41
[31] Nermi Uygur, Bertrand Russell’ın Felsefedeki Gelişmesi, Felsefe Arkivi 0 (2014): 103-115, http://dergipark.org.tr/iufad/issue/1325/15614
[32] Ed.: Anat Biletzki, Anat Matar, Analitik Felsefenin Öyküsü Çev. Meriç Mete / Analitik Felsefe: ne, nereden nereye? P.M.S. Hacker, s. 29
[33] Ed.: Anat Biletzki, Anat Matar, Analitik Felsefenin Öyküsü Çev. Meriç Mete / Analitik Felsefe: ne, nereden nereye? P.M.S. Hacker, s. 29
[34] Ed.: Anat Biletzki, Anat Matar, Analitik Felsefenin Öyküsü Çev. Meriç Mete / Analitik Felsefe: ne, nereden nereye? P.M.S. Hacker, s. 32
[35] Ed.: Anat Biletzki, Anat Matar, Analitik Felsefenin Öyküsü Çev. Meriç Mete / Analitik Felsefe: ne, nereden nereye? P.M.S. Hacker, s. 31
[36] Ed.: Anat Biletzki, Anat Matar, Analitik Felsefenin Öyküsü Çev. Meriç Mete / Analitik Felsefe: ne, nereden nereye? P.M.S. Hacker, s. 31
[37] Ed.: Anat Biletzki, Anat Matar, Analitik Felsefenin Öyküsü Çev. Meriç Mete / Analitik Felsefe: ne, nereden nereye? P.M.S. Hacker, s. 32
[38] Hilmi Ziya Ülken, Genel Felsefe Dersleri, s. 2
[39] Hilmi Ziya Ülken, Genel Felsefe Dersleri, s. 2
[40] Hilmi Ziya Ülken, Genel Felsefe Dersleri, s. 3
[41] Ezgi Demir Oralgül, Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Elemanı, Aristoteles Mantığı Ne Hakkındadır? FLSF(Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), http://flsfdergisi.com/2018/Bahar,spring, sayı/issue 25, s/pp 71-89 ISSN 2618-5784
[42] Nermi Uygur, Bertrand Russell’ın Felsefedeki Gelişmesi, Felsefe Arkivi 0 (2014): 103-115, http://dergipark.org.tr/iufad/issue/1325/15614
[43] Bertrand Russell, Mantıksal Atomculuk Felsefesi, s. 8
[44] Bertrand Russell, Mantıksal Atomculuk Felsefesi, s. 42
[45] Bertrand Russell, Mantıksal Atomculuk Felsefesi, s. 19
[46] Nermi Uygur, Bertrand Russell’ın Doğruluk Anlayışı, Felsefe Arkivi 0 (2014): 3-35, http://dergipark.org.tr/iufad/issue/1327/15632
[47] Ed. Anat Mater, Anat Matar, Analitik Felsefenin Öyküsü, Çev. Meriç Mete, Giderme olmaksızın analiz, s. 184
[48] I.M. Bochenski, Çağdaş Avrupa Felsefesi, s. 65